YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


"Yeryüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir..." diyor, büyük önder Atatürk...Kadının önemini idrak eden bir anlayışla...Kadın, kimi erkeğe göre şeytan, kimi erkeğe göre melektir...Böylesine tezat bir anlayış, kadının çok yönlülüğünden, dinamikliğinden, olaylara yön veren davranış sergilemesinden, anneliğinden, fiziki görünüm üstünlüğünden, etkileyiciliğinden ileri gelmektedir...Bu nedenle kadını öven de yeren de sözlerle karşılaşırsınız güzel sözler antolojilerinde...

Lev Tolstoy:" Kadın, öyle bir konudur ki onu ne kadar incelersen incele, her zaman yepyenidir..." diyor...Doğrudur...Kadın, sürekli kendini yenileyendir...Kadının olduğu her yerde, mutluluk kıvılcımları çakar; onları çok iyi anlayanlar bu kıvılcımları ateşe dönüştürür ve kadının yarattığı bu atmosferden de olumlu etkilenir...Kadına ön yargılı olumsuz bakanlardan nefret ederim...Daha olayın ne olduğunu anlamadan, dinlemeden kadını suçlarlar...Ben, bütün kalbimle inanarak söylüyorum ki, istisnalar dışında kadın, Tanrı'nın bize bahşettiği yaratılmışların en başında yer alır; sadece annelikleri bile, onların takdir edilmelerine yeterli bir nedendir...

Kadını hor gören, aşağılayan erkekler, önce kendilerine baksınlar...Türk Atasözü: "Erkekler vefakâr, kadınlar cefakâr olmalıdır..."diyor...Hangi erkek, kadınların cefakâr olmadığını söyleyebilir?.. Ama ben vefakâr olmayan yüzlerce erkek gösterebilirim hiç zorlanmadan...Kadınlarımız, baş tacı edilmelidir; yüceltilmelidir,onların sevgisinden, şefkatinden her zaman yararlanılmalıdır...

Kadın, öncelikle iyi bir evlattır...Kız çocuklarının evlendikten sonra bile ailesinden kopmaması, ilişkisi farklı bir konumda da olsa sürdürmesi hiç mi dikkatinizi çekmiyor?.. Kadın, iyi bir ev hanımıdır, evini çekip çeviren odur...Evin baş sorumlusudur...Kadın, evden bir nedenle ayrıldığı zaman, şaşkındır geride kalan ev halkı...Onun eksikliği hissedilir her an...Kadın iyi bir eştir...Eşine bağlıdır, yuvasına sahip çıkan bir anlayışa sahiptir...

Bir kaynakta okudum, hayretler içinde kaldım...Diyor ki bu kaynak: "Eşiniz ne yaparsa yapsın, "evimin direğidir" diyerek susacaksınız. Onun özgürlüğü limitsiz olacak, "han" dediği yerde hamam yapılacak, bir eli yağda ve diğeri nerede belli olmadan yaşamasına yardımcı olacaksınız..." Yok ya, daha neler!.. Kadını, erkeğin kulu kölesi yapmaya çalışan bu zihniyeti protesto ediyorum, kınıyorum...Olmaz böyle şey!..Bakınız ne diyor Goethe:"İyi bir karın mı olsun istiyorsun, öyleyse tam bir koca ol!" Haklı değil mi?.. Sen tam bir koca mı oldun da kadından bu beklentileri sıralıyorsun?..

Değerli dostlar!.. Kadının mutluluğu, öncelikle erkeklere sonsuz özgürlük veren, kadını ikinci sınıf itibarda gören zihniyetin tasfiyesiyle gerçekleşebilecektir...Bu zihniyetin tasfiyesi ise, kadın-erkek birlikte mücadele ile mümkün olabilecektir...Bütün bu olumlu değerlendirmelerin dışında kalan kadınların da varlığını yadsımıyorum; ama onların sayılarının geneli etkileyecek oranda olmadığını da çok iyi biliyorum...Kendilerini hor gören, ezen, değer vermeyen, sadece kadını kullanmaya meyilli erkeklerin peşinde koşan kadınlarımızı da anlayamadığımı özellikle belirtmek istiyorum...

Saygı duyduğum, olmazsa olmazlarımızdan gördüğüm, cefakâr kadınlarımıza selâm olsun!..

İyi ki varsınız!

Asım ERDOĞAN




“Ben senin, sevgilin, eşin, baban, ağabeyin, arkadaşınım…Biri bitse biri kalır…Seni hiç bırakmayacağım…” diyor Cemal Süreya…Bu söze hayran olmamak mümkün değil…Evlilik, bu duyguları yaşatıyorsa insana, kuşkusuz mutluluk verir, birlikteliğin tadına vardırır…Öyle ya!..Hem sevgili, hem eş, hem baba, hem ağabey hem de arkadaş olabilecek kaç tane koca vardır bu dünyada?..Bırakın bunların tamamını sadece kocalığı bile beceremeyen o kadar çok erkek var ki!..Eşini anlamayan ve aslında hiç evlenmemesi gereken kocalardır bunlar…Hem kendilerine hem de eşlerine eziyet ederler…Bağrışmalar, hakaretler, kavgalar daha önceki yalnız yaşamı özletir her iki kişiye de…Evlilik de bir ıstıraba dönüşür…Oysa kocalar, bütün bu istenilen duyguları yaşatabilselerdi sevgili eşlerine, kendileri de mutlu olacak ve bu mutluluktan çocuklar da nasiplerini alabileceklerdi…

