SENAİ DEMİRCİ YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SENAİ DEMİRCİ YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Sensiz ümitlerim suya düşer,
Ümitlerim sana doğrudur.

Sensiz emellerim yokluğa düşer
Emellerim Sen de son bulur.

Sensiz aklım boşluğa düşer,
Aklım Seninle korkulardan kurtulur.

Sensiz kalbim hüsrana uğrar
Kalbimin arzuları Sen de durulur.

Münteha Sensin
Gideceğim son kapı Senindir.
Beni affınla sevindir.

Sensin Münteha
Son sığınağım Senin rahmetindir.
Beni lütfunla sevindir.

Arzu ve emellerimi bir Sen bilirsin
Kalbimi yakınlığınla sevindir.

Ümitlerimi ve hayallerimi bir Sen bilirsin
Ruhumu cemalinle sevindir.

Her dertlinin derdini bir Sen görürsün
Dertlerimi şefkatinle iyileştir.
Şikayetleri ve feryatları bir sen duyarsın
Gözyaşlarımı rahmetinle dindir…

99 Esma & 99 Dua

Senai DEMİRCİ


Mürid sordu: "Duamı Rabbime işittirmek için ne yapabilirim?"
Mürşid cevapladı: "Güneşin doğuşuna senin duanın ne katkısı olabilir ki?"
Mürid umutsuzca sordu: "O halde neden bunca çabalıyoruz içten dua edebil­mek için?"
Mürşid cevapladı: "Güneş doğarken uyanık kalasın diye."

Rabbin seni işitmek için, konuşmana muhtaç değil. Dua etsen de etmesen de Rabbin seni işitir. Ne kadar dua edersen et, Rabbin seni sen (in kendini ifade ettiğin)den daha iyi anlar. Ama senin kendini anlatmaya çalışman senin ihtiyacındır. İsteklerini açıkça ifade etmen senin kârındır. İstediğin şeyin eksikliği, isteyişinin asıl sebebi değil vaktidir. İstedikten sonra da istediğin eksik kalırsa, isteyiş vakti geçmemiş demektir. İstediğin şey sen istemesen de verilecek diye isteyişten vazgeçersen, isteyiş fırsatını kaçırıyorsun demektir.

............…………………………….
Dua Defteri-Senai DEMİRCİ


Hoş geldin ey suskun SEVGİLİM;
Tut sözünü; sus. Mühürle dudağımı sesimi tut lâl eyle çığlıklarımı. Nahoş avazların uçurumlarından çek dilimi. Yalanların kuyularından çekip çıkar nefeslerimi. Göklü söz ağaçlarının bengisuyuna kat hecelerimi.Hoş geldin ey yüzü gamzelim;


B/akışının menzilinde tut gözlerimi. Tir-i müjgan dokunuşlarınla delik deşik et kibrimi. Gör(e)meyip de seni göster(e)meyip de yanımda yöremde görür gibi huzurunda tut çaresiz yetimliğimi.


Hoş geldin ay yüzlüm benim;


Tut saçlarımın kakülünden kaldır yüzümü yerden. Utancımı tebessümünün kıvrımlarına dola yut. Pişmanlığımı gül yanağının yamaçlarına sar uyut. Dağıt neşemin saçlarını hüznün tenine yasla umarsızlığımı.


Hoş geldin ey hesapsız sevincim;


Tut elimi. Avuçlarında tut uzanamadığım uçurum çiçeklerimi. Geri ver uzak dal uçlarına terk ettiğim huzur meyvelerimi. Tut Ferhad’ımın elinden şirin vuslatların köyüne taşı yüreğimi. Tut Züleyha’mın elini önü/ardı yırtık gömleklerin kuyusuna zindanına düşürme nefsimi.


