ÖNEMLİ GÜNLER... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖNEMLİ GÜNLER... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Sana dair hissettiklerim öylesine derin, öylesine özel ve öylesine güzel ki…
Ne yazsam ne anlatsam yetmeyecek biliyorum.
Seni ne bir kelimeyle ne de onca cümleyle tarif edemem kimseye.
Ama bildiğim tek bir şey var ki o da;
Gittiğin günden beri sensiz geçirdiğim hiçbir günüm benzemiyor Sen’li günlere…
Mutluluğun ne olduğunu ise unuttum gidişinle.
Sevmeyi ise hatırlamıyorum.
An yok ki gün yok ki adını anmıyorum…
Ve sen olamasan da şu an yanımda
Bil ki ben her zamankinden çok seviyor ama en kötüsü de müthiş özlüyoruz…
Tarifsiz bir özlemmiş bu sefer ki
Kavuşma vakti Allah’a kalmış…
Zaman veremem ama günün birinde illa ki…
..........
Ve bugün…                                                                                        
Herkes babasına koşacak. Oysa ki benim ne elini öpebileceğim ne de boynuna sarılabileceğim bir babam yok artık. Özlemlerim kat kat olmuş, göz yaşlarım aktı akacak yine. Boğazımda ilmek ilmek düğümlenmeler… Sen gittiğinden beri hep böyle, hep böyleyim, aralıksız, mütemadiyen…

En kötüsü de ne biliyor musun babacığım !
Gelmeyeceğini bile bile bekliyor insan… Şu kapı çalacak, koşup açacağım ve karşımda sen,  atlayıp boynuna sarılacağım…Hayal işte.  Ama yine de bekliyor insan bir ümitle. Oysa ki farkındayım bu gidişin dönüşü olmadığının da. Ama bir umut dedim ya her daim yürekte.

Ve bugün sensiz geçireceğim bu üçüncü babalar günü… Bir burukluk var halimden belli. Bir yalnızlık var içimde sebebi sen. Neye atsam elimi mutlu etmiyor hiçbir şey beni. Gülüşlerim sahte, duygularım yalan, mutluluğumu ise kaybettim gidişinle. Ama yine de bugün senin günün. Bugün yine her zaman ki gibi seni düşünecek, seni sevdiğimi söyleyeceğim duymadan hiç kimse.. Ve her zamankinden daha çok özleyeceğim seni…

Olamasak da yan yana… Babalar günün kutlu olsun BABACIĞIM… Seni çok ama çok seviyorum…

İlk göz ağrın, kızın,,, Mehpare'n
 ………..

Tıpkı annelerimiz gibi babalarımız da… Her anımızda yanımızda, baş ucumuzda. Emek veren büyüten.  Doğuran annedir ama bir baba yoksa eğer sen de gelemezsin bu dünyaya. Var olamazsın hiçbir vakit. İşte bu yüzden tıpkı en az annelerimiz kadar kıymetlidir babalarda.


Bu güzel ve özel gün nedeniyle; bloğumu ziyaret eden tüm babaların, baba adaylarının ve şu an yanımda olamasa da varlığını ve gücünü her daim yanımda hissettiğim babacığımın babalar gününü yürekten kutluyor; acısı, tatlısıyla,,, sevinci mutluluğuyla ama her şeyden önemlisi de tüm seven ve sevdiklerinizle birlikte mutlu ve de huzurlu sevgi dolu nice yıllar diliyorum. Her şey gönlünüzce olsun…Saygılarımla

Mehpare ÖĞÜT



Bilirim anlarsın gözlerimde ki hüzünden
Ne zaman ki sıkılsa canım “neden böylesin” demelerinden…
Sorgu sual edişinden
Bir sen yanarsın
Bir sen ağlarsın benim için;
Gün gelir herkes giderken…
….
Gün gelir elini eteğini toplar gider herkes,  değişir; yenik düşer zamana her şey.  Akıl erdirilemez çoğu şeye, anlam verilemez gidişlere. Zaman deyip koyarsın bir köşeye, iyileşsin diye…

Yaraların olur kapatmak istersin kimseyi bulamazsın etrafında. Dertlerin olur kimi zaman dinleyecek bir Allah’ın kulu çıkmaz karşına. Paylaşmak istersin bir şeyleri; kimi gönülsüz kimi de öylesine seyreder seni. Kaldı ki herkes değildir “sen” gibi… Kısaca annem; 
….
Yeri gelir derdim derdin olur / benimle ağlar durursun.
Söylemezsin ama içten içe üzülür durursun.
Yüzündeki her çizgide vardır bilirim payım
Sana ne desem, ne yapsam yetmez ki canım…!
….
Benim için en özel, en güzel, en vazgeçilmezim
Bu dünya üzerinde sevdiğim yegane insan olan ANNEM…Seni çok ama çok seviyorum...
….

