ASIM ERDOĞAN YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ASIM ERDOĞAN YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Düğünler de olmasa hiç oynayıp gülemeyeceğiz…İnanır mısın kaç yıldır içimden gelip de bir şarkı mırıldanmıyorum…Zorlasam da olmuyor bu…Oysa böyle değildik gençliğimizde…Birlikte şarkılar söyler, oyunlar oynar, bol bol kahkahalar atardık…Şimdi herkes bam teli gibi gergin…Neşesiz, asık suratlı, her an kavgaya hazır bir pozisyonda beklemede…Yanlış anlamalar, incir çekirdeğini doldurmayacak bir nedenle oluşuveren tartışmalar öyle çok ki inan, çoğu yerde sıradan hale geldi bu tip olaylar…Şu cinayetlere bir bakın!..Katliam gibi…Acımasız katiller, çok şaşırtıyor bizi…Korkuyoruz…Kaybolan çocuklar, artık evlerine sağ dönemiyorlar…Sapıklar her tarafta kol geziyor…Çaresizlik, daha da çok karamsar yapıyor bizleri…Zaten çok az olan mevcut neşemizi de alıp götürüyor…Ne yapmalı bilmiyorum!..” diyordu bir sohbetimizde yakın dostum bana…Haklısın dedim…Hepimiz aynı kaygıları taşımıyor muyuz zaten?..Moralimiz bu nedenle bozuk değil mi?..Birbirimize dert yanıyoruz adeta bağıra çağıra…Nezaket kuralları da dikkate alınmaz oldu artık…Küfürler sıradanlaştı…
Kibar bir arkadaşım, üzüntüyle anlattı bana…”Ben de küfürbaz oldum Asım!..Vallahi hiç şaşırma!..Biliyorum bunu benden beklemezsin; ama gerçek bu…Küfrediyorum artık!..Her şeye kızıyorum…Siyasetçilerin kaba saba konuşmaları, tehditleri, şantajları, arsızlıkları, gamsızlıkları, hiçbir eleştiriye aldırmaz tutum ve davranışları, görsel ve yazılı basının yanlı ve yönlendirici yayınları, gazetecilerin herhangi bir görüşe saf tutuşları, objektif kriterlerin hiç dikkate alınmayışı çok rahatsız ediyor beni…Bile bile yalan söyleyen siyasetçi tipi adeta çıldırtıyor beni…İyi de bu yalanları hop diye yutanlara ne demeli?..İşte bu durum, ağzımdan çıkanları denetlememi engelliyor…Yaa biz bunları hak etmiyoruz diyorum!..Olamaz böyle şey diyorum…İsyan ediyorum!..Söyle haksız mıyım?..Düşün ben bu hale gelmişsem, normal vatandaşımız ne halde tahmin et!..” Haklısın diyorum ona da…Bozulmayan ne kaldı ki değerlerimizden?..Bir bir uçup gidiyorlar göz göre göre…Yapılacak bir şey olmalı elbette!..Her zaman yapılacak bir şey olur çünkü…Olmalı!..

Gençlerimize bakıyorum…Acıyorum onlara!..Acınacak ne var diye sormayın!..Gerçekten acınacak haldeler…İş sıkıntısı had safhada…İş bulabilenlerin çoğu düşük ücrete mecburen talim etmekte…Üstelik garantisi olmayan işler…Patronun iki dudağı arasında her şey!. İstemiyorum seni, muhasebeye uğra!..demeleri an meselesi…Söyleyin nasıl evlensin bu gençler?..Her an işten atılma kaygısı mevcutken…Pek çok genç biliyorum…Arkadaşlıkları var; ama gelecekleri belirsiz…Evlenenler anne ve baba desteğine muhtaç…Ayakta durabilmeleri, çocuk için karar verebilmeleri onlara bağlı…İyi de anne ve babaların sağlık durumları ve ekonomik durumları bu yardımı ne zamana kadar sürdürebilir?..Zihinleri kurcalayan en önemli soru da bu elbette!..

Fasıllı bir akşam yemeği, hiç fena olmaz dedi bir arkadaşım…Eğleniriz, şarkılar söyleriz, stres atar geliriz…Olur mu olur!.. Hoş bile olur diye düşündük…Gittik…Gayet güzel başladı akşam…Şarkılar hep iyi gelir bana zaten!..”Akşam oldu hüzünlendim ben yine!..” şarkısı ağlattı bizleri…İyi de biz neşelenmeye gelmiştik…Niye ağlıyoruz?..Arkadaşım eğildi kulağıma:”Şarkılar hüzün veriyor fark ettin mi?..” Evet dedim fark ettim…Hüngür hüngür ağlıyoruz, hep birlikte…Bir şarkıda vefat eden bir arkadaşım geldi aklıma…Yıllar önce aynı okulda çalışmıştık onunla…Aman her şey boooş!..deyip kahırlandım…Bir taraftan zorlamalı şak şak sesleri, bir taraftan bizi sarıveren hüzün tüneli…Şevkimiz kayboldu…Neşemiz kaçtı, zaten yemekleri de beğenmemiştik…Kalktık, dışarıya attık kendimizi…Havanın soğuk nefesi kendimize getirdi bizi…Vedalaştık ve herkes evine hareket etti…İçimiz istemiyordu, çünkü gergindik…Anladık ki keyif de içerden geliyor…
İçeriden gelmiyorsa dışarıdaki her şey gerçek anlamından çok uzak geliyor bize!..Tadımız olmuyor…Neşemiz kaçıyor…

