ÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖLÜM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Hayal deme
Hiçbir şey için
Görmezden gelme
Yaşananlar için
Dünya geçer gider
Ölüm haktır
Yaşarken bilmek gerekir
Zaman bir andır…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2020

Değişimle Dost Olun! (Bu yazıyı sonuna kadar okumanız tavsiye edilir)
Hepimizin değişimle ilgili az ya da çok bir derdi olmuştur hayatta. Beklenmedik zamanlarda gelen değişimler, hep beklenip de hiç gelmeyen değişimler... Özlenen ama korkulan değişimler...
Değişim olmadan büyümek olur mu? Hayatın dertleri, kaygıları bazılarınıza “keşke hep çocuk kalsaydık” dedirtebilir zaman zaman. Birçok insan ne kadar iş sahibi, aile sahibi olsalar da, büyük sorumluluklar altına girseler de içlerinde hala birer çocuk. Onlar belki o çocuğu kaybettiklerini sanıyorlar ve üzülüyorlar içten içe. Oysa iyice bir bakın kendinize. Bazı özellikleriniz hiç gelişmemiş, değişmeden kalmış olabilir. O özelliklerinizi tanıyor musunuz?
Bazıları değişmekten ölüm gibi korkar. Aslında doğru bir tanımlama olabilir ölüm. Bir şeyin zamanını doldurması ve sahneyi terk ederek yerini yeni şeylere bırakması. Ne kadar korkutucu olsa da buna izin vermek lazım. Değişime direnmeyin, tam tersine onu kollarınızı açarak bekleyin. Göreceksiniz eskisinden çok daha mutlu olacaksınız.
Bazıları ise değişmeye can atar, değişimin geleceği günü hayal eder. Ama o kadar uzakta görünür ki istedikleri, onlara hiçbir zaman kavuşamayacağını düşünür. Oysa değişim uzaklarda, dağların ve denizlerin arkasında değildir ki. Yanı başınızdadır, elinizi uzattığınız anda dokunabilirsiniz ona. Hatta içinizdedir. Hele de içine bakmaya cesaret edenler için gürleyerek akan bir ırmaktır değişim. Hergün eğilip birkaç yudum su içmek gerek o ırmaktan. Gelişmek için, büyümek için. Genişlemek ve gerçek potansiyellerimize erişmek için.
Değişimin olmadığı bir zaman var mı? Eğer değişmeden bir günümüz geçiyorsa çok şey kaybediyoruz demektir. Bu demek değil ki hayatımızda hiçbir şeye tutunmayalım, nasıl olsa elimizden gidecek diye birilerine bağlanmayalım. Bağlılıktan da çok şeyler öğreniriz ve bağlandığımız şey hergün gelişip daha da güzelleştikçe onu neden bırakalım?
Değişim kendi kendinize vereceğiniz bir kararla başlıyor. İnsanlar ne der, değişirsem elimdekini kaybederim, değişmek yakışık almaz... gibi kısıtlayıcı düşünceleri silin atın. Korkmayın, değişin! İnsanlar da sizden cesaret alıp değişmeyi bekliyorlar çünkü! Değişim ateşini yakın ve bırakın herkes onun ışığını görsün.
Birçok insan değişim için adımlar atıyor fakat istedikleri sonuç hemen gelmeyince cesaretleri kırılıyor ve bırakıyorlar. Ve başarısızlık... Ne büyük bir korkudur bu ama ne kadar da anlamsızdır! Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu dünyada başarısızlığı, hem de epey miktarda başarısızlığı tatmamış insan yaşamamıştır henüz. Dene! Dene! Tekrar dene!
Değişim büyük olmak zorunda değil. Küçük ama devamlı değişimler büyük değişimleri getirecektir. Uzun sürecek diye korkmayın. Yaşam kısa ama o kadar da kısa değil. Hem zamanlar değişiyor. Hele bu zamanda yaşına bakmadan herkes değişiyor. 7’den 70’e herkes daha güzel bir dünya için uğraşıyor. Eski kurallar yıkılıyor ve yerine daha güzel, daha umut dolu bir düzen geliyor. Bu uğraş içerisinde kimse dışarıda değil. Her bir insan çok değerli ve gerekli.
Değişimi istemeseniz de çevrenizde göreceksiniz. Hava durumu değişecek, ülkeler değişecek, moda değişecek... Hatta değişim bile değişecek. Bunu hayatınıza bakarak da hemen anlayabilirsiniz. Bugün olmasını istediğiniz şeyler beş sene ya da on sene öncesiyle aynı mı? Sizinle birlikte ihtiyacınız olan değişimler de değişmedi mi? Bu yüzden değişimle dost olun. Çünkü siz onunla dost olursanız o size bütün iyilikleri getiren çok iyi bir dost olacak.
Değiştikçe güzelleşecek ve güçleneceksiniz.