Başta kendi anneciğim olmak üzere dünya üzerinde hangi şartlar altında olursa olsun
çocuklarını bağırlarına basarak her türlü fedakarlığı yapan, onlar için en güzelini ve en hayırlısını isteyen cefakar, vefakar bütün annelerimizin bu güzel ve özel gününü canı gönülden kutluyorum…

Sizi seven ve sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, mutlu, huzurlu, sevgi dolu bir dünyada nice güzel zamanları birlikte geçirmeniz dileğiyle, saygılar sunuyor, sevgiler gönderiyorum…

ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN..

Mehpare ÖĞÜT




Durdu zaman…
Yer gök isyanda.
Saatler küsmüş, akıllar şaşkın;
İnsanlar meydanlarda…

Bir tarihti kapatan gözlerini
Bir dev çınar yitip gitmişti.
Öksüz, yetim günler gelmişti
Şimdi Seni seven her  yürekte yalnızlık.

Ağrıyor sol tarafımız gittiğin günden beri
Sana ağlıyor yer, gök, tüm insanlık
Yazılan her satır, her dize senin adına
Seni arıyor tüm gözler binbir umutla…

Yedi düvele kafa tutan yiğit
Sen ölmez denilen koca Kemal
Sarı saçlı mavi gözlü dev…
Sana hasret şimdi tüm yürekler…
Neredesin söyle ?

Gidişinle hüzün kapladı her yanı
Bütün tabiat  sana ağladı
Dağ, taş dile geldi haykırdı
Sen ölmedin ATAM, ölemezsin…
Aylardan Kasım günlerden Sensizlik…
Sen hep bizimlesin…

Kasım 2012
Mehpare ÖĞÜT


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzün ebedi istirahatgatına gidişinin üzerinden tam 74 yıl geçti. Geçen zamanla birlikte O’na olan özlemimiz ve ihtiyacımız her geçen gün daha çok hissedilmekte…
 “Benim naçiz vücudum elbet birgün toprak olacaktır; ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” sözü ile vatanını bizlere miras olarak bırakan koca bir yüreğin sahibi,  yüzyılın en büyük lideri Atamızı kaybetmenin en büyük hüznü ve üzüntüsü içerisinde O’nu saygı ve minnettarlıkla anıyor, önünde saygı ve sevgi ile eğiliyoruz….

SENSİZLİK ZOR OLSA DA, SEN RAHAT UYU ATAM ! 
ESERİNİN YILMAZ BEKÇİLERİYİZ…




Ey büyük Ata'm,

Türk gençliği olarak hürriyetin, bağımsızlığın, egemenliğin, cumhuriyetin ve İnkılâplarının yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde, her durumda, Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için; bütün zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi Büyük Türk Milletine adarız.

Türk Gençliği


Ne tek bir günle anlatılacak kadar ne de yaşadığım ömre sığacak kadar sıradansın… Seni ne bir şiir ile ne de seçtiğim süslü püslü kelimelerden kurduğum cümlelere sığdırıp anlatmam mümkün olur… Seni ancak yaşamak gerek, senin bize verdiğin emeği anlamak adına. Günümün 24 saatini değil versem, şu ömrümü yoluna sersem yetmez senin uğruna. Kısacası ne şiirlere sığarsın ne de kitaplarda anlatıldığın kadarsın. Saçında ki her bir beyaz telin hesabını, yüzünde ki her bir ince çizginin anlamını, bakışlarında ki her daim merhamet duygusunu ve “Kızım” dediğinde ki o sıcaklığı değişmeyeceğim tek kadınsın SEVGİLİ ANNEM…

Her anımda, her gözyaşımda, her sevincimde, hep benimle, bizimle olduğun için…
Canından can verip karşılıksız sevdiğin için…
En zor zamanlarda her şeye katlanıp bizimle olduğun için…
Ne zaman ki Anne dedim/k…
İşte o gün bugündür bildiğim en güzel şey senin ismin… ANNEM…

İyi ki varsın… İyi ki bizimlesin… İyi ki ANNEMİZSİN…Seni Seviyoruz…
Anneler Günün Kutlu Olsun !....

TÜM ANNELERİN ANNELER GÜNÜ KUTLU OLSUN !...

Mehpare ÖĞÜT




Bizlere bugünleri bağışlayan, attığımız her adımda varlıklarını hissettiğimiz, güzel ve eşsiz ülkemizin savunmasında, canlarını feda etmekten bir an olsun şüphe duymayan…
“Ne Mutlu Türk’üm Diyene !” sözünü göğsümüzü kabarta kabarta yürekten söyleten…
“Bir Türk Dünyaya Bedeldir” sözüyle gücünü ve yüreğini göstererek dünyaya TÜRK ismini altın harflerle yazdıran ve ebediyete kadar sonsuz minnettarlıkla anılacak olan…
Başta büyük önderimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, dünyanın parmakla gösterdiği tek lider Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, onunla birlikte gözlerini kırpmadan bu vatan için çarpışan, canlarını vererek şehitlik mertebesine ulaşan tüm askerlerimizin önünde saygı ve şükranla eğiliyor, rahmetle anıyoruz.