İçimiz gülmeden yüzümüz de gülmüyor…


Asım ERDOĞAN



Sabahın erken saati, yürüyüş için sokaktayım…Hava öyle soğuk ki içim ürperiyor birden…Paltomun yakasını kaldırıyorum, kulaklarımı korumak için…Bir elim cebimde, diğer elim paltomun iki yakasını birleştirmekte…Sokak kedisi, duvarın dibine sinmiş rüzgardan koruyor kendini…Benden yana bakmıyor bile…Güneşin ilk ışıklarını bekliyor belli ki…Tek tük insan görüyorum kaldırımda yürüyen…Acele eden bir kişi dikkatimi çekiyor…Bu kadar erken saatte bu ne acele diyorum içimden…Acıyorum ona…Çok insan tatlı tatlı uyurken, onun işine yetişmek için acele etmesi taktir duygusu uyandırıyor bende…Pastane, yoğun mesaiye hazırlanıyor…İçerde personel telaşlı, yeni güne başlangıç için hazırlıklarını tamamlıyorlar…Taze simit kokuları sarıyor etrafı…Son durakta yolcu bekliyor dolmuşlar…Komşu apartmanın kapıcısıyla selamlaşıyorum bu arada…Yanıma yaklaşıyor ve “Bunaldım!..” diyor bana…Hayrola diyorum…”Nasıl bunalmam hocam!..Sabahın bu saatinde aldığım ekmeği beğenmiyorlar, ekmeği bırakıyorum, gazete de alır mısın diyorlar…Para üstleri birbirine karışıyor, bunaldım vallahi bunaldım!..” Haklısın der gibi başımı sallıyorum…Geçip gidiyor yanımdan…Bunaldım sözcüğü takılıyor beynime…Doğru ya!.. Hangimiz bunalmıyoruz ki olan bitenden?..Bunalıyoruz elbette!..Yürüyüş boyunca bunu düşünüyorum…Bir film şeridi gibi yaşamım geçiyor gözlerimin önünden…Kim bilir kaç kez bunalmışımdır ben de…Kapıcı gibi başkalarına dert yandığım anlar da olmuştur kuşkusuz…Beni sabahın köründe yürüyüş yapmaya zorlayan belki de bunalma hissidir?..Olamaz mı?..Neden olmasın?..

Bunalıyoruz, hafakanlar basıyor her birimizi…Ne yazık ki çocukluk yaşlarına kadar indi bunalma hissi…Oflayan poflayan küçücük çocukları görünce şaşırmıyoruz artık!..Seçme sınavları öyle bunaltıyor ki çocuklarımızı….İyi bir ilköğretim, iyi bir orta öğretim ve iyi bir üniversite ve hatta iyi bir iş için yüksek lisans ve doktora eğitimi, iyi bir yabancı dil için mümkünse yurt dışı eğitimi zorunluluğu, gençleri bunaltıyor…Bütün bu üstün özelliklere sahip olduktan sonra bile iyi bir iş için tanıdık bir siyasetçi, bir dost ya da torpil bulma ihtiyacı, sadece bunaltmakla kalmıyor, kahrediyor onları…Velilerin tümü, bunalmış durumda zaten…Hem maddi yönü var olayın hem de manevi…Çocukları kazansın istiyorlar; ama bir taraftan da akıl ve vücut sağlıklarını yitirmelerinden de endişe ediyorlar…Birden fazla çocukları olanların işleri daha da zor elbette!..Onlar daha çok para kazanmak ve daha çok çaba harcamak zorundalar… 

Hepimiz biliriz…İyi bir üniversiteyi bitirdi ise bir genç, iyi bir iş bulma derdine düşer…Bunalır…İş bulur…Hemen ardından İyi bir eş bulma derdine düşer, nereye gitse, ne zaman evleneceğini sorar, eş dost!.. Bunalır…Evlenir…Bir süre sonra ne zaman çocuğu olacağı sorulur eş, dost tarafından…Bunalır…Çocuk sahibi olur…Ne zaman kardeş gelecek diye sorar, eş dost!..Bunalır…Kardeş gelir…Bu arada başka başka konularda da baskı görür ve bunalma hissi artar… 