Alıntı,,,Yazanı Bilinmiyor...








Geçiyor ömür
Tüketiyoruz tüm zamanı
Şakası yok mevsimlerin
Bilmem kaçıncı yaz
Önümüz sonbahar
Ardından kış
Diye diye
Bir sonra ki dönüme
Hazırlıyoruz kendimizi
Çıkarsak tabii !

Ölüm her an kapımızda
Oysa ki yaşamın rehaveti çökmüş üzerimize
Hiç gelmeyecekmiş,
Hiç gitmeyecekmiş gibi
Harcıyoruz tüm anları…

Belki de hayata bu kadar bağlanmamalı!

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2019



insanlarda tek sıcak kanun
üzümden şarap yapmaları
kömürden ateş yapmaları
öpücüklerden insan yapmalarıdır

insanlarda tek zorlu kanun
savaşlarda yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları
ölüme karşı yaşamalarıdır

insanlarda tek güzel kanun
suyu ışık yapmaları
düşü gerçek yapmaları
düşmanı kardeş yapmalarıdır

hep var olan kanunlardır bunlar
bir çocuğun tâ yüreğinden başlar
yayılır, genişler, uzar gider
tâ akla kadar

Paul ELUARD




"Gönülde de bir gizli gönül var."

-Mevlana

Mevlana'nın yakındığı olumsuzlukların başında dinin şekle, insanın da kalıba teslim edilmesi
gelmektedir. Bize bal taşımak için vasıta olan bir kavanozu, içine hiç parmak sokmadan bir
ömür yalayıp durmak ahmaklığı, özündenhikmetinden soyulmuş bir kalıplar yığınını kutsama
illetini çok güzel anlatır.

Rûmi, ruhundan uzaklaştırılmış bir dini gönülden uzaklık olarak görür. Kur'an, Allah'ın mal ve
evlat değil selim kalp istediğini ve son hesap gününde selim kalpten başka hiçbir şeyin işe
yaramayacağını bildirir, (bk. Şuara, 8889)

Gönül; gerçeği gören göz, erdiren öz, samimiyet, ölümsüzlük, isabet ve aşktır. Gönül, Hakk'ın
dinden ve insandan maksadıdır; hayatın bizden beklediğidir. Gönülden habersiz bir din
hokkabazlık, oyalanma ve gaflettir. Dinin şekil ve kural yönü vasıtalar yönüdür. Bu
vasıtalar(vesil)ı, iyi kullanıp gayeler (maksıd) alanına geçemeyen, dinden hiçbir nasip
alamaz. Diyor ki Rûmi: "Ömrün boyunca gönül rem
zinden bir harfin bile kokusunu alamadın; a Kur'an okuyan, hafızsın, ehilsin, ustasın ama, bu
böyle." (DK. 6/130)

Gönülsüz okunduğunda, Allah'ın rahmeti olan Kur'an bile kinlerin, düşmanlıkların leti
yapılabilir. Bu noktaya parmak basan Rûmi, şu muhteşem sözü kulağımıza ulaştırır: "Ağzınla
Ysin okuyorsun ama, kinle bütün bedenin sin gibi diş kesilmiş." (DK 6/436)