Hoş geldin ey ruh ikizim;


Tut ardında tutulduğum aynalara tut yüzümü… Tut ki aynalarda avuntu bulamayan bakışlarında kendini tanımayan özlediğinde kendine varamayan yüzünü yakmış bir hastayım. Gözbebeğinde tut beni. Ayıplamadan tiksinmeden bakışının ışığından yüz ver bana. Tut ki resimli el ilanları asılmış bir kayıp çocuğum; duvar diplerine asılı umarsız bakışların kovduğu bir lüzumsuzum. Tut kolumdan ardın sıra sürükle yuvama getür. Tut ki mürekkebin hiç hatırını sormadığı yırtık bir kâğıt kalemin hiç içmeyeceği unutulmuş bir sözüm. Aklında tut beni; diline dola dudağına değdir cümlede kullan tut bir şiire kafiye eyle beni. Tut ki üzerindeki rakamları ciddiye alınmayan kalp parayım. Elinde tut say beni inci mercana sat beni. Işığa tut yüzümü; sahih kıl beni.


Hoş geldin ey son tesellim;


Göz yaşımı yanağında tut taç yapraklarına taşı ağlayışımı. Şehvetin kirinden sıyır tenin tozundan ayıkla kalbimi.


Hoş geldin ey kalbimin göğü;


Tut kanatlarımdan rahmete yapıştır teleklerimi yücelere yükselt bedenimi. Yağmurları tut sakla hüznümün bulutlarında.


Hoş geldin ey bin bahar neşesi;


Tut elimden sımsıcak karanfillerin kûyuna getür beni güllerin suyuna kat demimi demkeş eyle gönlünün pervazına kalbimi.


Senai DEMİRCİ





Ey yâr, susuşum sözümü esirgemekten değil. Sana değen sözleri çoktan yitirdim; dudağım avare, dilim perişan.

Aklım ermiyor ki, sustuğumu bileyim. Kalbim ayılmıyor ki sana hitap edeyim. Kelimelerin sıcağı kaçmış, hece hece küllenmişler; sükût lehçesinde aç susuz bir mülteciyim şimdi. Seni taşa benzettiler. Öyle dilsiz, öyle hayatsız, öyle duygusuz diye. Değirmende konuşan taş değil midir peki? Acıyı öğütüp ekmek eyleyen senin dönüşün değil mi? Sen değil misin kabrimi bekleyen sadık yâr? Dillerin sustuğu yerde sen değil miydin ısrarla adını söyleyen unutulanların? Sen değil misin nice dertlinin derdini hiç itirazsız dinleyen?

Sahiden taş mı kesildin? Oysa, sen sözlere efsûn bağışlayan dudaksın. Nefesi boşluğun hapsinden kurtarırsın. (Belki de her ses bir mahpusun kırılmış zincirlerinin şakırtısıdır.) Sana değdiği yerde dirilir sessizlik. Sana vuruldukça hece hece kanatlanır suskunluk; şiirlerin ufkuna yükselir söz, öykülerin kuytularında giyinir. Sen, dağı delen Ferhat’sın; söz ki dağı kar gibi eritir de Şirin yâri sımsıcak kucaklar. Sen Aslı’ya Kerem’sin; ses ki çatlak dudaklardan sızan kevserdir. Sen Kerem’in Aslı’sın; söz ki tek bir hecesi bizi varlığın koynuna saklar; “Ol!”sözü hatırına yokluk varlığa yüz bulur.

Taşın sözü yok mudur ey yâr? Taş dediğin konuşur. Zamanın dudağıdır. Çatlaklarından acılar sızar; kuytularında çocuk gülüşleri gibi neşeler saklar. Taş dediğin susar. Zamanın dilidir; bir bakışında nice gürültüyü susturur; anlamsız telaşları dağıtır, hoyrat koşturmaları durdurur. Kadîm zamanlar içinden sızıp gelen bir kan gibidir taş; nabzımızı doldurur.