Kim istemez böyle bir evliliği diyen kocaların haykırışlarını duyar gibiyim…Benim eşim, Cemal Süraya’nın eşi gibi değil ki ben ona bütün bu duyguları yaşatayım…O benim, eşim, annem, kız kardeşim, arkadaşım olamadı ki ben tarif edilen koca gibi olayım!..Doğrudur…Ben, bu sözü duyduğumda eşim de bana aynı duyguların dişi karakterlerini yaşatıyor diyebilmiştim…O halde evliliğin büyüsü işte burada…Jack Lemmon diyor ki:”Bir zamanlar erkeğin üstün olduğuna inanıyordum…Sonra evlendim…Karım bu inancımı tamamen yıktı…” Demek ki kocaların en sivri düşüncelerini bile ters yüz edebiliyor kadınlar… Elbette kocaların karakteristik yapısı da kadının başarısında etkin rol oynuyor…Nitekim şöyle diyor Williame Shakespeare:”İyi adamdan kötü koca olmaz!..” Ne kadar doğru bir söz…O halde kadının başarısı, kocasının iyi adam olup olmamasıyla da yakından ilintili…İyi kadın, iyi adam…Mutlu evliliğin ilk adımı bu olsa gerek…

Mutlu erkeklerin ve kadınların evlilik kurumuna olumlu baktıkları bilinen bir gerçek…Mutlu bir yuvada çocukların da mutlu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz…Aldatmaların da en alt düzeyde olduğu bu tür evliliklerde hem erkek hem de kadın, yakın çevresindeki herkesi olumlu etkiler…Çünkü onlar aynı zamanda iyi bir baba, iyi bir anne, iyi bir kayınpeder, iyi bir kayınvalide, iyi bir anneanne, iyi bir babaanne, iyi bir dede olurlar…Sözlerim yanlış anlaşılmasın!..Boşanmış eşlerde de iyi bir baba, iyi bir anne vb. elbette olur ve biz bunları yaşayarak görebiliriz…Ancak, geri plandaki aile tablosu ne yazık ki istenilen biçimde olmaz!..

Bir arkadaşım anlatıyor:”Ben eşimle birlikte bir yere gidemedim…Örneğin köpeği birlikte gezdirmeye gidelim dediğimde, ne gereği var, mademki sen gidiyorsun, ben niye gideyim, der bana…Oysa ben onunla birlikte yürümek, konuşmak, dertleşmek için isterim bunu…Beni hiç anlamaz!..” Bu duruma üzülmemek mümkün mü?..Eşle birlikte olmanın nasıl bir duygu olduğunu eğer anlayamıyorsa bir erkek, evlilik neye yarar?..El ele tutuşmak, birlikte yürümek, birlikte alışveriş yapmak, birlikte şarkı söylemek, birlikte film izlemek, birlikte bir geziye çıkmak, birlikte yaşlanmak ne güzel bir duygudur, bunu yaşayabilene, tadını alabilene!..

Muzaffer İzgü şöyle diyor:”Ben, hayatta en çok eşimi sevdim…” Can Yücel’in “Ben hayatta en çok babamı sevdim..” sözüne nazire olarak… Bu sözün içinde anne sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi var, hem de coşkulu bir şekilde… Ne güzel bir şey bu sözü hissederek söyleyebilmek!..

Son söz Drusus’tan” İnsan hayatının en önemli olayı iyi bir eş seçimidir…” 

Asıl püf noktası bu olsa gerek… 

Asım ERDOĞAN






Elimde bir bardak çayla oturdum pencere kenarına…Geleni geçeni izliyorum, geçmiş günleri anımsayarak…İnsanların kimi koşarak, kimi kısa adımlarla aheste ilerliyor taşları oynayan kaldırımda…Yorgun ve uykusuz dolmuş durağına giden bu insanların acaba ne sıkıntıları, ne dertleri var? Sağlıklılar mı hastalar mı hiç bilmiyorum durumlarını…Aşk acısı ile kavrulup yüreği yaralanmış kaç kişi geçti acaba evimin önünden?..Sevdiğine sevdiğini söyleyemeden ömrünü tüketen var mı acaba aralarında?..Merak eden sorgulayan bakışlarla izliyorum onları…Bir yudum çay eşliğinde, yaralı gönülleri düşünüyorum, acılarını, ıstıraplarını tahayyül ediyorum…Üzülüyorum…Yaralı gönüllerin tedavisinin mümkün olmadığını, zaman içinde kabuk bağlayan yaranın, en küçük bir uyarıcıyla yeniden depreşiverdiğini biliyorum…Hepimizi biliyoruz ki: Seven asla unutmuyor, unutamıyor…