Sin, Arap alfabesinin üç dişi olan bir harfidir ve o haliyle bir testere ağzını andırır. Rûmi,
gönülden nasipsiz bir adamın bedeniyle Ysin okumasının onu testere gibi
kesmeyedoğramaya susamış halden çıkarmayacağına dikkat çekiyor. Çünkü gönülden uzak
düşmüş bir iman yapıcı iman olmaktan çıkıp yıkıcı iman haline gelir. Daha doğrusu yapıcı
iman, yerini yıkıcı inada bırakır. Bu inat, iman adı altında sahneye sürülürse de aydınlatma
yerine karartma, yapma yerine yıkma, ıslah yerine ifsd (bozma) sergilediği için insanlık buna
karşı tavır almak zorunda kalır. Ne yazık ki bu tavır alışın adı dine karşılık olmaktadır. Oysaki
bu, dine değil, dini çürüten örtülü inkra karşı bir tavırdır. O halde din adına ilk hareket, dini
içinden çürüten örtülü dinsizliği deşifre etmek olmalıdır. Kur'an birçok ayetinde, özellikle
Mûn suresinde bunu yapıyor. Ve bize gösteriyor ki, dine riyakrlığı sokanlar, görünüşte
namazniyaz içinde olsalar da, dini yalanlayan bedbahtlardır.

Rûmi, bu Kur'ansal espriyi çok iyi yakalamış ve kullanmıştır. Şöyle konuşuyor: "Gönlünü
yıkayıp arıtmamışsın, yüzünü yıkamaktan ne fayda var sana? Hırstan, doymazlıktan
süpürgeye dönmüşsün, daima toztoprak içindesin." (DK. 2/223)

Özü bırakıp, kalıp ve kabuğa mahkum olanlar, dinde derinliği bir şuur ve basiret işi olmaktan
çıkarıp bir sayı tamamlama işi haline getirirler ve elbetteki aldanırlar. Allah'ı sayılara
mahkûm etmeye kalkan zihniyetten yakınırken şöyle dua ediyor Rûmi: "Herkesi boğ, şu
sayılardan kurtar bizi... Sayıların tadına düşmüşüz, başka bir tat ver bize." (DK. 7/347) Sayı
ve kalıp rekoruyla Allah'a ulaşacağını sananları, bir testi suyu, Dicle'nin sahibi sultana hediye
götürmek gibi bir ahmaklık sergileyen adama benzetir. Bunun yerine, boş testiyle huzura
çıkıp hiçliğini, yoksulluğunu itiraf etmek gerekir. Günahkr olarak boyun bükmek, sayı
ukalalığından yeğdir. Ama bu da bir gönül nasibi gerektirir, (bk. Mesnevi, beyt; 28492868)
Sayılara sığınma aldatıcı olduğu gibi kelimelere sığınma da aldatıcıdır. Diyor ki Mevlna:
"Salavt verip duruyorsun ama, Mustafa'nın temizliğinden neyin var, ona bak." (DK. 5/270)
Ruhsal erişi kelime ve laf hokkabazlığıyla ölçen karanlık bezirgnlığa şunu söylüyor: "Nice
inşallah demeyen var ki, canı inşallaha eş olmuştur." (Mesnevi, 1/27) Ve: "Akıllı hacı niceye

dek yedi yedi tavaf ederdurur. Ben, delidivne bir hacıyım, kaç kez döndüğümü saymam bile."
(DK. 4/371)

Rûmi'nin şekil meselesinde çattığı illetlerden biri de kıyafet ve duvar hegemonyasıdır.
Kalıpkıyafete teslim olanları: "İsa'yı bırakıp da eşeğine bakma!" (DK. 3/205) diye uyaran