Ruhları şad olsun !...


Mehpare ÖĞÜT
Mustafa Kemal ( Cepheden son Mektup )

Mustafa Kemal, 2 Temmuz 1915 yılında Arıburnu’ndan Madam Corinne’ye yazdığı mektupta şöyle der :

Aziz Madam ,

Karargahımın katiplerinden Hulki Efendi’nin İstanbul’a seyehatinden faydalanarak size bu mektubu yazıyorum.Birkaç gün evvel içinde latife sözleri bulacağınız bir kartpostal yollamıştım.Burada hayat , o kadar sakin değil.Gece gündüz hergün çeşitli toplardan atılan şarapneller ve diğer mermiler başlarımızın üstünde patlamaktan hali kalmıyor.Kurşunlar vızıldıyor ve bomba gürültüleri toplarınkine karışıyor .Gerçekten bir cehennem hayatı yaşıyoruz.Çok şükür , askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler.Bundan başka hususi inançları , çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor.Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün , Ya gazi veya şehit olmak.Bu sonuncusu nedir bilirmisiniz ? Dos doğru cennete gitmek.Orada Allah'ın en güzel kadınları , hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzusuna tabi olacaklar.Yüce saadet.Sizin mantıki nasihatlerinizi bekleyen şimdiki hadiseler yüzünden kazandığım sert karakteri yumuşatacak romanları etüd etmeye ve böylece ümit ederim ki , hayatın bu hoş ve iyi taraflarını hissedecek hale gelmeye karar verdim.(...)

Adres : Miralay Mustafa Kemal , 19.Fırka Kumandanı , Maydos
Yahut : Miralay Mustafa Kemal , Arıburnu Maydos.Bu daha emin.
_____________________________________________________________

Hasan Etem’in Validesine Son Mektubu

Valideciğim,

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi,

Nasihat-amiz mektubunu Divrin Ovası (Niğde) gibi,güzel,yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım.Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti.

Okudum, okudukça büyük dersler aldım.Tekrar okudum.Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim.Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım.Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi,bana,annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi.Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni , annenden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı.Nazarlarımı sola çevirdim çağıl çağıl akan dere , bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor , oynuyor , köpürüyordu ...

Başımı kaldırdım , gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım.Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini , yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu.Diğer bir dalına baktım , güzel bir bülbül , tatlı sedasıyla beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar anında , hizmet eri :

-Efendim , çayınız , buyurunuz , içiniz , dedi.

-Pekala dedim,aldım baktım , sütlü çay...

-Mustafa bu sütü nereden aldın ? dedim.

-Efendim , şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu ?

-Evet dedim.Evet ne kadar güzel.

-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.

Valideciğim , on paraya yüz dirhem süt , su katılmamış.Koyundan şimdi sağılmış , aldım ve içtim. Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu : “Validen kaderine küssün , ne yapalım.O da erkek olsaydı , bu çiçeklerden koklayacak , bu sütten içecek , bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi”

Şevket merak etmesin o görür , belki de daha güzellerini görür.

Fakat , valideciğim , sen yine müteessir olma.Ben seni , evet seni mutlaka buralara getireceğim.Ve şu tabii manzarayı göstereceğim.Şevket , Hilmi (kardeşleri) de senin sayende görecekler.

O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında , çamaşır yıkayan askerler saf saf dizilmişler.Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

Ey Allah’ım , bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi.Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi ,dere bile sesini çıkarmıyordu.Ezan bitti.O dereden ben de bir abdest aldım.Cemaat ile namazı kıldık..O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.Ellerimi kaldırdım , gözümü yukarı diktim , azımı açtım ve dedim :

-Ey Türklerin Ulu Allah’ı.Ey şu öten kuşun , şu gezen ve meleyen koyunun , şu secde eden yeşil ekin ve otların şu heybetli dağların Halikı.Sen bütün bunları Türklere verdin.Yine Türklerde bırak.Çünkü böyle güzel yerler , Sen’i takdis eden ve Sen’i ulu tanıyan Türklere mahsustur.

Ey benim Rabbim !

Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri ; ism-i Celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır.Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek , böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin , düşmanlarını zaten kahrettin ya , bütün bütün mahfeyle. ”Diyerek dua ettim ve kalktım.Artık benim kadar mes’ut , benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.