Hava, açık; ama serin…Ne de olsa kış aylarındayız…Atkısıyla yüzünü tamamen kapatmış, sadece gözleri açık kadınların telaşlı yürüyüşleri sürerken, birden apartman kapımıza hızla dalan bir kadınla bir erkek görüyorum…Şaşkınım…Erkek, bayanın kolundan tutmuş sertçe çekiştiriyor…Konuşmalarını duymuyorum; ama belli ki hakaret de ediyor…Doğruluyorum penceremde, tam camı açmak üzereyken, erkek beni görüyor ve hızla ayrılıyor apartmanımızdan…Biraz eğilip baktığımda kadının ağladığını görüyorum…Nedir bu sabah sabah?..Dertleri ne acaba?..Bir süre sonra kadın da ayrılıyor giriş kapımızın önünden…Onlar ayrılıyor ayrılmasına da beni bir düşüncedir alıyor…Sevgili iseler, nedir bu sokak ortası rezaleti?..Evli iseler hiç yakışır mı onlara bu davranış?..Daha nelere tanık olacağız acaba, diyerek, geçmiş günlerin aşklarını düşünüyorum iç geçirerek…O temiz, tertemiz aşkları…

Yıllar önce Hacettepe Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi aldım…Bu eğitim sırasında tanık olduğum aşkı ve bu aşk nedeniyle gönül yarası alan bir arkadaşımın öyküsünü aktaracağım sizlere…Bu öyle bir aşk ki dillere destan denilir türden…Aşk yarası da o ölçüde büyük…Karmaşık ve bir hayli de etkileyici…Ayhan ve Ceyda Kurtuluş’ta oturdukları için derslere birlikte gelirler, dersten sonra da eve yine birlikte dönerlerdi…Zaman içinde Ayhan Ceyda’ya ilgi duymaya başladı…Ceyda’nın bundan haberi yoktu… Biz arkadaşları bu ilgiyi fark ediyor ve Ayhan’ın Ceyda’ya aşkını itiraf etmesini bekliyorduk…Bir gün sohbet sırasında hiç tanımadığımız bir genç geldi masamıza…Ceyda gülümseyerek ayağa kalktı ve ona belinden sarılarak bizlerle tanıştırdı…Halasının oğlu Remzi idi bu kişi…Akrabası olduğu için kimse başka türlü yorumlamadı Ceyda’nın ilgisini…Zaman içinde Ceyda’nın eski neşesini kaybettiği, yüzü asık ve moralsiz dolaştığı görüldü…Ayhan, ona yardımcı olmaya çalışıyor;ancak istediği sonucu alamıyordu…Bu arada Ayhan’ın Ceyda’ya olan aşkı da büyüyor, kabına sığamaz hale geliyordu…
Bir gün Ceyda bana açıldı ve halasının oğlu Remzi’ye aşık olduğunu, onun da kendisini çok sevdiğini ancak öteden beri süren husumet nedeniyle ailelerin bu aşka karşı çıktığını söyledi…Ayhan adına çok üzüldüm…Ona anlatmalıydım Ceyda’nın gerçek aşkını…Okulun kantininde karşılaştım Ayhan’la…Münasip bir dille olayı aktardım…Çok üzüldü Ayhan!..

Yıkıldı adeta…Ceyda’nın onu çok sevdiğini öğrenmesini ve üzüntüsünün belli olmasını istemiyordu artık!.. Yine birlikte okula gelip gitmeye devam ettiler…Remzi’nin ve Ceyda’nın ailelerine rağmen aşkları da sürüyordu…Öyle seviyorlardı ki birbirlerini…Gizlice evlenmeye karar verdiler…Nitekim kısa sürede bu kararı eyleme dönüştürüp evlendiler…Ayhan artık Ceyda’yı kaybetmişti…Gönül yarası almıştı…Ağlıyor, kahroluyordu…

Mutlu bir evlilikleri oldu Remzi ve Ceyda’nın…Okula yakın olması nedeniyle Ceyda’nın öğrenci iken tuttuğu evde evlilik yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler…Bir yıl sonra, Ayhan ve Ceyda yine bir akşam eve dönerken karanlık bir bölgede Ceyda’nın erkek kardeşi elinde silahla karşılarına dikildi…Şaşkındı Ayhan!..Aniden ateşlendi silah ve Ceyda yere yıkıldı…Ceyda’nın kardeşi koşarak kaçarken, Ceyda, son nefesini Ayhan’ın kollarında verdi…

Ayhan, bu inanılmaz olayı unutamadı…Gönül yarası hep kanadı durdu…Yaptığı evlilik ve iki çocuğun mutluluğu da bu yarayı tedavi edemedi…Ceyda’nın mezarını sık ziyaret edenlerden biri oldu Ayhan!..Gözyaşlarını onun toprağına akıtarak…