Boşanmıştır, bunalır…Evlidir; ama mutsuzdur, bunalır…Geçim sıkıntısı yaşar, bunalır…Sağlık sorunu yaşar, bunalır…Monoton bir yaşam sürdürür, bunalır…Çocuk sahibi olamaz,bunalır…Çocuk sahibi olur, sorunlarından bunalır…İşini beğenmez, bunalır…Her türlü baskı görür, bunalır…Yalnız kalır, bunalır…Ayrılır, bunalır…Yaşlanır, bunalır…

Evlat olur, bunalır… Anne-baba olur, bunalır…Patron olur, bunalır, işçi olur, bunalır… 

Yaşam bizi bunaltıyor zaman zaman…Bazen de sıklıkla…Ama yine de coşkuyla atılan bir kahkaha, iyi gidiveren bir iş, sıcak bir yuvanın varlığı, maaşımıza gelen bir zam, birbirimize ilaç gibi gelen sevgi bağımız, dayanışma duygusu, dostlarımız, yaşama sevincimizin yok olmasına engel oluyor…Uçan bir kelebek gibi narin konuveriyor yüreğimize…

Yoksa biz bu bunalmalarla baş edebilir miydik?..

Asım ERDOĞAN



“Ben senin, sevgilin, eşin, baban, ağabeyin, arkadaşınım…Biri bitse biri kalır…Seni hiç bırakmayacağım…” diyor Cemal Süreya…Bu söze hayran olmamak mümkün değil…Evlilik, bu duyguları yaşatıyorsa insana, kuşkusuz mutluluk verir, birlikteliğin tadına vardırır…Öyle ya!..Hem sevgili, hem eş, hem baba, hem ağabey hem de arkadaş olabilecek kaç tane koca vardır bu dünyada?..Bırakın bunların tamamını sadece kocalığı bile beceremeyen o kadar çok erkek var ki!..Eşini anlamayan ve aslında hiç evlenmemesi gereken kocalardır bunlar…Hem kendilerine hem de eşlerine eziyet ederler…Bağrışmalar, hakaretler, kavgalar daha önceki yalnız yaşamı özletir her iki kişiye de…Evlilik de bir ıstıraba dönüşür…Oysa kocalar, bütün bu istenilen duyguları yaşatabilselerdi sevgili eşlerine, kendileri de mutlu olacak ve bu mutluluktan çocuklar da nasiplerini alabileceklerdi…

Kim istemez böyle bir evliliği diyen kocaların haykırışlarını duyar gibiyim…Benim eşim, Cemal Süraya’nın eşi gibi değil ki ben ona bütün bu duyguları yaşatayım…O benim, eşim, annem, kız kardeşim, arkadaşım olamadı ki ben tarif edilen koca gibi olayım!..Doğrudur…Ben, bu sözü duyduğumda eşim de bana aynı duyguların dişi karakterlerini yaşatıyor diyebilmiştim…O halde evliliğin büyüsü işte burada…Jack Lemmon diyor ki:”Bir zamanlar erkeğin üstün olduğuna inanıyordum…Sonra evlendim…Karım bu inancımı tamamen yıktı…” Demek ki kocaların en sivri düşüncelerini bile ters yüz edebiliyor kadınlar… Elbette kocaların karakteristik yapısı da kadının başarısında etkin rol oynuyor…Nitekim şöyle diyor Williame Shakespeare:”İyi adamdan kötü koca olmaz!..” Ne kadar doğru bir söz…O halde kadının başarısı, kocasının iyi adam olup olmamasıyla da yakından ilintili…İyi kadın, iyi adam…Mutlu evliliğin ilk adımı bu olsa gerek…

Mutlu erkeklerin ve kadınların evlilik kurumuna olumlu baktıkları bilinen bir gerçek…Mutlu bir yuvada çocukların da mutlu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz…Aldatmaların da en alt düzeyde olduğu bu tür evliliklerde hem erkek hem de kadın, yakın çevresindeki herkesi olumlu etkiler…Çünkü onlar aynı zamanda iyi bir baba, iyi bir anne, iyi bir kayınpeder, iyi bir kayınvalide, iyi bir anneanne, iyi bir babaanne, iyi bir dede olurlar…Sözlerim yanlış anlaşılmasın!..Boşanmış eşlerde de iyi bir baba, iyi bir anne vb. elbette olur ve biz bunları yaşayarak görebiliriz…Ancak, geri plandaki aile tablosu ne yazık ki istenilen biçimde olmaz!..

Bir arkadaşım anlatıyor:”Ben eşimle birlikte bir yere gidemedim…Örneğin köpeği birlikte gezdirmeye gidelim dediğimde, ne gereği var, mademki sen gidiyorsun, ben niye gideyim, der bana…Oysa ben onunla birlikte yürümek, konuşmak, dertleşmek için isterim bunu…Beni hiç anlamaz!..” Bu duruma üzülmemek mümkün mü?..Eşle birlikte olmanın nasıl bir duygu olduğunu eğer anlayamıyorsa bir erkek, evlilik neye yarar?..El ele tutuşmak, birlikte yürümek, birlikte alışveriş yapmak, birlikte şarkı söylemek, birlikte film izlemek, birlikte bir geziye çıkmak, birlikte yaşlanmak ne güzel bir duygudur, bunu yaşayabilene, tadını alabilene!..