Oğlun Hasan Etem

Mektubu yazan , ihtiyat zabit ( yedek subay ) namzedi Hasan Etem , İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıfına devam ederken aynı zamanda Beyazıt Nümune Mektebi’nde öğretmendi.Düşmanın Çanakkale’ye dayandığını işittiğinde gözünü kırpmadan binlerce akranı gibi cepheye koştu.Gönüllü yazıldı.

Bu onun son mektubuydu.Bu mektubu yazdıktan iki gün sonra Maydos (Eceabat)’da şehit oldu...
_____________________________________________________________

Kınalı Kuzu

Yozgat’ın Sorgun kazasının Karayakup köyünden cepheye gelen Murat , bölükteki tıbbiye öğrencilerinden Şükrü’ye bir mektup yazdırır :

“Anacığım kardeşlerimi askere gönderirken başına kına koyma...Zabit efendi bana sordu cevap veremedim.Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar.”

Bir müddet sonra Murat’ın anasından cevabi mektup yetişir :

“Ey oğlum , gözümün nuru Murat’ım ! Zabit efendiye selam söyle...Biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz.Sen dört kardeşin arasında kurbansın.Sen İsmail’sin(as).Sen orada şehit olacaksın inşallah.Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa , ben de onun için senin saçını kınalayıp gönderdim.”

Ve mektup Çanakkale’de Murat’a ulaştığında , Murat’ın kınalı başı çoktan Allah'ına kurban gitmiştir bile...

_____________________________________________________________

Üsteğmen Zahid'in Vasiyeti

“Bu günlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz.Bilirsin , her muharebeye giren ölmez. Fakat eğer ben ölürsem sakın gam yeme... Beni ve seni yaratan Allah bizi nasıl dünyada birbirimize nasip etti ise , benden şehitlik rütbesini esirgemediği taktirde , elbette , ruhlarımızı da birbirine kavuşturur.Vatan yolunda şehit olursam bana ne mutlu.Ancak , sana bir vasiyetim var :

Birincisi benim için kat’iyyen ağlama...

İkincisi, eşyamın listesi ilişikte.Bunları sat , ele geçecek paradan “mihr-i muaccel ” ve “mihr-i müeccel ” ini al , üst tarafı ile bana bir mevlüt okut.Eğer bunlar sana borcumu ödemezse hakkını helal et ve ilk gece aramızda geçen sözü unutma...”

Ayrıca mektubun içinden kırmızı kordelaya bağlı bir de saç demeti çıkar.Saçın tazeliği bunun mini mini bir yavrunun başından kesilmiş olduğunu göstermektedir.

İşte o zaman herkes Zahid’in evli olduğunu ve Nadide isminde de bir yavrusunun varlığını öğrenir.Çünkü Zahid Üsteğmen cepheye gelirken arkasında evlad ü iyal düşüncesini de bırakmıştır.Ve savaş boyunca ne izin isteyerek evine gitmeyi düşünmüş ne de o konuda iki çift laf etmiştir.

Zahid , 9 Ocak 1916’da şehit olur.

Gümüşhane’nin Şiran ilçesinden Üsteğmen Zahid , Aziziye ilçesinin Kılıç Mehmet Bey köyünden Ahmet Efendi’nin kızı , eşi Hanife Hanım’a yazdığı ve vasiyetini bildirdiği mektubunu şu cümle ile bitirir :

“Bu vasiyetimi aldığınız zaman yüksek sesle ağlamanıza razı değilim.”

_____________________________________________________________


Kolağası (Ön Yüzbaşı) Bölük Komutanı - Mehmet TEVFİK- 1881 İstanbul


Sebebi hayatım, feyz-ü refikim,

Sevgili babacığım,valideciğim,

Arıburnu'nda ilk girdiğim müthiş muharebede sağ yanımdan ve pantolonumdan kurşun geçti, hamdolsun kurtuldum.Fakat bundan sonra gireceğim muharebelerden kurtulacağımdan ümidim olmadığından bir hatıra olmak üzere şu yazılarımı yazıyorum.

Hamdü senalar olsun Cenab-ı Hakka beni bu rütbeye kadar isal etti.Yine mukadderatı ilahiye olarak beni asker yaptı.Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla beni vatan ve millete hizmet etmek için ne suretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz.Sebeb-i Feyz-ü refikim ve hayatım oldunuz.Cenab-ı Hakk'a ve sizlere çok teşekkürler ederim.

Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı hak etmek zamanıdır.Vazife-i mukaddese-i vataniyeyi ifaya cehdediyorum.Rütbe-işehadete suudedersem Cenab-ı Hakk'ınen sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim.Asker olduğum için bu her zaman bana pek yakındır,sevgili babacığım ve valideciğim.Göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezih'ciğimi evvele Cenab-ı Hakk'ın saniyen sizin himayenize tevdi ediyorum.Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapınız.