Gönül yarası olan herkese bu yaşanmış öyküyü ithaf ediyorum…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Kasım ayı geldi yine…Sonbahar tüm güzelliğiyle hüzün melodileri söylüyor bize…Dökülen yapraklar, içimizden kopup fırlayan anılarımızı simgeliyor…Sevmem sonbaharı…Ayaklarımın altında çıtırdayan yapraklar, sonbahar şarkılarını anımsatır bana…”Düşen bir yaprak görürsen, beni hatırla demiştin/Biliyorsun seni ben, sonbaharda sevmiştim” diyen Yıldırım Gürses’i, Seninle bir sonbahar mevsimiydi tanıştık/Sanki birbirimizi yıllarca aramıştık/Düşmeden el diline mesut günler yaşadık/Yabancı olduk şimdi, yazık birbirimize/İstersen gel dönelim, eski günlerimize” diyen Nesrin Sipahi’yi canlandırırım gözümde…Gözlerim nemlenir…Nedense ayrılıkları, ölümleri, acıları, sıkıntıları bir film şeriti gibi gözlerimin önünden geçirir sonbahar…Oysa bilirim, bugün o yapraklarını döken ağaçlar, ilkbaharda yeniden hayat bulacak, dallarına su yürüyecek, kokulu çiçekler açacak, moral verecek her birimize…Teselli etmez bu beni…Kimler görebilecek acaba o güzelim yeni baharı?..Bilebilir miyiz?..Hafiften başlayan hüzün tüm benliğimi sarıverir birdenbire…Sararmış, kurumuş yapraklar, rüzgarla savrulurlar sağa sola… Çöpçülerin, o sararmış, kurumuş yaprakları toplayıp plastik torbalara doldurması, geriye dönüşü olmayan bir yolculuğu dikte eder bana…Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirini mırıldanırım o an dize dize…Ölümün soğuk yüzünü hissederim…

Madalyonun öbür yüzü, çok farklıdır…Bayılırım sonbahar manzarasına…Renk cümbüşü, hüzünlenen yüreğimi hoplatır yerinden adeta…Kırmızı, yeşil, sarı, kahverengi, kızıl her renk öyle ahenklidir ki sonbaharda…Doğanın vedasına, şapka çıkarırım…Hele bir göl görüntüsü de eşlik etmişse bu manzaraya, doyamazsınız hazzına…Elimde fotoğraf makinesi, koşarım bir manzaradan diğer bir manzaraya…Sonbahar manzarası, kasım aşklarını da körükler…”Kasımda Aşk Başkadır” filmini bilirsiniz…Konusu şöyledir: “Nelson Moss (Keanu Reeves) yaşamını işine adamış tipik bir iş adamıdır…Bir ehliyet sınavında Sara(Charlize Theron) ile tanışır…Sara her ay evini ve kalbini problemli bir adamla paylaşır…Sara, Nelson’a 1 ay boyunca onunla yaşamasını teklif eder(Kasım ayı boyunca)...Nelson teklifi kabul eder ve aynı evde yaşamaya başlarlar; ama birbirlerine aşık olurlar…Bu hesapta yoktur…Sara, hayatında ilk kez bir erkeğe aşık olmuştur ve aslında kendisi kanserdir; fakat bunu Nelson’la paylaşmaz…Nelson Sara’nn kanser olduğunu öğrendiğinde, Sara, Nelson’dan ayrılmak ister...Nelson bu ayrılığa karşı çıksa da olaylar Sara ile ayrılması sonucunu doğurur…” Duygusal bir filmdir, “Kasım’da Aşk Başkadır” filmi…Bu filmi anımsarım, her sonbahar manzarasını izlemeye başladığımda…

Karamsarlık ya da mutluluk seçeneği karşınızda durur sonbahar mevsiminde…Ben, her yılın kasım ayında yaşarım bu ikilemi…Çünkü hüznün ve coşkunun harmanlanmasıdır sonbahar…Bir yanıyla hüzün verir, diğer yanıyla yüreği hareketlendirir, coşturur…Sonbahar, kuru, ruhsuz ağaçları, beklenilen soğuk havaları, kısalan günleri, koşuşturmaları, sıkıntıları, ister istemez anımsatır… Suratlarımız asılır, morallerimiz bozulur…Oysa kış da güzel bir mevsimdir…Kim sevmez kar yağışını ve o muhteşem kar manzarasını?..Öyle değil mi?..Önemli olan, her mevsime ikinci yüzüyle güzel yüzüyle bakabilmek, bunu başarabilmek…

O nedenle, sonbaharın ikinci yüzünü yani güzel yüzünü görmekte yarar var…Doyasıya yaşamalı tüm insanlar, sonbahar manzarasının hazzını…O halde, bırakınız lütfen, yüreğinize baskılamayı…Ayaklarınızın altında bastıkça çıtırdayan kurumuş yapraklar, bir melodi fısıldıyor gibi gelsin size…Parçalanmış bulutların arasında eskisi gibi güçlü olmayan güneşin batışı manzarası, sevgi dağarcığınızı artırsın yüreğinizde…Sonbaharın tüm renkleri ılık ılık aksın içinize…Aşık olun yeniden, eşinize, sevgilinize…Okşayın onların ruhlarını…Sonbaharın
coşkusunu yaşayın!..

İşte o zaman muhteşem yüzünü gösterecek size sonbahar!..