Taş zamanla eskimez mi? Sen zamansın, ey yâr, gelir ve gidersin. Saatlerin kadranında uslu uslu gezinirsin amma saçlarımı değil sadece kemiklerimi dağıtırsın. Usulca sokulursun odama; “tik-tak”, sadece “tik-tak”, eşyalarımı değil sadece beni de benden çalarsın; elbisemi değil sadece tenimi de soyarsın. sevdiğimle arama ayrılıklar koyansın. Sen çoğaldıkça ben azaldım; seni tükettim derken ben tükendim. Sen zamansın, ey yâr, pek kıskançsın.

Taş kesilmişsin ki sana vefasız dediler. Tanımazmışsın beni. Adımı bile anmazmışsın. Güzellikten hiç anlamazmışsın. Mehtabı kucaklayan sen değil misin her defasında? Günün ilk ışıkları sana koşmadı mı her sabah? Nice surlarda masum bebekleri bekleyen sendin. Nice sütunlarda fısıltılı dualara fısıltını ekleyen sensin. Köprülerde kemerlerde yâri yâre kavuşturan senin metanetin değil mi? Çeşmelerden serin sulara yol veren senin serinliğin değil mi? Dereler boyu suların elinden tutup şarkılar söyleyen sen değil misin?

Aslında kendi taşını dikiyor değil mi insan? Her gün bir önceki günde bırakırız bedenimizi. Her yeni günün sabahında eskimiş bedenlerini yüklenir gibi insan. Sanki yakamızda çocukluk fotoğrafımızı taşır gibi yürürüz yeni zamanlara. Kendi cenazesini kaldırır gibidir insan. Baktığımız her yüzün ardında eskimiş yüzler saklıdır. Şimdiki bedenimiz daha öncekilerin başını bekleyen konuşkan bir taştır. Ölmüş yanlarımızı hatırlatır. Bir taş gibi ağırlaşır gözlerimizin karası. Var-yok arası bir titreyişe dönüşür nefesimiz. İki nefes ortasında dikilir taşımız. Taştan taşa koşar bakışımız. Hatıralarda saklı, solgun fotoğraflara nakışlı yüzler üzerine uzanır gölgesi.

Sen değilsin; taş benim ey yâr. Kendimi taşımaya mecâlim yok. Kendime söyleyecek sözüm yok. Kabrimden kalbine taşınıyorum ey yâr. Suskunluğum taş olmaklığımdan. Sözsüzlüğüm sözümü taşa devrettiğim için.

Bağrımda ağır ve soğuk bir suskunluk... / Taşıdığım sensin ey yâr. / Söze sığdıramadığım. / Ve hiç susturamadığım. / Ne oldu kalbime? / Katılaştı, katılaştı. / Taştan da katılaştı. / Ağlarsa, taşlar ağlar. / Ben ağlayamadım; sen ağla... / Taş değil misin ey yâr?



Senai DEMİRCİ...








Üzülme!Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın.


Üzülme!

Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir.

Üzülme!

Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki...

Üzülme!

Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki... Gözden çıkarmamış olmalı seni.

Üzülme!

Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir.

Üzülme!

Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki... Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin.

Üzülme!

Seni bir "İşiten" var. Seni senin kendini bile sevmenden önce O sevdi seni. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına metal soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor.

Üzülme!

Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin? Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı.

Üzülme!

O'nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan gözleri yaşlar içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: "Lâ tahzen, innAllahe meânâ."

Üzülme!

Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. "Rabbin sana küsmedi ki..." Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. "Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki..."


Senai DEMİRCİ



 