Oğlumun talim ve terbiyesine siz de refikamla birlikte lütfen sayediniz.Servetimizin olmadığı malumdur.Mümkün olandan fazla birşeyi isteyemem,istesem de pek beyhudedir.Refikama hitaben yazdığım matuf mektubu lütfen kendi eline veriniz.Fakat çok müteessir olacaktır,o teessürü izale edecek vechile veriniz.Ağlayacak üzülecek tabi teselli ediniz.Mukadderat-ı ilahiye böyleymiş.Malumat ve düyunatın hakkında refikam mektubunda laf ettiğim deftere ehemmiyet veriniz.Münevver'in hafızasında ve yahut kendi defterinde mukayyet düyunat da doğrudur.Münevver'e yazdığım mektubum daha mufassaldır.kendisinden sorunuz.

Sevgili baba ve valideciğim ,

Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur.Beni affediniz,hakkınızı helal ediniz,ruhumu şadediniz,işlerimizi tavsiyesinde refikama muavenet ediniz ve muin olunuz.

Sevgili Hemşirem Lütfiye'ciğim,

Bilirsiniz ki sizi çok severdim.Sizin için vesayemin yettiği nisbette ne yapmak lazımsa yapmak isterdim.Belki size karşı da kusur etmişimdir,beni affet ,mukadderatı ilahiye böyle imiş hakkını helal et ruhumu şadet , yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih'e sen de yardım et , sizi de Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve himayesine tevdi ediyorum.

Ey akraba ve ehibba ve evda , cümlenize elveda , cümleniz hakkınızı helal ediniz.Bnim tarafımdan cümlenize hakkım helal olsun.Elveda , elveda..Cümlenizi Cenab-ı Hakk'a tevdi ve emanet ediyorum..

Ebediyen Allah'a ısmarladım.

Sevgili Babacığım ve Valideciğim....

Oğlunuz Mehmet Tevfik

* * *

(Mehmet Tevfik , 2 Haziran 1915 günü yaralanmış ve Çanakkale Askeri Hastanesi'nde şehitlik rütbesine ulaşmıştır.)
Engelli olmak bir suç değildir ! 
Asıl engelli görmemiz gerekenleri görmeyen ve sevmeyi bilmeyenlerin yüreklerinde ki engellerdir. 


Engelli olmak demek, elini eteğini herkesten ve her şeyden çekmek de değildir...Yaşam her şeye rağmen hızla devam etmektedir. Bugün engelli diyerek alay ettiğimiz ve hor gördüğümüz birine karşılık emin olun ki zaman size en acı dersini verecektir ve de hiç ummadığınız bir anda ve belki de en mutlu olduğunuz bir anda...Bu bazen bir trafik kazası ile bazen başka bir sağlık sorunu ile ya da sizin payınıza düşen bir ders ile. Hiç kimse istemez engelli olarak doğmayı ve hiçbir ana baba da istemez evladının engelli olmasını. Ama bazen Yaradan öyle uygun görür ve vardır elbette bir bildiği. Sonuç ne olursa olsun önemli olan onlara hayatı zehir etmeden ve bizlere yakışır şekilde onların hayatına katkıda bulunabilmek ve destek olabilmektir. Bu çok da zor olmasa gerekir diye düşünüyorum...Her şeyden önce yöneticilerin kuma gömdükleri başlarını çıkartıp onlar için bir şeyler yapması gerektiğini büyük puntolar eşliğinde ve en kalın yazılarla bir kez daha hatırlatmakta fayda var. 


Lütfen engelli kardeşlerimiz için ulaşımdan tutunda her türlü sosyal konuda onlara yaşanılır bir hayat sunmak adına kolları birlikte sıvayalım. Nasıl ki doğal afetlerde bir araya gelebiliyoruz; onlar adına da bunu yapmamak için bir sebep yok öyle değil mi !!!


Aramızda ki engelleri kaldıralım ve onlar için bu dünyayı hepbirlikte yaşanılır bir hale dönüştürelim... 
Hepimiz birimiz birimiz hepimiz olalım !!!


Tüm engelli kardeşlerime saygı ve sevgilerimle....


Mehpare ÖĞÜT






“Rica ile, merhamet dilenmekle bir millet ve devletin şeref ve istiklâli
kurtarılmaz.
Türk milleti, gelecek nesiller için bunu unutmamalıdır."
19 MAYIS güven, sevinç, hareket günüdür”

Mustafa Kemal ATATÜRK





1941 yılında İngiltere’ye uçuş eğitimi için gönderilmiştik. Londra’ya vardığımızda, grubumuzun İngiliz makamları ile irtibatını sağlamak üzere yaşlı bir İngiliz hava binbaşısını irtibat subayı olarak atamışlardı. Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe...yi bizlerden daha iyi konuşuyordu. Mr. Salter’i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu.