Muzaffer İzgü şöyle diyor:”Ben, hayatta en çok eşimi sevdim…” Can Yücel’in “Ben hayatta en çok babamı sevdim..” sözüne nazire olarak… Bu sözün içinde anne sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi var, hem de coşkulu bir şekilde… Ne güzel bir şey bu sözü hissederek söyleyebilmek!..

Son söz Drusus’tan” İnsan hayatının en önemli olayı iyi bir eş seçimidir…” 

Asıl püf noktası bu olsa gerek… 

Asım ERDOĞAN







Bahçelievler 7. caddeyi baştan sona gezmeyi çok severim…Bu caddede özellikle güneşin batmak üzere olduğu saatler harika görüntüler verir izleyenlerine…Eşimle, caddeyi dolaşırken, restaurantlarda, cafelerlerde küçük gruplar halinde oturan insanları gözlemleriz…7. caddede rahattır herkes…Kimse kimseyi rahatsız etmez…Özgürce dolaşır her yaşta insan…Cıvıl cıvıldır cadde…Bayılırım böyle ortamlara…Çünkü ben de özgürce hareket edebilmeyi isterim…Şu ne der?..Bu kıyafetim nasıl karşılanır?..Tek başıma rahatça dolaşabilir miyim?..soruları yanıtı ne olursa olsun, rahatsız edicidir…Huzuru bozar…Gençler, rahat kıyafetleriyle birbirleriyle şakalaşırlar…Gülüşürler…Yaşlı insanlar da kısa adımlarla caddede yürürler…Onların tin tin halleri çok hoştur…Bir sahil kasabasını andırır 7. cadde…Denizi eksiktir sadece…Onu da hayal edebilirseniz ne âlâ…Mutluluğunuz kat be kat artar o zaman…Huzur dolar yüreğinize…


Geçen gün 7. caddeyi iç huzuruyla gezerken, tahta barikatlarla çevrilmiş, bir inşaat alanının önünde pejmürde kıyafetli, yüzü kirden ve güneşten simsiyah olmuş oldukça genç bir insan gördük…Boylu boyunca yatıyordu inşaatın önünde…Ürkerek bakıyordu insanlar ona…Hayvan olsa sevgi gösterecek, acıyacak ilgileneceklerdi; ama o başkaydı… Yaklaşmak istemiyordu onu görenler…Korkuyordu…Kimsesizdi o…İnsan olarak doğmuştu; ama şimdi başka bir gözle görülüyordu…Ondan oldukça uzak bir açıyla geçiyordu insanlar…Ağır bir kokusu vardı…Yakın çevresi etkileniyordu bu kokudan…Eşimin elini tuttum…Biraz bekle diye işaret ettim……Durdum, hareketlerini inceledim…Dondurmadan sonra içeriz diye bir küçük su almıştık, istedim onu eşimden…Sonra suyu uzattım onun ellerine…Aldı ve lıkır lıkır içti…Beni gören bir kişi daha yaklaştı usulca…5 TL. attı önüne…Onu da aldı…Herkes acıyan, korkan ve çekinen gözlerle bakıyordu…Sokakta yaşayan kimsesiz bu insan yardım edilmeyi bekliyordu…

Sosyal Hizmet Uzmanı Aziz Şeker, açıklamaları huzur kaçırıcı nitelikte…”Kimsesizler toplumsal bir kategori olarak sosyal-ekonomik durumları tamamen bilinmeyen sosyal gurupların başında gelmektedir…Sosyal devletin baş tacı, liberal devletin baş düşmanı, muhafazakar devletin yerine göre oy sayım zamanlarında temel sosyal reklam deposu; kimsesizler ordusu… Aynı zamanda bu bağımlı ordu ülkemizin de önemli toplumsal sorun alanlarından birisini meydana getirmektedir… Cumhuriyetin kurucusu her ne kadar, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” dese de, yalnız hastane köşelerinde terk edilmiş veya hastane acillerine bir gece yarısı bırakılıp kaçılmış değil, bazen kırsal dünyada kimi ahır odalarında özel donanımlı bir hücreye hapsedilir gibi koruma altında tutulan insansız; “özürlü” yüzler olarak da görürüz onları… Çoğu, insan olmanın onurunu bir gün bile olsun yaşamadan ölür!...”
Ben kabullenemiyorum kimsesizliği…Onlar da insan…Yaşama hakkı en az bizim olduğu kadar onların da var…Sevgi istiyorlar…Sıcak bir yuva istiyorlar…Hakları değil mi bunları istemek?..Biz de olabilirdik onların yerine…Evsiz, barksız, kimsesiz kalabilirdik…İnsanca yaşama hakkından mahrum bırakılabilirdik…İster miydik sokakta yaşamak…İster miydik itilip kakılmak…İstemezdik elbette!..O halde anlamalıyız onları…Yardım elini uzatmalıyız…Elbette gücümüz oranında…Elbette olabildiğince…
Yalnızlık, bir şekilde giderilir; ama kimsesizlik tarif edilemez bir boşluktur…Düşünebiliyor musunuz kimsenizin olmadığını?..Çıldırır insan…Size destek verecek, arka çıkacak, moral verecek hiç kimsenin olmaması ne acıdır…Kimsesiz çocuklara, kimsesiz yaşlılara devlet mutlaka elini uzatmalıdır…Bir tek kimsesizimiz bile sokakta kalmamalıdır…Sosyal devlet olmanın gereğidir bu…Erdal Sezer’in “Kimsesizler” şiiriyle bitirelim sohbetimizi…