Asım ERDOĞAN





Kilit taşıyla döşenmiş virajlı bir yolda ilerliyoruz… Otomobilin açık camından içeriye nefis çiçek kokuları giriyor ve derin nefes alarak bu güzel mis gibi kokuları ciğerlerimize dolduruyoruz…Elimizde bir krokiyle ilerliyoruz…Çok site var bu bölgede…Kocaman demir kapıları hemen dikkati çekiyor…Her sitenin bir güvenlik birimi mevcut…Yanlış bir yola girmeyelim düşüncesiyle bu güvenlik birimlerinden birine elimizdeki adresi soruyoruz…Neyse ki doğru yolda olduğumuzu ve 2 kilometre sonra adrese ulaşacağımızı söylüyorlar…İçimiz ferahlıyor ve site binalarına hayran hayran bakarak 2 kilometre kadar gidiyoruz…Eşim, “İşte burası!..” diyor, krokiye tekrar bakarak…Site giriş kapısı tam karşımızda artık…Güvenlik bizi durduruyor…Telefon görüşmelerinden sonra içeriye girmemize izin veriliyor…Binalar A-B-C-D blokları şeklinde dizilmiş…Biz C bloğa doğru ilerliyoruz…Bina giriş kapısına ulaşıyoruz…Ev sahibi kapıdan girebilmemiz için gerekli şifreyi telefon ile bize iletiyor ve ancak bu şekilde içeriye girebiliyoruz…

Çıkacağımız 8.kat düğmesine asansörde basıp beklemeye başlıyoruz…Asansör kapısı açılıyor ve ev sahibinin daire kapısı açık bizi beklediğini görüyoruz…Kısa süren hoş geldiniz merasiminden sonra daireye giriyoruz…Öyle güzel bir daire ki bu gördüğümüz, şaşkınlığımızı belli etmeden salona doğru ilerliyoruz…Aman Tanrım!..Burası bir daire değil saray yavrusu…Salon kocaman ve mükemmel bir şömine ile hepimizi büyülüyor adeta…Salon penceresi enfes bir manzaraya açılıyor…Boğaz ayaklarınızın altında…Balkon sanki teras büyüklüğünde…Çiçeklerle bezenmiş…Sallanır koltuklar konulmuş…Tam bir dinlenme yeri…Boğaz manzarası harika!..Birbirimize bakıyoruz, gözlerimizle konuşarak…

Ev içinde hizmet eden bir görevli bayan geliyor saygılı bir selamlama ile…Bize ikram edecekleri yiyecek ve içecek çeşitlerini sorup ayrılıyor salondan…Çok şık giyinmiş bu bayan için hizmetçi tanımlamasını kullanamıyoruz haliyle…Tedirgin oturuyoruz…Resmi bir hava kol geziyor evin içinde…Bir ara şoför geliyor ve evin şımarık kızını alışveriş için götürmek üzere salondan da görülen giriş kapısında bekliyor…Kız eşyalarını otomobile götürmesi için ona veriyor ve şoför de selam vererek hızla çıkıyor açık kapıdan…Kız babasını ve annesini öpüp bize de belli belirsiz bir selam verdikten sonra ayrılıyor aramızdan…

Kaç odalı diye soruyorum bir ara…7 odalı olduğunu öğreniyorum…Merak etmiyor değiliz; ama ev sahibinden ev görmek ister misiniz teklifi gelmediğinden, sadece tasavvur ediyoruz bu 7 odayı…Dairenin içinde özel bir havuzun da olduğunu öğreniyoruz bir ara…Vay beee!..diyoruz içimizden…Ev sahibiyle ve hanımefendiyle ne konuştuğumuzu tam hatırlamıyorum…Bir şeyler sordu ev sahibi bize, biz de yanıtlar verdik otomatik…O kadar...Aklımız fikrimiz evin dekorasyonunda ve bize olağanüstü gelen büyüklüğünde…

İzin isteyip ayrılıyoruz evden, pardon saraydan…Yol boyunca bu sarayı konuşuyoruz…İçindekiler ne şanslı diyoruz…Dişimizden tırnağımızdan ayırarak zar zor sahip olduğumuz evimiz geliyor aklımıza…Nasıl kazanılabiliyor bu kadar para?..Aklımız almıyor…

Ankara’nın gecekondu bölgelerini bilirsiniz…Derme çatma evlerden oluşur…Çatıları eğretidir, kiremitler uçmasın diye üzerlerine ağır taşlar konulur…Otomobilimizle ilerliyoruz dar sokaklardan…Çocuklar bağıra çağıra oyun oynuyorlar…Adresi soruyoruz bir eve…Yarım yamalak anlatıyor bize…Sağa dön, oradan tekrar sola dön ve düz ilerle…Dediğini uyguluyoruz…23 numaralı ev görünüyor nihayet…Park edecek bir yer bulamıyoruz…Evin penceresine teğet bir biçimde yanaştırıyoruz otomobili…Sokağın çocukları sarıyor etrafımızı…”Biz o teyzeyi çok severiz!..” diyorlar…Gülümseyerek ilerliyoruz eve doğru…Kapı demeye bin şahit ister…Öyle kötü ki…Tokmağına vuruyoruz…Gıcırdayarak açılıyor kapı…Nur yüzlü teyze karşılıyor bizi…Evin içi çok karanlık…Dışarının bol ışığından sonra gözlerimiz etrafı göremiyor bir müddet!..Bir sedir, pencerede iki saksıda fesleğen var… Pencere camlarından biri kırık, mutfak bölümü hemen kenarda yıkılacak gibi duran bir tezgah ve onun üstünde birkaç raflı bir dolaptan ibaret…Yanda bir oda daha var; ama o odanın kışın damının aktığını söylüyor ve bu yüzden hep burada oturmak zorunda kaldığını söylüyor, bu temiz yüzlü teyzemiz…