Bir akşam bana şunları anlattı:

1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun’daki İngiliz işgal Tabur komutanı idim. 18 Mayıs1919 günü İstanbul’daki İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığından şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf; “16 Mayıs 1919 günü , Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan görevli olarak ayrıldığını ve fakat vapurdan gönderdiği telgrafta istifa ettiğini, eğer Samsun’a inecek olursa tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini” istemekte idi. Kumandanlığımın bu emrini en iyi şekilde yerine getirebilmem için ilk iş olarak tabur subaylarımı toplayarak kendilerine telsiz emrini okudum ve gerekli emirleri verdim. Şehirdeki durumu görmek için Samsun’a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı.
Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı bir görünümde idi. Siyah çizmeli, kilot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkat nazarımı çekti. Sonradan, bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyor. Bütün gece hiç uyumadan yatağımda döndüm durdum.

19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Bir olay çıkmaması için taburumla bütün iskele ve civarını kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalığın heyecanı son haddini buldu. Bir de gördüm ki her askerimin arkasında siyah çizmeli kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.

Vapur iyice göründü. Bazı il ve belediye görevlileri sandallarla vapurun demirleyeceği yere doğru gitmeye başladılar.
Görevimi, iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek ben de motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. İskelede beni selamlayan iki tayfaya; “Vapurdaki generali görmek istediğimi” söyledim. Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi içeriye aldı. Herkes ayakta idi. Ortadaki mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: “Taburum emrinizdedir.”

Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan dahi geçirmemiştim. Tercümanım bir an durakladı. Kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti. Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktık. Öteki sandallar da vapurun etrafına varmışlardı. Gemiye çıkmış olan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra vapurdan benim motorumla ayrıldık. İskeleye vardığımızda muavinim koşarak yanıma geldi. Kendisine; Taburu safta toplamasını, silah çattırmasını ve Türk makamlarına teslim olmalarını söyledim. Biraz durakladıktan sonra emir tekrarı yaparak selam verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı. Yanılmamıştım. Onlar hakkında edinmiş olduğum bilgiler doğru çıkmıştı.

Mustafa Kemal Paşa; benim yanıma, o siyah çizmeli kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle –tabi kendi şoförümle birlikte- misafir edileceğimi söyledikleri Ankara’ya gönderdiler. Taburumun erleri de; Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirilmişler.
Kurtuluş savaşının sonuna kadar Ankara’da, Ogüstüs Mabedi’nin yanındaki Hacı Bayram Camii’nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap bir evde kaldım. Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bir süre bu evde oturdum.

Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta’daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere’ye döner dönmez tutuklandım ve divanı harbe verildim. Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi. Onlardan yararlanarak, kısa, fakat öz bir savunma hazırladım. Bana isnad edilen suç taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi. Yüksek Askeri Mahkeme’nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim :
Sayın hakimler Başbakanımız Lıoyd George’e Avam Kamarası’nda şöyle bir soru sorulmuştur: Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkardık ve o tarihten bu yana milyarları bulan (sterling) masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir’de denize döküldüler ve Anadolu’daki bütün Rumlar atıldılar veya muhacerete zorlandılar. Bizim kazancımız nedir?”
Bu soruya karşılık Başbakan Lıoyd George şunu söylemiştir: ‘Yüzyıllar bir veya iki dahi yetiştirir. XX. Yüzyılın dahisinin Türkiye’den çıkacağını ben nereden bilebilirdim?’

Görüyorsunuz sayın hakimler, karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği, XX.Yüzyılın dahisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi? Eğer ben başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gidecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.”

Beraat ettim ve terhise tabi oldum. Sivil hayatta bir tütün şirketinde iş buldum. Şirketim “Abdullah Cigarette” adındaki Türk tütünü ve Virginia karşımı sigarayı çıkartıyordu. Ben Türkçe’yi çok iyi konuştuğum için beni bir20kursa tabi tutarak tütün eksperi yaptılar ve Türkiye’ye gönderdiler. İlk iş olarak Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Beni kabul buyurdular ve ilgililere, Türkiye’deki ikametim hususunda yardımcı olmalarını ve kolaylık göstermelerini emir buyurdular. Ailemle birlikte ikinci Dünya Savaşı’na kadar, tütün üreten köylerde, Türk köylüsü ile birlikte yaşadım. Ben ve ailem Türk köylüsünü o kadar çok sevdik ve o kadar çok benimsedik ki eğer hükümetimiz tarafından resmen İngiltere’ye çağrılmasaydık Türkiye’de kalmayı tercih ederdik.