Sorma ismimi bilmiyorum…
Kaldırım derler,
Sokak çocuğu derler,
Hep ezerler…
Olmadı ne anam, ne de beni sevecek babam...
Karanlıktır tek dostum, kaçışımdır kendimden…
Bilmiyorum kimim! Neyim, neciyim…
Nereden geldim, nereye gidiyorum…
Hem sen kimsin, polis misin abi!
Ben bir şey yapmadım, ne olur götürme abi!
Yine dövmeyin beni! Yakmayın canımı…
Karnım aç abi…
Bir simit, bir kuru ekmek, ne olursa yerim abi...

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN










Elimde bir bardak çayla oturdum pencere kenarına…Geleni geçeni izliyorum, geçmiş günleri anımsayarak…İnsanların kimi koşarak, kimi kısa adımlarla aheste ilerliyor taşları oynayan kaldırımda…Yorgun ve uykusuz dolmuş durağına giden bu insanların acaba ne sıkıntıları, ne dertleri var? Sağlıklılar mı hastalar mı hiç bilmiyorum durumlarını…Aşk acısı ile kavrulup yüreği yaralanmış kaç kişi geçti acaba evimin önünden?..Sevdiğine sevdiğini söyleyemeden ömrünü tüketen var mı acaba aralarında?..Merak eden sorgulayan bakışlarla izliyorum onları…Bir yudum çay eşliğinde, yaralı gönülleri düşünüyorum, acılarını, ıstıraplarını tahayyül ediyorum…Üzülüyorum…Yaralı gönüllerin tedavisinin mümkün olmadığını, zaman içinde kabuk bağlayan yaranın, en küçük bir uyarıcıyla yeniden depreşiverdiğini biliyorum…Hepimizi biliyoruz ki: Seven asla unutmuyor, unutamıyor…

Hava, açık; ama serin…Ne de olsa kış aylarındayız…Atkısıyla yüzünü tamamen kapatmış, sadece gözleri açık kadınların telaşlı yürüyüşleri sürerken, birden apartman kapımıza hızla dalan bir kadınla bir erkek görüyorum…Şaşkınım…Erkek, bayanın kolundan tutmuş sertçe çekiştiriyor…Konuşmalarını duymuyorum; ama belli ki hakaret de ediyor…Doğruluyorum penceremde, tam camı açmak üzereyken, erkek beni görüyor ve hızla ayrılıyor apartmanımızdan…Biraz eğilip baktığımda kadının ağladığını görüyorum…Nedir bu sabah sabah?..Dertleri ne acaba?..Bir süre sonra kadın da ayrılıyor giriş kapımızın önünden…Onlar ayrılıyor ayrılmasına da beni bir düşüncedir alıyor…Sevgili iseler, nedir bu sokak ortası rezaleti?..Evli iseler hiç yakışır mı onlara bu davranış?..Daha nelere tanık olacağız acaba, diyerek, geçmiş günlerin aşklarını düşünüyorum iç geçirerek…O temiz, tertemiz aşkları…