Rûmi, şunu soruyor: "Hırkayla sarık da nedir? Bunları rehin vermek, himmetin aşağılığından
değil de nedir?" (DK. 4/401) Ve: "Senin dayanağın Tanrı'dır, sopa değil; at sopayı, vazgeç
ondan." (DK. 7/544) Ve: "Külahı bırak da başı ara; sır o başla ele geçer." (DK. 6/134)

Rûmi, günümüz dünyasında da Müslümanları kemiren şekilperestlik illetine parmak
basmakta, bu illetin, Hz. Peygamber'i bir kıyafet putu halinde algılayan gafletine şu darbeyi
indirmektedir: "Mustafa'nın şekli yok oldu mu, lemi Allahu ekber kaplar." (DK. 5/287) Ve
bunun aksi yapılıp Mustafa, bir bedevi kıyafetinin ihyasından mutlu olan bir ruh halinde
tanıtılınca, lemi sadece yaygara kaplar.

Kur'an, engizisyona giden yolları tıkamıştır. Bu tıkamada alınan tedbirlerden biri de
mabetduvar hegemonyasını yıkmaktır. İslam'da mabet vardır ama, resmi mabet yoktur. Yani
her mümin ibadetini dilediği yerde ve tek başına yapabilir. Hz. Resul bunu ifade için: "Bütün
yeryüzü bana ve benim ümmetime mescit yapılmıştır." diyor.

Bütün yeryüzünün mescit yapılması ve insanın duvarlardan, bu duvarları saltanat ve sömürü
aracı olarak kullanan odaklardan kurtarılması Kurana bağlı tevhit erlerinin temel
görevlerinden biridir. Mevlna bu görevi en iyi biçimde yapan Hak yolcuları arasındadır. Diyor
ki: "İsa dördüncü kat göğe çıktıktan sonra kiliseyi ne yapsın." (DK. 5/205) Ve: "Can İsasmın
mescidine gökyüzü tavanı daha layıktır." (DK. 7/326)

Hakk'ı büyük yeryüzü meydanında kucaklayamayanlar onu duvarlar arasında hapiste biri
sanıyorlar. Onların o duvarlar arasında bulacakları olsa olsa nefislerinin putudur, Allah değil.

Rûmi şöyle konuşuyor: "Ne aptaldır o adam ki sevgili onun evindedir de o eve gelmez, boş
yere olmayacak yerlerde koşup gezer."(DK. 3/130) Ve şöyle belirtir duvar hegemonyasından
kurtuluşunun mutluluğunu: "Hamdolsun Allah'a, mihrabın da haçın da hüküm sürdüğü şu
daracık yerden, onun aşkıyla sıçrayıp kurtulduk." (DK. 6/218)

Rûmi'ye göre dini, formüller, kalıplarkurallar halinde sundukları sanılan peygamberler,
esasında gönül mimarlarıdır. Uyanık ruhlar, nebileri böyle anlamış, dini de bu anlayışla
yaşamışlardır. Kalabalığın, nebileri kuralcılar olarak düşünmeleri, onların gerçek çehrelerini
göremediklerindendir. Yoksa hiçbir nebi, içi pisliğe boğulmuş bir çanağın dışını yıkayıp
yıkayıp övünmeyi hüner diye tanıtmamıştır. Şöyle diyor: "Canla, gönülle peygamberlerin izini
izliyorum; aşağılık kişiler gibi kaçmadım." (DK. 4/213) Ve: "Dinin içyüzünü, özünü dile;
kabuklarından vazgeç." (DK 2/441) Ve: "Kır da içini çıkar." (DK. 7/358)