 
Öyleyse, suyun sızısını dindirecek su var mıdır?
Islanmayı özlediği zamanlar yok mudur yağmurun?
Yağmuru sevindiren bir yağmur var mı?
Taşlar da kalpleşir mi?
Kalplerin taşlaşması gibi, taşların da taş olmaktan bıkıp yumuşamaya meylettiği zamanlar yok mudur?
Yollar da özler mi? Yolun da alıp başını gidesi gelmez mi?
Ateş de yanmayı arzulamaz mı? Ateşi de yakıp kavuran bir ateş olamaz mı?
Güneş de bekler mi gündoğumunu? Bir akşam üstü güneş de seyretmeyi dilemez mi günbatımını?
Ayrılık bıkmadı mı onca sevgili arasında durup beklemekten?
Ayrılık da ayırmaktan usanmaz mı; yok mudur kavuşmak dilediği?
Aşk da aşık olamaz mı? Bunca zamandır örselenmekten, anlaşılmamaktan şikayetçi değil midir?
Herkesin dilinde olup da, kimseye yâr olmamak aşka da ah ettirmiyor mudur?
Şarkıların da sevdiği bir şarkı yok mudur?
Onlar da ara sıra durup dinlemek istemez mi acıların ve neşelerin nağmelerini?
Toprak da bir gün toprağa uzanmayı arzulamaz mı? Ona da topraktan bir mezar bulunamaz mı?
Gündelik hayatta her şey pürüzsüzce akıyor gibi gelir bize.
Taş katıdır. Ateş yakar. Sular serindir. Yol yolcuyu bekler.


Böyle bildik, çünkü, böyle bulduk.
Şaşırmaya gerek yok.
Mecnun olmaya mahal yok.
Her şey olduğu yerde kalsın.
Yeni sorularla yeni kaygılar doğurmanın lüzumu yok.
Aklına de ki, “Otur oturduğun yerde!”
Kalbine tembihle ki, “Dur durduğun yerde!”
İnsan olduğundan fazlasıdır her zaman. İnsan, her an olabileceğinden daha azıyla vardır.
İnsan böyle iken, sular böyle değildir meselâ.
Sular sızılara deva olurken, kendi sızılarından habersiz olabilir.
Suların da sızlayıp sızlamadığını dert edinmek insana düşer.
Yağmur her şeyi nezaketle ıslatırken, bir yağmurda ıslanmanın hasretine körkalmış olabilir?
Yağmurun da ıslanmaya aç olabileceği bir tek insanın hatırına gelir.
Taşlar hep katı dururken, kalplerin katılaşmasından habersiz kalabilir.
Taşların da katılıktan usanabileceği ancak insanın aklına düşebilir.
Aşk nicelerini ah ettirirken, ah etmemiş olabilir.
Aşkın ah edebileceği ihtimali sadece insanın kalbinde yer bulabilir.
Öyleyse, bir kez daha bakmalı değil miyiz kendimize?
Şu andaki varlığımız bizi biz etmeye yetiyor mu sence?
Olduğumuzdan fazlası olmaya niyetli değil miyiz?
Yetiyor muyuz kendimizi kendimiz eylemeye?
Ayaklarımız varıyor mu fıtratımızın zirvelerine?
Elimiz yetişebilir mi kalbimizin derinliklerine?
Ne kadar âşinayız varlığımızın gizli köşelerine?
Uzanabiliyor muyuz ruhumuzun labirentlerine?
Dokunabiliyor muyuz hatıralarımızın kuytu köşelerine?
Koparabiliyor muyuz duygularımızın acı tatlı meyvelerini?
Ne kadar sarkabiliyoruz lâtifelerimizin derin kuyularına?


Kimiz biz? Neyiz? Neredeyiz?

Kim bilir; belki de kendimizi kendimizden ayıran bir dağız. Ferhad olup Şirin olan yanımızı arıyoruz. Dağın öbür tarafında bırakıyoruz kendimizi; hep bu yamaçta kalıp kazıyoruz kazıyoruz


Kim bilir, belki de kendi kendimizi kesen bir bıçağız. İsmail olup kendimizi kurban ediyoruz; hep eksiltiyoruz kendimizi, hep kesiyoruz kendimizden.

Kim bilir kendimizi kendimize haram eyleyen bir günahız. Züleyha olup Yusuf olan yanımızı kandırıyoruz, Yusuf olan kalbimizi zindana sürüyoruz.