Yıllar önce Hacettepe Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi aldım…Bu eğitim sırasında tanık olduğum aşkı ve bu aşk nedeniyle gönül yarası alan bir arkadaşımın öyküsünü aktaracağım sizlere…Bu öyle bir aşk ki dillere destan denilir türden…Aşk yarası da o ölçüde büyük…Karmaşık ve bir hayli de etkileyici…Ayhan ve Ceyda Kurtuluş’ta oturdukları için derslere birlikte gelirler, dersten sonra da eve yine birlikte dönerlerdi…Zaman içinde Ayhan Ceyda’ya ilgi duymaya başladı…Ceyda’nın bundan haberi yoktu… Biz arkadaşları bu ilgiyi fark ediyor ve Ayhan’ın Ceyda’ya aşkını itiraf etmesini bekliyorduk…Bir gün sohbet sırasında hiç tanımadığımız bir genç geldi masamıza…Ceyda gülümseyerek ayağa kalktı ve ona belinden sarılarak bizlerle tanıştırdı…Halasının oğlu Remzi idi bu kişi…Akrabası olduğu için kimse başka türlü yorumlamadı Ceyda’nın ilgisini…Zaman içinde Ceyda’nın eski neşesini kaybettiği, yüzü asık ve moralsiz dolaştığı görüldü…Ayhan, ona yardımcı olmaya çalışıyor;ancak istediği sonucu alamıyordu…Bu arada Ayhan’ın Ceyda’ya olan aşkı da büyüyor, kabına sığamaz hale geliyordu…
Bir gün Ceyda bana açıldı ve halasının oğlu Remzi’ye aşık olduğunu, onun da kendisini çok sevdiğini ancak öteden beri süren husumet nedeniyle ailelerin bu aşka karşı çıktığını söyledi…Ayhan adına çok üzüldüm…Ona anlatmalıydım Ceyda’nın gerçek aşkını…Okulun kantininde karşılaştım Ayhan’la…Münasip bir dille olayı aktardım…Çok üzüldü Ayhan!..

Yıkıldı adeta…Ceyda’nın onu çok sevdiğini öğrenmesini ve üzüntüsünün belli olmasını istemiyordu artık!.. Yine birlikte okula gelip gitmeye devam ettiler…Remzi’nin ve Ceyda’nın ailelerine rağmen aşkları da sürüyordu…Öyle seviyorlardı ki birbirlerini…Gizlice evlenmeye karar verdiler…Nitekim kısa sürede bu kararı eyleme dönüştürüp evlendiler…Ayhan artık Ceyda’yı kaybetmişti…Gönül yarası almıştı…Ağlıyor, kahroluyordu…

Mutlu bir evlilikleri oldu Remzi ve Ceyda’nın…Okula yakın olması nedeniyle Ceyda’nın öğrenci iken tuttuğu evde evlilik yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler…Bir yıl sonra, Ayhan ve Ceyda yine bir akşam eve dönerken karanlık bir bölgede Ceyda’nın erkek kardeşi elinde silahla karşılarına dikildi…Şaşkındı Ayhan!..Aniden ateşlendi silah ve Ceyda yere yıkıldı…Ceyda’nın kardeşi koşarak kaçarken, Ceyda, son nefesini Ayhan’ın kollarında verdi…

Ayhan, bu inanılmaz olayı unutamadı…Gönül yarası hep kanadı durdu…Yaptığı evlilik ve iki çocuğun mutluluğu da bu yarayı tedavi edemedi…Ceyda’nın mezarını sık ziyaret edenlerden biri oldu Ayhan!..Gözyaşlarını onun toprağına akıtarak…

Gönül yarası olan herkese bu yaşanmış öyküyü ithaf ediyorum…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Kilit taşıyla döşenmiş virajlı bir yolda ilerliyoruz… Otomobilin açık camından içeriye nefis çiçek kokuları giriyor ve derin nefes alarak bu güzel mis gibi kokuları ciğerlerimize dolduruyoruz…Elimizde bir krokiyle ilerliyoruz…Çok site var bu bölgede…Kocaman demir kapıları hemen dikkati çekiyor…Her sitenin bir güvenlik birimi mevcut…Yanlış bir yola girmeyelim düşüncesiyle bu güvenlik birimlerinden birine elimizdeki adresi soruyoruz…Neyse ki doğru yolda olduğumuzu ve 2 kilometre sonra adrese ulaşacağımızı söylüyorlar…İçimiz ferahlıyor ve site binalarına hayran hayran bakarak 2 kilometre kadar gidiyoruz…Eşim, “İşte burası!..” diyor, krokiye tekrar bakarak…Site giriş kapısı tam karşımızda artık…Güvenlik bizi durduruyor…Telefon görüşmelerinden sonra içeriye girmemize izin veriliyor…Binalar A-B-C-D blokları şeklinde dizilmiş…Biz C bloğa doğru ilerliyoruz…Bina giriş kapısına ulaşıyoruz…Ev sahibi kapıdan girebilmemiz için gerekli şifreyi telefon ile bize iletiyor ve ancak bu şekilde içeriye girebiliyoruz…

Çıkacağımız 8.kat düğmesine asansörde basıp beklemeye başlıyoruz…Asansör kapısı açılıyor ve ev sahibinin daire kapısı açık bizi beklediğini görüyoruz…Kısa süren hoş geldiniz merasiminden sonra daireye giriyoruz…Öyle güzel bir daire ki bu gördüğümüz, şaşkınlığımızı belli etmeden salona doğru ilerliyoruz…Aman Tanrım!..Burası bir daire değil saray yavrusu…Salon kocaman ve mükemmel bir şömine ile hepimizi büyülüyor adeta…Salon penceresi enfes bir manzaraya açılıyor…Boğaz ayaklarınızın altında…Balkon sanki teras büyüklüğünde…Çiçeklerle bezenmiş…Sallanır koltuklar konulmuş…Tam bir dinlenme yeri…Boğaz manzarası harika!..Birbirimize bakıyoruz, gözlerimizle konuşarak…