İngiltere’ye döndüğümüzde beni hava bakanlığından çağırdılar ve yeni görevimi bildirdiler. Çok sevindim ve müjdeyi aileme büyük bir zevkle bildirdim. Beni terhis olduğum rütbe ile Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF)’ne almışlardı. Görevim istihbarat Başkanlığında idi. Türkiye ile İngiltere arasında 1939’da yapılan bir anlaşmaya göre İngiltere’ye uçuş eğitimine gönderilecek olan subayların RAF ile irtibatını sağlayacaktım yani yine Türklerle birlikte olacaktım…."
Mr. Salter ile iki yıldan fazla bir süre birlikte bulunduk. Bu süre içerisinde bizleri daima savundu ve kendisini daima bizden saydı.

Yıl: 103
Mayıs 1984
Sayı:291

Em. Hava Albay Kemal İntepe' nin yukarıda tarih ve sayısı yazılı Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde yayınlanan yazısı



Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, 30 Mart 1923 tarihinde Vakit gazetesine verdiği demeçte;

"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken..., kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim" demiştir.

Bu nedenle medeni ülkeler seviyesine çıkmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti, kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapamazdı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan kadınların erkeklerden hiçbir farkı yoktu. Tek fark cinsiyetleriydi ama bu onların erkeklerden sonra yer aldığının ve ikinci sınıf insan olduğunun bir göstergesi değildi. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan kadınlar milli teşkilatlar kurarak çalışmalar yapmışlar, cepheye silah ve mermi taşıyarak erkeklerle birlikte vatanları için omuz omuza çarpmışlardır…

Medeni Kanunun kabul edilmesi ile birlikte, kadın erkek eşitliği sağlanmış; erkeğe tanınan haklar kadınlara da tanınmıştır ki bunlardan en önemlisi de seçme ve seçilme hakkının dünya da ilk kez Türk kadınına verilmesiyle gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra medeni kanunun kabulüyle birlikte evlenme tarafların isteğine bırakılmış ve vekil sistemi kaldırılarak sadece nikâh memurunun yaptığı evlilikler geçerli sayılmıştır. Ayrıca eskiden Allah’ın hakkı üç’tür deyip birden fazla kadınla evlenilmesinin önüne geçilmiş ve tek eşlilik sistemi getirilmiştir. Miras ve şahitlik gibi konularda da erkeklerle aynı haklara sahip olmuşlardır…

Aradan geçen zaman içerisinde pek çok saldırıya, eleştiriye maruz kalmış olsa da artık hakkını arayabilen, kendi ayakları üstünde durabilen ve her alanda erkekle aynı seviyede yer alabilen bir konuma gelmiştir…

Tüm bunlara rağmen günümüzde hala geleneklere bağlı kalmaktan kurtulamamış ve kadını ikinci sınıf vatandaşı olarak gören, kadını isteği dışında gönül rızası olmadan evlendiren ve daha çocuk yaştayken çocuk büyütmeye mahkûm eden ve erkek egemenliği altında zoraki yaşatılmak zorunda bırakılan, her türlü cinsel tacize ve şiddete maruz bırakılan kadınlarımızda yok değildir. Bu da kültürel eksikliğin, bilgisizliğin ve cahilliğin ve de köhnemiş geleneklere bağlılığın göstergesidir ki; bunun önüne geçmek de kadının önce kendine değer vermesi, kendinin bir köle değil bir insan olduğunu kabul ettirmesiyle mümkün olabilecektir…

Tüm kadınlar birer çiçektir aslında… İlgiye, şefkate, sevgiye ihtiyaç duyarlar…

Aslına bakarsanız her kadında biraz çocuktur aslında… Sevmek ve sevilmek, şımartılmak ister çoğunlukla…

Ve her kadın gönlüyle yürekten sever erkeğini… Ama o da bekler karşılığını fazlasıyla…

Ve her kadın güzeldir; akıllıdır; annedir; çalışandır; emektardır; cefakârdır; vefakârdır; tüm zorluklara göğüs gerebilendir aslında…


Mehpare ÖĞÜT



Türk kadını yüzyıllar boyunca geri planda bırakılmış ve ikinci sınıf insan muamelesi görmüş olup, tüm sosyal hakları elinden alınmıştır ki; “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözü de bunun gerçekliğini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır… Tarih boyunca kadın, evinin kadını, çocuğunun anası olmaktan öteye gidememiştir. Çünkü kadın sadece çamaşır yıkayan, yemek yapan, çocuğuna ve evine bakan, kocasına hizmet eden rolleri üstlendirilmiştir. Üstlendirilmiştir diyorum çünkü gerçekten de “kadın kısmı” sadece bu işleri yapmakla yükümlüydü ve başka bir şeyden anlamaz, başka bir iş yapamazdı; çünkü kadın “eksik etekti”…

Ulu Önderimiz 30 Mart 1923 tarihinde Vakit gazetesine verdiği demeçte;

"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim" demiştir.