Kim.bilir; kendimizi kendimizden ayıran bir çölüz. Mecnun olup Leylâ olan yanımızı yalnız yapayalnız bırakıyoruz. Kim bilir kendi kendimizi ağlatan kocaman bir yarayız. Kerem olup aslımızı arıyoruz; bulamıyoruz.

Suların sızısından habersiz yaşıyoruz. Suların sızılarını bile fark edebilecekken, kendi sızılarımıza körleşiyoruz. Kendimizi de fark etmez hale geliyoruz. Kendimizi kendimizde yitiriyoruz. Kendi ellerimizi kendi ellerimizden çekiyoruz.

Göz göze gelemiyoruz kendimizle. Yüzleşemiyoruz.
Kendi kendimizi sokağa atıyoruz.
Kendimizi kendimizden sürgün ediyoruz.
Kendimize kendimizi çok görüyoruz.
Oysa insan olduğundan fazlasıdır her zaman.
Ama bilmiyoruz. Ama bilmediğimizi de bilmiyoruz.
Sızısız yaşıyoruz. Issız yaşıyoruz.


Senai DEMİRCİ


 









Kırık bir kuşkanadı. Acıdır. Acıtır insanı. Duvardan düşen her taşla yaralanır insan. Kalbini deler kurşunların hepsi. Elinden tutulacak her çocuk, avuçlarını kanatır insanın. Küstürülmüş ihtiyarlar gelir, kapısının önünde ağlar. Terk edilmiş sevgililerin hepsi kuc...ağına döker gözyaşlarını. Ötelerde bir kedi kurtulsa kuyudan, umutları tazelenir. Başka ülkelerde bir yetim sevinse, bir öksüz doyuverse, hüzünleri silinir.



Gözlerine pırıltı değer insanın bir masûm ipten dönse. Bir katil elinden bıçağını düşürse, yüzüne kan doluşur, dudağına tebessüm dolanır. Bombaların parçaladığı her beden bin pıhtı atar kalbine. Yol kenarlarında, kuyu diplerinde, çıkmaz sokak başlarında, köprü altlarında, yalnız odalarda, yakasına sarılmaya hazır hüzünler ve sevinçler nöbet bekler. Ayağını geri çekemez insan başka hayatların kuytularından.



Uzak yoktur insana. Hep yakındır acılar. Çok yakındır hüzünler. "İnsan"dır çünkü. Dağların taşıyamadığını taşır omuzlarında. Gökleri çatlatacak o ağır sorumluluğu kalbinin odacıklarında ağırlar. "Ben" olma sancısını büyütür göğsünde.



"Ben" olmak, fark etmektir. Fark etmek, herkesi "ben" bilmektir. Varlığına "ben" diyebildiği için insan, her acıya kaçınılmaz bir özne olur. Kaçamaz. Başkalarına dokunan acılar ona dokunur. Kaçılmaz olur. Başkalarının sevinçleri de sevinci olur. En uzak köşelerdeki en küçük mutluluklar bulaşır ellerine.



Kuştüyünden yastıkları olur kanadı kırık kuşların yeniden cıvıldamasıyla. Yuvaya dönen her ceylan yavrusu haberi, evine taşır insanı. Hiç gitmeyeceği şehirlerde, hiç tanımadığı sokakların pürneşe adımlanması insanın süsüdür. Hiç bilmediği pencere önlerinde açılan rengârenk çiçekler insanın sevincidir. Saksılara dökülen sular önce onun yüreğini serinletir. Hiç uğrayamayacağı odalarda, hiç tanıyamayacağı, tanısa bile belki hiç sevemeyeceği, sevse bile belki ilgilenemeyeceği insanların huzuru, insanın kalbinde göllenir. Yüreğinin loş sokakları başkalarının mutluluklarıyla daralır ve genişler.