Ev içinde hizmet eden bir görevli bayan geliyor saygılı bir selamlama ile…Bize ikram edecekleri yiyecek ve içecek çeşitlerini sorup ayrılıyor salondan…Çok şık giyinmiş bu bayan için hizmetçi tanımlamasını kullanamıyoruz haliyle…Tedirgin oturuyoruz…Resmi bir hava kol geziyor evin içinde…Bir ara şoför geliyor ve evin şımarık kızını alışveriş için götürmek üzere salondan da görülen giriş kapısında bekliyor…Kız eşyalarını otomobile götürmesi için ona veriyor ve şoför de selam vererek hızla çıkıyor açık kapıdan…Kız babasını ve annesini öpüp bize de belli belirsiz bir selam verdikten sonra ayrılıyor aramızdan…

Kaç odalı diye soruyorum bir ara…7 odalı olduğunu öğreniyorum…Merak etmiyor değiliz; ama ev sahibinden ev görmek ister misiniz teklifi gelmediğinden, sadece tasavvur ediyoruz bu 7 odayı…Dairenin içinde özel bir havuzun da olduğunu öğreniyoruz bir ara…Vay beee!..diyoruz içimizden…Ev sahibiyle ve hanımefendiyle ne konuştuğumuzu tam hatırlamıyorum…Bir şeyler sordu ev sahibi bize, biz de yanıtlar verdik otomatik…O kadar...Aklımız fikrimiz evin dekorasyonunda ve bize olağanüstü gelen büyüklüğünde…

İzin isteyip ayrılıyoruz evden, pardon saraydan…Yol boyunca bu sarayı konuşuyoruz…İçindekiler ne şanslı diyoruz…Dişimizden tırnağımızdan ayırarak zar zor sahip olduğumuz evimiz geliyor aklımıza…Nasıl kazanılabiliyor bu kadar para?..Aklımız almıyor…

Ankara’nın gecekondu bölgelerini bilirsiniz…Derme çatma evlerden oluşur…Çatıları eğretidir, kiremitler uçmasın diye üzerlerine ağır taşlar konulur…Otomobilimizle ilerliyoruz dar sokaklardan…Çocuklar bağıra çağıra oyun oynuyorlar…Adresi soruyoruz bir eve…Yarım yamalak anlatıyor bize…Sağa dön, oradan tekrar sola dön ve düz ilerle…Dediğini uyguluyoruz…23 numaralı ev görünüyor nihayet…Park edecek bir yer bulamıyoruz…Evin penceresine teğet bir biçimde yanaştırıyoruz otomobili…Sokağın çocukları sarıyor etrafımızı…”Biz o teyzeyi çok severiz!..” diyorlar…Gülümseyerek ilerliyoruz eve doğru…Kapı demeye bin şahit ister…Öyle kötü ki…Tokmağına vuruyoruz…Gıcırdayarak açılıyor kapı…Nur yüzlü teyze karşılıyor bizi…Evin içi çok karanlık…Dışarının bol ışığından sonra gözlerimiz etrafı göremiyor bir müddet!..Bir sedir, pencerede iki saksıda fesleğen var… Pencere camlarından biri kırık, mutfak bölümü hemen kenarda yıkılacak gibi duran bir tezgah ve onun üstünde birkaç raflı bir dolaptan ibaret…Yanda bir oda daha var; ama o odanın kışın damının aktığını söylüyor ve bu yüzden hep burada oturmak zorunda kaldığını söylüyor, bu temiz yüzlü teyzemiz…

Birer bardak çayını içiyor ve ayrılıyoruz evden…İçimiz acıyor…Oğlu lüks içinde yaşarken annenin bu perişan durumu, “Nasıl bir dünya düzeni bu!..” dedirtiyor bize…

Evet!.. boğaza nazır o saray yavrusunda oturan beyefendi, bu köhne, yıkılacak gibi duran gecekonduda oturan annenin öz evladı… Yanlış okunmadınız, öz evladı…

Yorum sizin!