Birer bardak çayını içiyor ve ayrılıyoruz evden…İçimiz acıyor…Oğlu lüks içinde yaşarken annenin bu perişan durumu, “Nasıl bir dünya düzeni bu!..” dedirtiyor bize…

Evet!.. boğaza nazır o saray yavrusunda oturan beyefendi, bu köhne, yıkılacak gibi duran gecekonduda oturan annenin öz evladı… Yanlış okunmadınız, öz evladı…

Yorum sizin!


Asım ERDOĞAN





Hiç kimseyle görüşmek istemediğiniz özel dönemleriniz olmuştur…Öyle bir dönemdir ki o…Telefona bile yanıt vermek istemezsiniz…Canınız istemez, sohbet etmeyi…İçiniz buruktur çünkü…Boş boş bakarsınız etrafa…Gönül yorgunluğu diyoruz biz buna…Vücut yorgunluğundan daha yıpratıcı, daha etkileyici bir sıkıntı…İyi niyetli uyarıların bile acıttığı, tahammül gösterilmediği hatta zaman zaman hırçın davranıldığı anlardır o özel dönemler…Anlayışlı olursa dostlarınız, sorun geçicidir, bir süre sonra kendiliğinden sona erer…Tersi durum söz konusuysa, kırılanlar, alınanlar ve küsenlerle uğraşmak zorunda kalırsınız daha sonraki günlerde…


Geçen hafta benim de öyle özel bir dönemim oldu…Kimseyle görüşmek istemedim, telefonlara yanıt vermedim, inzivaya çekildim bir anlamda…Koca Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı geldi aklıma…Keşke benim de bir Aşiyanım olsa…Kimselerin rahatsız edemeyeceği, o özel dönemde yalnız kalabileceğim bir mekan…Ne iyi olurdu; ama yok ne yazık ki!..Neden inzivaya çekilmek istediğimi hiç sormayın…Gönül yorgunluğu deyip geçelim…Her sorunun çözümü için adres sizseniz eğer, bunalıyorsunuz…Haydi koştur oraya, haydi koştur buraya…”Aaa bak!..O işi de bu arada görüversen!..” “Aman gitmişken, Filana da uğra…” sözleri gönül yorgunluğunun fitilini ateşliyor hemen…Beklediğiniz sevgiyi, ilgiyi, teşekkürü göremediğiniz anda, manen yıkılıyorsunuz…Sizi hiç aramayanlar, beni niçin aramıyorsun, diyebiliyor, size hiç yardım etmeyenler, bana neden yardımcı olmuyorsun diyebiliyor, sizden uzaklaşanlar, benden niye uzaklaştın diyebiliyor…Akıl sır erdiremiyorsunuz olan bitene…Ben, bu tabloda gösterilen gibi değilim, fedakârca koşturduğum halde neden taktir edilmiyorum, diyor, üzülüyorsunuz… Siyasetin çirkin yüzünü görüyorsunuz…Dış güçlerin emelleri rahatsız ediyor sizi…Yorgun gönlünüz esir alıyor bedeninizi…

Gönül yorgunluğuna depresyon diyor doktorlar…Bence Anadolu tabiri gönül yorgunluğu her zaman depresyonla açıklanamaz…Gelip geçici, sadece kısa bir dönem süren gönül yorgunlukları da var…Hepimizde ara sıra görülen…Düşünebiliyor musunuz?..Art arda dördüncü ilişkisi de hayal kırıklığıyla sonuçlanan bir kişinin gönül yorgunluğu normal değil mi sizce de?.. Kuşkusuz bu durum, beşinci ilişkiyi aramasına engel değildir; ama yorgun düşen gönlün, bedeni sarsması kaçınılmazdır…Bilgi arttıkça gönül yorgunluğu da artıyor ona paralel…Siyasetteki çalkantılar, ülkenin içine düştüğü ekonomik sıkıntılar, cinayetler, trafik kazaları, vurdum duymaz siyasetçiler vb… gönül yorgunluğunun yükünü artırıyor…Bilgeye sormuşlar en mutlu insan kimdir, diye…Dağdaki çobanı işaret etmiş Bilge... Neden diye sormuşlar, hemen… Çünkü demiş insan bildikleriyle yaşar, onun bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı... Kendisini mutsuz edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil…Doğrudur…Bakıyorum da liseli gençlere, çok rahatlar…Bilmedikleri için rahatlar…Ergenlik sorunları ile boğuşuyorlar, okul, dershane, flört ekseninde yaşam çizgileri…Öğrendikçe görüyorlar, ülkenin durumunu, adaletsizliği, yozlaşmayı, yalanı dolanı, rantı, rüşveti, soygunculuğu…Başlıyor gönül yorgunluğu…