Kapıları açıktır ötekilere. Kapatamaz gözeneklerini dışarıya. Alışı vardır verişi vardır. Umursamaz değildir. Kalın kabuklarla sarıp sarmalayamaz kendini. "Kendi" olarak var oldukça, her yerine çizikler atar yeryüzünün kıpırtıları. Eksilmeler çoğalmalar, ölümler kalımlar, kurtulmalar yitmeler nabzına yürür, damarlarını doldurur. "Bana ne!"lerin soğuk duvarlarına hapsetmeye kalksa bile kendini, her aynaya baktığında gözlerinden utanır. Bahanelerin siperine girip sorumluluğunu unutmak istese de, yakalanır acılara. Sobelenir utancına. Evet, utanır insan gözlerinden. Aynada kendine bakan adam tutar yakasından sessizce... Bağırıp çağırmaz ama hesap sorar gizlice. Ya saklar yüzünü aynadaki adamdan ya gel-geç hazların makyajıyla avutur bir süreliğine. Ama bir süreliğine. Sonra yine utanır. Ki utanabiliyor olması bile iyi haberdir. Ya hiç utanamasaydı? Ya vicdanıyla sıcak temasını hepten kaybetseydi? Vicdanının itirazını susturacak denli sağırlaşanların düştüğü yalnızlık kuyusuna kimse el uzatamaz. Uzatsa bile uzanan bir el bulamaz.



Yazık değil mi bencilliğini bile fark etmeyecek denli bencilleşmişlere? Kibrini kibrinin çuvalında unutup da elini kolunu bağlayanlara ne demeli? Başkalarını rahatsız etmesi bile kendisini rahatsız edemeyecek kadar zulmün karanlığında yitmişler ne kadar acınasıdır?



Başkalarını görmeyen insan insansızlaşır. Komşusunu dert edinemeyenin kalbi sokaksızlaşır. Şefkatini dışarı taşırmayan insan kalpsizleşir. Ötekilerin varlığını hesaba katmayan insan kendine yabancılaşır. Kendinden öte uzanamayan insanın varlığı azalır. Başkasına hayrı dokunmayınca, kendine de hayırsızlaşır.



Dediğince âlemlere rahmet Peygamberinin [asm], "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır."



Dr.Senai DEMİRCİ

Önce sevdim. Sevdiğimi öğrendim, sevebileceğimi farkettim. Sevdikçe kendimi kainatla topladığımı gördüm.

Affetmeyi öğrendim: Affetmenin,dostlarımı 10la çarpmak olduğunu fark ettim.

Pişman oldum: Pişman olduğumu itiraf ettim; pişman oldukça hatalarımı küçük, anlaşılır ve bağışlanabilir parçalara bölebildiğimi gördüm.

Ha...tırlamayı öğrendim: Hatırladıkça sevgilerimin kare kökünü bulup, onlardan hüzün çıkardığımı fark ettim.

Değer vermesini öğrendim: Değer verdikçe sevgilerin küpünü bulup,onları mutlulukla çarpabileceğimi gördüm.

İltifat etmesini öğrendim: İltifat ettikçe insanlarla aramdaki en kısa mesafenin bir tebessümün resmettiği bir çizgi olduğunu gördüm.

Özür dilemeyi öğrendim: Özür diledikçe nefretin ve öfkenin sonsuza bölündüğünü böylece dargınlıkların limit sıfıra giderken yok olduğunu fark ettim.

Hüzünlendim: Hüznü sevdim,hüznün kalbime dokunmasına izin verdim.
Böylece bütün mutlulukların ve zevklerin sonunda ayrılık çizgisine teğet geçip geri döndüğünü gördüm.

Ve bir gün öleceğim: Kesinlikle öleceğim ve öldüğüm gün anlayacağım ki; yaşadığım hayat,paydası sonsuzluk olan basit bir kesirden ibaretmiş.

Tüm bu işlemlerin sağlamasını yapmak isterseniz, kalbinize bir bakın.

Dr.Senai DEMİRCİ

Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabbim.

Sen çağırınca, kendime ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm. Ezan okununca, sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim “cız” etti hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsam da olur!” dedim. “Az sonra”larım “çok sonralara döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım.