Asım ERDOĞAN





Hiç kimseyle görüşmek istemediğiniz özel dönemleriniz olmuştur…Öyle bir dönemdir ki o…Telefona bile yanıt vermek istemezsiniz…Canınız istemez, sohbet etmeyi…İçiniz buruktur çünkü…Boş boş bakarsınız etrafa…Gönül yorgunluğu diyoruz biz buna…Vücut yorgunluğundan daha yıpratıcı, daha etkileyici bir sıkıntı…İyi niyetli uyarıların bile acıttığı, tahammül gösterilmediği hatta zaman zaman hırçın davranıldığı anlardır o özel dönemler…Anlayışlı olursa dostlarınız, sorun geçicidir, bir süre sonra kendiliğinden sona erer…Tersi durum söz konusuysa, kırılanlar, alınanlar ve küsenlerle uğraşmak zorunda kalırsınız daha sonraki günlerde…


Geçen hafta benim de öyle özel bir dönemim oldu…Kimseyle görüşmek istemedim, telefonlara yanıt vermedim, inzivaya çekildim bir anlamda…Koca Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı geldi aklıma…Keşke benim de bir Aşiyanım olsa…Kimselerin rahatsız edemeyeceği, o özel dönemde yalnız kalabileceğim bir mekan…Ne iyi olurdu; ama yok ne yazık ki!..Neden inzivaya çekilmek istediğimi hiç sormayın…Gönül yorgunluğu deyip geçelim…Her sorunun çözümü için adres sizseniz eğer, bunalıyorsunuz…Haydi koştur oraya, haydi koştur buraya…”Aaa bak!..O işi de bu arada görüversen!..” “Aman gitmişken, Filana da uğra…” sözleri gönül yorgunluğunun fitilini ateşliyor hemen…Beklediğiniz sevgiyi, ilgiyi, teşekkürü göremediğiniz anda, manen yıkılıyorsunuz…Sizi hiç aramayanlar, beni niçin aramıyorsun, diyebiliyor, size hiç yardım etmeyenler, bana neden yardımcı olmuyorsun diyebiliyor, sizden uzaklaşanlar, benden niye uzaklaştın diyebiliyor…Akıl sır erdiremiyorsunuz olan bitene…Ben, bu tabloda gösterilen gibi değilim, fedakârca koşturduğum halde neden taktir edilmiyorum, diyor, üzülüyorsunuz… Siyasetin çirkin yüzünü görüyorsunuz…Dış güçlerin emelleri rahatsız ediyor sizi…Yorgun gönlünüz esir alıyor bedeninizi…

Gönül yorgunluğuna depresyon diyor doktorlar…Bence Anadolu tabiri gönül yorgunluğu her zaman depresyonla açıklanamaz…Gelip geçici, sadece kısa bir dönem süren gönül yorgunlukları da var…Hepimizde ara sıra görülen…Düşünebiliyor musunuz?..Art arda dördüncü ilişkisi de hayal kırıklığıyla sonuçlanan bir kişinin gönül yorgunluğu normal değil mi sizce de?.. Kuşkusuz bu durum, beşinci ilişkiyi aramasına engel değildir; ama yorgun düşen gönlün, bedeni sarsması kaçınılmazdır…Bilgi arttıkça gönül yorgunluğu da artıyor ona paralel…Siyasetteki çalkantılar, ülkenin içine düştüğü ekonomik sıkıntılar, cinayetler, trafik kazaları, vurdum duymaz siyasetçiler vb… gönül yorgunluğunun yükünü artırıyor…Bilgeye sormuşlar en mutlu insan kimdir, diye…Dağdaki çobanı işaret etmiş Bilge... Neden diye sormuşlar, hemen… Çünkü demiş insan bildikleriyle yaşar, onun bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı... Kendisini mutsuz edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil…Doğrudur…Bakıyorum da liseli gençlere, çok rahatlar…Bilmedikleri için rahatlar…Ergenlik sorunları ile boğuşuyorlar, okul, dershane, flört ekseninde yaşam çizgileri…Öğrendikçe görüyorlar, ülkenin durumunu, adaletsizliği, yozlaşmayı, yalanı dolanı, rantı, rüşveti, soygunculuğu…Başlıyor gönül yorgunluğu…

Sizler de gönül yorgunluğu yaşıyor musunuz?..Evet yaşıyoruz, dediğinizi duyar gibiyim…

Duygusal insanların her an yaşayabileceği bir durum gönül yorgunluğu…Bir ömür sürmemesi dileğiyle…

Özdemir Asaf’ın şiiriyle tamamlayayım yazımı…Şiirin adı: Çağrışımlar… 

Çok küçük bir yalanı 
Çok büyük bir orantıda 
Dinlediniz mi? 
Çok büyük bir yalanı 
Çok yalın bir doğrultuda 
Söylediniz mi? 
Gecikmiş bir gizlemi, 
Birikmiş bir özlemi 
Sakladınız mı? 
Gelmeyecek bir gideni, 
Olmayacak bir nedeni 
Beklediniz mi? 
Bir gerçeği erken, 
Bir açlığı tokken 
Anladınız mı? 
Hep mi hep ölecekmiş gibi, 
Hiç mi hiç ölmeyecekmiş gibi 
Yaşadınız mı? 
Yalanı sürmeye sürmeye, 
Yanlışı görmeye görmeye 
Saklandınız mı? 
Doğruluğun yönünde, 
Doğruların önünde 
Aklandınız mı? 
Ortamsız bir yaşamda, 
Yaşamsız bir ortamda 
Harcandınız mı? 

Asım ERDOĞAN