Sizler de gönül yorgunluğu yaşıyor musunuz?..Evet yaşıyoruz, dediğinizi duyar gibiyim…

Duygusal insanların her an yaşayabileceği bir durum gönül yorgunluğu…Bir ömür sürmemesi dileğiyle…

Özdemir Asaf’ın şiiriyle tamamlayayım yazımı…Şiirin adı: Çağrışımlar… 

Çok küçük bir yalanı 
Çok büyük bir orantıda 
Dinlediniz mi? 
Çok büyük bir yalanı 
Çok yalın bir doğrultuda 
Söylediniz mi? 
Gecikmiş bir gizlemi, 
Birikmiş bir özlemi 
Sakladınız mı? 
Gelmeyecek bir gideni, 
Olmayacak bir nedeni 
Beklediniz mi? 
Bir gerçeği erken, 
Bir açlığı tokken 
Anladınız mı? 
Hep mi hep ölecekmiş gibi, 
Hiç mi hiç ölmeyecekmiş gibi 
Yaşadınız mı? 
Yalanı sürmeye sürmeye, 
Yanlışı görmeye görmeye 
Saklandınız mı? 
Doğruluğun yönünde, 
Doğruların önünde 
Aklandınız mı? 
Ortamsız bir yaşamda, 
Yaşamsız bir ortamda 
Harcandınız mı? 

Asım ERDOĞAN






Sabahın erken saatleri…Gün henüz ağarıyor…Hoş bir loşluk kaplamış her yeri…Sessizce yatağımdan kalktım…Ev içi adımlarıma dikkat ederek balkona çıktım…Balkonumuz camla kaplı…Pencereyi açtım ve derin derin soludum havayı…Dışarıda in cin top oynuyor, kimseler yok…Oradan oraya uçuşan kuşların cıvıltısından başka herhangi bir ses de duyulmuyor…Binalar taş yığını gibi…İnsanlar uykuda…Bahçe dingin…Çiçekler arasında olmak istedim birden…Onları okşamak, koklamak geldi içimden…Yumuşak adımlarla çıkış kapısına doğru ilerledim…Eşim ve kızım da uykuda…Onları uyandırmadan sessizce süzüldüm dışarı…Apartman kapısı her zaman sesli kapanır…Bunu bildiğim için usulca kapattım kapıyı…Bahçe beni bekliyordu…Adımlarımı attıkça sabahın serinliği yüzümü okşuyordu adeta…Bahçenin tam ortasında durdum…Ne kadar güzel görünüyordu çiçekler…Çimlere basa basa dolaştım bahçeyi…Doğa ile baş başaydım…Huzur doldurdu oluk oluk yüreğimi…Yaşıyordum, sağlıklıydım ve mutluydum…

Yaşama sevinci yaşam kalitesine de bağlı kuşkusuz…Geçim sıkıntısı içinde olan ya da herhangi bir sağlık sorunu yaşayan bir insanın bahçenin ortasında benim duyduğum huzuru duyması ya da aynı keyfi alması beklenemez…Ama sağlıklı ve ekonomik sıkıntısı olmadığı halde mutsuz olan o kadar çok kişi var ki…Özellikle sözüm onlara…Ne istiyorsunuz?..Niçin bu hayatı kendinize zindan ediyorsunuz?..Yazık değil mi size, ailenize ve yakın dostlarınıza?..Yakınınızdaki bir moral bozukluğunun domino taşı gibi sizi de etkileyeceğini niçin hesaba katmıyorsunuz?..Unutmayın!..Siz sevgi dolu iseniz enerjinizle ihya olur sevdikleriniz…Hep taktir etmişimdir bu tür insanları…Onların hiç mi sorunları yok?..Elbette var; ama yaşama sevinci ile dolu yürekleri, sorunlarını çözmede en büyük katkıyı sağlıyor onlara…

Öğretmenliğe yeni başladığım yıllarda, okuldaki öğretmen arkadaşlarım, daha önce aynı okuldan emekli olmuş öğretmen çiftin evlerine konuk olacaklarını söylediler…Emekli öğretmenlerden biri Türkçe öğretmeniydi…Deneyimlerinden yararlanırım düşüncesiyle ben de katılmak istedim…Olumlu yanıt aldım ve hep beraber Cebeci’de bir teras katında oturan çifti ziyarete gittik…Çiçeklerle donatılmış teras balkonuna aldılar bizi…Öyle güzeldi ki atmosfer…Hayran kaldım…Öteden beri teras katlarını sevmişimdir…Çünkü bahçe ihtiyacınızı da giderebiliyorsunuz geniş balkonunda…Manzara da genelde güzel olur bu katlarda…Sohbet ilerledi ve Hulusi öğretmen benim Türkçe öğretmeni olduğumu öğrenince çalışma odasına götürdü beni…Odanın dört bir yanı kitaplarla çevriliydi…Bir kenarda duran küçük bir masa ve onun üzerinde daktilo makinesi vardı…Kitaplarına göz gezdirdim…Bütün klasik romanlar, İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı vb…şeklinde tasnif edilmişti…Yazarlardan konuştuk…Romanlardan konuştuk…Beni çok mutlu eden sohbetin bir yerinde yaşama sevincinden söz etti Hulusi öğretmen!..Yaşama sevincini yok ettiği annesinden söz etti uzun uzun…Gözleri buğulandı…