Bu nedenle medeni ülkeler seviyesine çıkmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti, kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapamazdı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan kadınların erkeklerden hiçbir farkı yoktu. Tek fark cinsiyetleriydi ama bu onların erkeklerden sonra yer aldığının ve ikinci sınıf insan olduğunun bir göstergesi değildi. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan
kadınlar milli teşkilatlar kurarak çalışmalar yapmışlar, cepheye silah ve mermi taşıyarak erkeklerle birlikte vatanları için omuz omuza çarpmışlardır…

Medeni Kanunun kabul edilmesi ile birlikte, kadın erkek eşitliği sağlanmış; erkeğe tanınan haklar kadınlara da tanınmıştır ki bunlardan en önemlisi de seçme ve seçilme hakkının dünya da ilk kez Türk kadınına verilmesiyle gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra medeni kanunun kabulüyle birlikte evlenme tarafların isteğine bırakılmış ve vekil sistemi kaldırılarak sadece nikah memurunun yaptığı evlilikler geçerli sayılmıştır. Ayrıca eskiden Allah’ın hakkı üç’tür deyip birden fazla kadınla evlenilmesinin önüne geçilmiş ve tek eşlilik sistemi getirilmiştir. Miras ve şahitlik gibi konularda da erkeklerle aynı haklara sahip olmuşlardır…

Yine Ulu Önderimizin 01 Eylül 1925 Tarihinde İkdam gazetesine vermiş olduğu demeçte ;

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"


sözleriyle Türk kadınına verdiği önemi ve değeri bir kez daha göstererek, Türk kadınının kültürel seviyesinin yükseltilmesi için önemli çalışmalar başlatmış ve bu çalışmalar neticesinde de bilim adamı, doktor, öğretmen, sanatçı … vb gibi pek çok meslek alanında çok değerli ve başarılı kadınlar yetişerek hak ettikleri konuma gelmiş ve arkalarından da yeni nesillere örnek teşkil etmişlerdir…

Tüm bu çalışmalar neticesinde de Türk kadını dünya kadınlarına örnek teşkil edecek seviyeye gelmiş ve hak ettikleri değeri görmeye başlamıştır.

Ulu önder, Türk kadınlarının hiçbir alanda erkeklerden ve Avrupalı kadınlardan geri kalmayacakları yolundaki inancını da şu sözleriyle belirtmiştir:

"Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım."

Aradan geçen zaman içerisinde ve günümüzde, geçmişle bugün arasına dönüp baktığımızda Türk kadını büyük ilerleme kaydetmiştir. Bu süre içerisinde pek çok saldırıya, eleştiriye maruz kalmış olsa da artık hakkını arayabilen, kendi ayakları üstünde durabilen ve her alanda erkekle aynı seviyede yer alabilen bir konuma gelmiştir…

Tüm bunlara rağmen günümüzde hala geleneklere bağlı kalmaktan kurtulamamış ve kadını ikinci sınıf vatandaşı olarak gören, kadını isteği dışında gönül rızası olmadan evlendiren ve daha çocuk yaştayken çocuk büyütmeye mahkum eden ve erkek egemenliği altında zoraki yaşatılmak zorunda bırakılan, her türlü cinsel tacize ve şiddete maruz bırakılan kadınlarımızda yok değildir. Bu da kültürel eksikliğin, bilgisizliğin ve cahilliğin ve de köhnemiş geleneklere bağlılığın göstergesidir ki; bunun önüne geçmek de kadının önce kendine değer vermesi, kendinin bir köle değil bir insan olduğunu kabul ettirmesiyle mümkün olabilecektir…

Tüm kadınlar birer çiçektir aslında… İlgiye, şefkate, sevgiye ihtiyaç duyarlar…
Aslına bakarsanız her kadında biraz çocuktur aslında… Sevmek ve sevilmek, şımartılmak ister çoğunlukla…
Ve her kadın gönlüyle yürekten sever erkeğini… Ama o da bekler karşılığını fazlasıyla…
Ve her kadın güzeldir; akıllıdır; annedir; çalışandır; emektardır; cefakardır; vefakardır; tüm zorluklara göğüs gerebilendir aslında… kıymeti anlaşıldığında

Ve her kadın Nazım Hikmetin’de bir şiirinde tanımladığı gibi;

Kimi der ki kadın uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli bir köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir.
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal
O benim kollarım, bacaklarım.
Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır…



TÜM DÜNYA KADINLARININ AMA HERŞEYDEN ÖNCE DE CEFAKAR VE VEFAKAR TÜRK KADINININ KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN…



HAPPY WOMEN'S DAY !...





Saygı ve Sevgilerimle,,,
Mehpare ÖĞÜT