Oysa rahatlığı Sana borçluyum. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarımın her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kaşınmayan her bir noktası kadar rahatlık borçluyum Sana. Dişlerim ağrıyacak olsa her biri için harcayacağım zaman Senin. Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa, her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler Senin.

Gün oldu; usandım. Sabrımı tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini, benim için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım. Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. “Beni bana bırak!”larla durdum huzuruna; içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mıhlı kaldım.

Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı bana! Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor olabilirdin beni. Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.

İçten pazarlıktı benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sıfırlamayı, benliğimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sıcacık nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardı; alnımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden. Bütün benliğimle aşağı inemedim. İşim vardı, secdemi işime zaman kazandım. Secdeye kalbimi de sığdırmaya çalışmadım. Uykum vardı, secdemi sığ bırakıp uykumu derinleştirdim.

İtirafımdır: Bencilliğimi de sırtıma alıp rükûlarda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, “emrolunduğum gibi dosdoğru olma”nın ağırlığını sırtıma almayı erteledim. “Sırası değil!”di; “hele dur; sonra da olur!”du. En Sevgili’ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alınmadım.
Sen dileseydin, çocuğumun cılız nabızlarının eşliğinde, loş ve neşesiz bir yoğun bakım odasında, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kıpırtısının gölgesinde, mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde saçlarıma aklar düşürebilirdin.

İçten pazarlık mı denir buna? Sen bilirsin Seninle ettiğim pazarlığı. Kendime sakladığım ve hatta kendimden de sakladığım sır bu. Dilime bile değdirmekten korktuğum, ağzıma almaktan utandığım öyle bir sır işte. Fısıldaması bile acı veriyor ya… Meselâ, uzayınca Fatiha, uzayınca sûre, heceler sanki özgürlüğe giden yolu taşlar gibi kestikçe, “bitmez şimdi bu namaz!” dediğim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadı.

Bir Sen duydun beni ey Rabb’im. Sırrımı bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun, söyleyemediğimi de, dile getiremediğimi de bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, bir bedenimi bıraktığım halde huzurunda, kovmadın beni, yakınlığında tuttun.

İtirafımdır; öyle anlatıldığı gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazı… “Aradan çıkarmaya çalıştığım” oldu namazı. Geçiştirdim namazı. Bir “sorun”du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yaşamaya başladım… Yaşamayı namazın içinde aramalıydım. Namazı yaşamanın içine sızdırmalıydım oysa. Bilemedim.

Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda “aferinler” fısıldadın gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu. Yüzüme vurmadın. Azarlamadın. Aşağılamadın. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadın. Utandırmadın.

Pazarlık ettiğimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb’im. Kimselere söylemedin. Sırdaşım Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayıplamandan korkmam. Ben işte böyleyim; yine “bana ait”lerin hesabındayım. Başka kime söyleyeyim? Başka kimin anlayışından medet umarım?


Senai DEMİRCİ
İtaat etmek, hep zor gelir insana. Zoruna gider, zorlar. Kendi varlığını tehdit ede gelmiştir tâbi olmaların hepsi. Bir başkasını izlemek kendi arzusunu arkada bırakmayı, kendi önceliklerine sırt dönmeyi gerektirir çünkü. Üstelik her itaatin öncesinde de soğuk bir emir cümlesi vardır: ?İtaat edilecek. İtaat eeet!?
Peki ya, Peygambere itaat etmeye ne demeli? O?nun [asm] izinden yürümek de böylesine zorlayıcı mı? O?na [asm] tâbi olmak da istemeye istemeye mi olmalı? ?İte kaka? bir itaat mi isteniyor bizden? ?Ya itaat edersin, yoksa yanarsın? şantajıyla mı çağrılırız Resulullah?a [asm] itaate?
Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bize ?zoraki? bir yol çizsin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O?nun bize çizdiği ?yol?u çirkin bulmaya o kadar hakkımız olmamalı. Yoksa, yüzümüzün her noktasını özenle var eden Yaradan ile yüzümüzü kıbleye dönmeye davet eden Rab ayrı kişiler mi? Yoksa, gözümüzle görmeye değer güzellikte milyonlarca çiçeği var eden ALLAH başka biri, bizi Resulullah?ın [asm] ebedî bahar vaad eden yoluna çağıran Rabbimiz başka biri mi? Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan olarak var eden Yaradanım, beni niye ?sevimsiz?, ?lüzumsuz?, ?faydasız?, ?zoraki? bir yola çağırıyor olsun ki?
İşte Rabbimizin bizi Resûl?ünün yoluna çağırdığı sözü: ?De ki [ey Elçim]? bana itaat edin?? [Âl-i İmran, 31]. Ayet cümlesini tam göbeğinden yazıyorum ki, noktalı yerleri akleden kalbimizle birlikte dolduralım.