Gerçi kabuk ve kalıp özü bulabilmek için gereklidir, özü o taşır ama, bulmak ve öze geçmek
gayedir. Gayeyi yakalayamayan tembel ve karanlık benliğin kabuğu ilahlaştırmasına müsade
edilmemeli. Rûmi'nin şikyeti de esasen bu "kabuğu ilahlaştırma" illetindendir; yoksa o şeklin
ve kabuğun lüzumsuzluğunu asla söylememiştir. Diyor ki: "Meyva ham oldukça kabuğun
içinde kalması iyidir; fakat olgunlaştı mı artık kabuk zararlı olur. Kuş, yumurtanın içinde
kanatlandı mı bilki artık yumurta perdedir, kötüdür." (DK. 3/100) Başak yetişsin, olgunlaşsın
diye çekilir derdi, sapınsamanın. Sap ve samana sürekli bağımlı kalmak ise Rûmi'ye göre
eşekliktir: "Sen bir başağa benzersin, canın buğdaydır, bedenin saman; eşek değilsen ne diye
ot otluyorsun, yüzünü öze çevirsene." (DK. 7/115)

Nihayet bir nokta gelir ki, şekil ve kural gönül kuşunun ayağına pranga olur. Bu noktada:
"Gönül, din halkasından kaçıyor." (DK. 4/213)

Dine gönülle bakmayı, dini gönülle yaşamayı, dinde taklitçiliğe karşı da koyuyor Rûmi. "Suyu
başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır." diyen Rûmi, düşüncelerini şöyle sunuyor:

"Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerindedir, aşıklarmsa
gönüllerinde."

"Dillerde olan şey, "ben batanları sevmem" hükmüne girer; gönüllerdekiyse "kalan iyi
şeylerdir." der."

"Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne... Yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol
var."

"Gönül buluta benzer, göğüsler damlardır... Şu dilse oluktur sanki; yağmur oradan akar."

'Yağmur suyu gönülden göğüslere tertemiz yağar; fakat adamın içi pisse sözlerinin de
aslıfaslı yoktur."

Bu sözler, bulutu yağmur yağdıran, damı bulutu çeken, oluğu da suyu akıtan adama göredir."

"Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır... Başkalarının damlarındaki suyu aşıran,
söz nakledendir."

"Kimin gözyaşlarından nerkisler biter, güller açarsa odur aşık... Nerkisler toplayıp demet
yapansa bir iş başarandır ancak."

'Tartış zamanı, terazinin kefeleri denktir ama adamın dili doğru söylemedi mi, kefenin biri
ağıverir."

"Kim canının halini giyinmiş, canının rengine bürünmüşse hangi cevabı verirse versin,
gerçekte soru sormadadır o."

"Bilgisigörgüsü tam olan hekim, hastaya acı bir ilç da verse zulmediyor gibi görünür ama
zalim değildir, adalet ıssıdır o."

"İsterse karanlık olsun; ayak, ayakkabısını tanır; gönül de zevk yoluyla, vardığı konağın
hangi konak olduğunu anlar."

"Gönüle gir, şu tufanda Nuh'un gemisine at kendini... Durak korkulu ama gönlüne korku
girmesin kardeş." (DK. 7/628)

Rûmi'nin gönülşekil bahsinde altını çizdiği noktalardan biri de gönül sırrının insanla
eşanlamlı olduğudur. Gönülden habersiz bir dkı, bir medeniyet, bir fert insandan da
habersizdir. Ve gönlün ihya edildiğine en büyük delil, insanın ihya edilmesidir. İnsanın
ezildiği, horlanıp bir kenara itildiği bir dünyada ne dinden bahsedilebilir ne de Allah'tan.

"Otuz cüzü eline alıp çileye girdin; otuz cüz benim, vazgeç çileden." (DK. 7/543) diyen Rûmi,
gerçek Kuf'an'm insanın gönlü olduğunu, Kur'an okumanın da insanı okuyup anlamak
olduğunu söylüyor:

"Gönlün varsa gönül kbesini tavaf et... Anlam kbe'si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun
onu?"
'Tanrı, suret kbesini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur."
"Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kabe'yi tavaf etsen Tanrı kabul etmez."
"Malınımülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede ışık versin
sana."
'Tanrı kapısına binlerce altın torbası götürsen Tanrı, bize getireceksen gönül getir der."
"Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir... Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür
bizim."
"Senin, bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsi'den
de, Levh'ten de, Kalem'den de."
"Hor bile olsa gönülü hor tutma; o horluğuyla gene de pek üstünlük üstünüdür gönül."
'Yıkık gönül, Tanrı'nın baktığı varlıktır; onu yapan can, ne de kutludur."
"Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak, Tanrı'ya hacdan da yeğdir, umreden de."
'Tanrı defineleri, yıkık gönüldedir... Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür."
"Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da sırlar yolu, yüzüne açılsın."
"Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak."
"Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse kalbinden hikmet kaynakları akar."
"Dilinden sel gibi Abı hayat akar; soluğun, Mesih'in soluğu gibi hastalıklara ilç olur."
"Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatışa sığmaz."
Dışın ihyası uğruna için, şeklin kutsanması uğruna özün ihmali, insanın başlangıçtan beri en
büyük belası olmuştur: "Baş gözüyle bakış yüzündendir ki dünyada senin ve benim gibi
binlercesi, durmadan helak olur, kör olurgider."(DK. 3/122)
"İnsana bütün korku, içinden gelir; fakat insanın aklı, daima dışardadır."
'Yûsuf gibi, boyuna dışarıyı okşardurur; halbuki içinde, kanına kasdetmiş bir kurt vardır."
"İçinde, nasıl bir çirkin var; bir görse ödü patlar."
"O çirkinlik, bir saldırışta ölürgider; fakat insan, ona zebûn olmuştur." (DK. 6/230)
Şöyle sesleniyor. "Bal çanağının ağzı kapalı, sense üstünüyanını yalayıp duruyorsun. Çanağı
yere çal, kır, görmek duymaya benzemez." (DK. 5/179)
İnsanı erdiren, mutlu eden ve sırları çözen görüş, gönül gözünün görüşüdür. Der ki Rûmi:
"Baştan başa gönül kesil, çünkü Tanrı huzuruna yol bulan, sadece görüştür." (DK. 5/52) Bu>
görüşten yoksun bulunan filozoflar, daha doğrusu felsefe, kafa gözüyle baka baka
yorulmaktan öte bir şey elde edememiştir. "Gönülde İsa gibi babasız bir güzel resmedersin
de anlamada İbn Sina bile buzda kalakalmış eşeğe döner." (DK. 5/431)

Kafa gözüne bağlı kalanların din adına konuşmuş olmaları onları filozoflardan fazla farklı
kılmaz. Rûmi, fıkhın "caizdirdeğildir" tartışmalarını da belli bir noktadan sonra felsefenin
birbirini çürütmekten öte hüneri olmayan saçma tartışmalarına benzetiyor. 'Yürü, bilgi
öğrenenlere katıl; fıkıh bilgisinin çevresinde dön de caizdirdeğildir lafları başını yüceltsin
senin." (DK. 7/634) Ama şunu da unutmamalıyız ki: "Ebu Hanife, aşka ait ders vermedi; Şafii
aşktan rivayette bulunmadı. Caizdirdeğildir sözleri ecel vaktine kadardır; aşıkların
bilgisineyse son yoktur." (DK 5/117)

Nihayet Rûmi işin özetini gündeme getiren soruyu soruyor:

"Ölümsüz olarak dünyayı parlatan, fakat ne küfür, ne de iman olmayan ışık nerede?
Meknsızlık denizi incilerle dolu, fakat içinde insanlık incisi bulunan hangisi?" (DK. 6/225)
Böylece Rûmi, tüm gelenekselformel kabullerin ötesinde bir insan gerçeğine çağırıyor ve bu
gerçeği yakalamada gönül denen bakış ve eriş kudretine sarılmayı öneriyor: "Gönül,
göklerden de yüce, göklerden de geniş!" (DK 6/283) diyen gönül eri Mevlna sözü kendisine
de getiriyor ve: "Benim yüzümü kafa gözüyle göremezsin." (DK. 5/66) diyor.
Mevlna düşüncesinde gönlün bir adı kalp, bir adı da candır. Can, tüm ölümsüzlüğün sembol
adıdır. Can, Allah'tan bizde olandır. Çan'ın karşıtı ten'dir ki Rûmi onu, iğretinin, ölümlünün
sembol adı olarak kullanır, insanda can süvari, ten binektir. Can, yani gönül tüm varlığı
güden süvaridir.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK





Ayrılık ne biliyor musun? 
...Ne araya yolların girmesi, 
ne kapanan kapılar, 
ne yıldız kayması gecede, 
ne ceplerde tren tarifesi, 
ne de turna katarı gökte.

İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, 
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. 
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, 
duvarlara dalıp dalıp gitmesi. 
Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık. 
Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin. 
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. 
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya. 
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı, 
hüznün arması ayrılık.

O küçük ölüm!
Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.
Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı. 
Ben bulutları gösterirken, 
“bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış, 
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı” 
türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş, 
Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip, 
“bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ” 
diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan.

Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını, 
bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu. 
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. 
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında....

Ne mi yapacağım bundan sonra?
Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce. 
Şiir yazmayacağım bir süre, 
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye. 
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim. 
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim. 
Falcı kadınlara inanmayacağım artık. 
Trafik polislerine adres sormayacağım, 
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye....

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Tenin tenime bu kadar sinmişken, 
ömrüm azala azala önümden akarken, 
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.. 
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, 
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.

Şükrü ERBAŞ


Düşüyor yapraklar gibi hayatımızdan sevdiklerimiz de...
Akrep ile yelkovan misali kovalıyorlar sanki birbirlerini.
geç kalmak derdi var sanırım öteki tarafa..
oysa ki yaşarken sorsanız diyecektir hepsi de; “keşke biraz daha kalsaydım dünyada”
ama nefes kadar yakın olan Azrail'i taşırken sırtımızda
“gitmem” demek, ne kadar basit bir kelime olacaktır / şu üç günlük Dünyada ...!

Mehpare ÖĞÜT








Karımı 1998'in sonbaharında kaybettim...

Yedi senelik evliliğimizin iki senesini kanser tedavisi için hastanelerde geçirmiştik.
Karım, her evlilik yıl dönümümüz de ikimizin fotoğrafını çerçeveler, ‘‘Bunlar bizim hayatımızın gölgeleri’’ derdi.
Öldüğünde, yedi tane resmimiz vardı.

97'in bir gecesinde onu aldattım.

Oysa, ona sürekli onu ne kadar çok sevdiğimi ve sonsuza kadar sadık kalacağımı söylerdim.

Ölmeden iki hafta önce yine aynı şeyi tekrarladım.

Tuhaf bir gülümsemeyle baktı bana ve sadece:

- Biliyorum dedi.

***

İzmir'e kar yağdığı gün, yani bir ay önce, evdeydim.

Fotoğraflarımıza bakıyordum yine.

Her çerçevenin altında bir harf olduğunu ilk kez o gün fark ettim.

A.

R.

K.

A.

S.

I.

N.

Gerisi için yılları yetmemişti.

Ama sanırım ‘‘Arkasına bak’’ filan yazmaya niyetlenmişti.

Hemen çerçevelerin arkasına baktım.

Hiçbir şey yoktu.

Sonra bir şey dürttü beni, hepsini teker teker söktüm.

***

İnanabiliyor musunuz, her birinin arkasından bir mektup çıktı!

Geçirdiğimiz her sene için sevgi dolu sözler yazmıştı.

1997'deki resmimizin içinden çıkan zarf ise simsiyahtı.

Ve içinden şu sözler çıktı:

‘‘14 Mart 1997/ Gözlerin bana başka birine dokunmuş gibi baktı/ Söylemene gerek yok, biliyorum...’’

***

2002'deyiz.

Onu kaybedeli 4, aldatalı 5 yıl oluyor.

İçim acıyor şimdi.

Çünkü kadınlar biliyor, hissediyor...




Alıntı…