Her itaat çağrısı, bir soruyu kaçınılmaz kılar: ?Niye ki?? ?Nereden icap etti bu itaat şimdi?? Noktalı bıraktığımız yerlerde, Rabbimiz ?Niye ki??nin cevabını veriyor. ?De ki, eğer ALLAH?ı seviyorsanız, bana itaat edin?? Demek ki, Resul?e itaatin gerekçesi, hiç de zoraki değil. Sevmeye bağlı O?na itaat.. Sevmene bağlı? Hem de ALLAH?ı sevmene? ?De ki,eğer sevmeye ALLAH?tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana itaat etme?? ?De ki, eğer ALLAH?ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana itaat etmesen de olur...? ?De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, bana tâbi olma?? ?Yine, de ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme? ?Bir de, de ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir?ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği onlarca yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, bana değil onlara itaat et.?
Sözün özü: Resullullah'a itaatin ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka değildir. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır sevmek. Gönüllü bir bakıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle insan dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, ?zoraki? değildir Resûlullah?a itaat?
Her itaat çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: ?İtaat edince n?olacak?? ?Nereye varacağım O?nun izinden yürürsem?? ?Ne elde edeceğim, O?na tâbi olarak??
Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: ?sevilmek.? ?De ki, eğer ALLAH?ı seviyorsanız, bana itaat edin ki, ALLAH da sizi sevsin?? Yani. ?De ki, eğer ALLAH?tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur..? ?Yine, de ki, eğer ALLAH?tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme.? ?Yine, de ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, ALLAH?tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, ebedî diri kılacaksa, benim ardıma düşmesen de olur?? ?Bir de şöyle de ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen ALLAH değil de bir başkasıyla, bana tâbi olmasan da olur..?
Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, ALLAH tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: ??öyle sevsin ki ALLAH sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin. ?De ki eğer ALLAH?ı seviyorsanız, bana itaat edin ki, ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı toptan bağışlasın.? [Al-i İmran, 31]
Öyle bir sevgi ki sevdiğinin ayıplarını görmeyecek kadar ?körleştirici? bir sevgi. Öyle bir sevilme ki, sevilen hem bağışlanıyor hem bağışlandığı kendisine hissettirilmiyor hem de bağışlandığı suçları ebediyen yüzüne vurulmuyor. En ufak bir kınanma sözü, bakışı, edası duymuyor, görmüyor, bilmiyor sevilen. Öyle bir sevilme ki, sevilenin tüm hataları, cinayetleri, isyanları hasıraltı ediliyor, örtülüyor.
O ALLAH ki, Resulüne itaati iki sevgi arasına sandöviçliyor. "Eğer ALLAH'tan başkasını sevmek daha anlamlıysa, bana itaat etmeyin" diyor Resulullah.. "Eğer ALLAH'tan başkası tarafından sevilmekle daha çok sahiplenilecekseniz, yine bana itaat etmeyin!" diyor Resulullah. Daha doğrusu, denmesi isteniyor. Sevdiğini iddia eden, sevilmek isteyen ALLAH'ın Resûlüne seve seve itaat eder. Öyle değil mi?


Senai DEMİRCİ