Hulusi öğretmen, evlenmeden önce, henüz üniversitede okurken annesiyle tartışmış ve evi terk etmiş…Zaten kalp hastası olan annesi, ayrılık acısına fazla dayanamamış ve vefat etmiş…Hulusi öğretmen cenazeye de gitmemiş, mezarının nerede olduğunu bile öğrenmemiş…Yalnız kalan babası, kısa bir süre sonra yeniden evlenmiş…Durum böyle olunca, artık baba evine hiç uğramamış Hulusi öğretmen!..Günün birinde bir mektup gelmiş Hulusi öğretmene…Annesi tarafından yazılmış bir mektup…Babası ona göndermiş bu mektubu…Mektupta yazılanları okudukça ağlamış Hulusi öğretmen!..Yüreği dağlanmış…”Ne vardı mektupta?” diye sordum, Hulusi öğretmene…Mektubu sakladığı kutudan çıkardı ve bana uzattı… “Yüksek sesle oku!..”dedi…Şunlar yazılıydı mektupta:“Sevgili yavrum!..Artık dayanamıyorum senin yokluğuna…Kahroluyorum…Sen benim yaşam kaynağımdın…Yaşama sevincimdin…Gittin ve ben de yitirdim içimdeki bu sevinci…Öleceğimi hissediyorum…Bu mektubu da sana ölmeden önce son defa yazıyorum…Mutlu ol yavrum!..” Mektupta kurumuş göz yaşlarının izleri de vardı…Üzüldüm ve usulca masaya bıraktım mektubu…Hulusi öğretmen, annesinin yaşama sevincini söndürmüş ve bir anlamda ölümüne neden olmuştu…Vicdan azabı kıvrandırıyordu onu…Pişmandı; ama o anda yapabileceği hiçbir şey de yoktu…

Yaşama sevincinizi yüreğinizden eksiltmeyiniz…Kim bilir belki de siz, sizi çok seven bir kişinin yaşama sevincisinizdir…



Asım ERDOĞAN


Hüznün, penceresini ağır ağır araladığı bir aydır Eylül...
Yaza vedanın içi burkan, ruhu da sarartan bir aydır Eylül...
Yaz aşklarının son demleridir Eylül...
Yazlıkların bir bir boşaldığı, sahil kentlerinin asıl sahiplerine bırakıldığı bir aydır Eylül...
Yaprakların sarardığı, dallardan bir bir düştüğü, rüzgarlarla sağa sola savrulduğu bir aydır Eylül...
Eylül, eğitim-öğretim yılının başlangıcıdır...
Kitap, dergi, defter, kalemdir Eylül...
Dedelerin torunlarıyla kavuştuğu ya da ayrıldığı bir aydır Eylül...
Gün batımında, sahil keyiflerinin, balık ve rakının, çıplak ayakla yürümenin, şezlong muhabbetlerinin sonu, yemek artıklarıyla mutlu bir yaz geçiren sokak hayvanlarının yalnızlığıdır Eylül...
Eylül, kış telaşının başlangıcıdır...
Kombidir, doğal gazdır, kömürdür, sobadır Eylül...
Sinemaların, tiyatroların buram buram kokusunu hissettiğimiz aydır Eylül...
Sanattır, kültürdür, edebiyattır Eylül...
Kar, fırtına, yağmur, sel, kısa gün habercisidir Eylül...
Çizme, bot, palto, şemsiyedir Eylül...
Eylül, kış muhabbetlerinin müjdecisi. aynı kentte yaşayan dostların buluşmasıdır...
Balık mevsiminin açıldığı tezgahların her çeşit balıkla doldurulduğu bir aydır Eylül...
Patlıcanlar, domatesler bitmeden, lahana ve pırasaların da çıktığı bir aydır Eylül...
1 Eylül "Dünya Barış Günü"dür...

Severim ben Eylül'ü...Acısıyla tatlısıyla...Sevinciyle hüznüyle...

Cemal Süreya'nın Eylül'le ilgili şiiri ne kadar güzeldir...

Eylül’dü.
Dalından kopan yaprakların
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.

Eylül’dü.
Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu.
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.

Eylül’dü.
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.
Gözlerini sildi zaman..

Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.

Eylül yazılarında hep hüzün vardır... Hüzünse en yakışandır bize der, Hilmi Yavuz!..

Hoş geldin Eylül!..Hoş geldin yüreğimize!..


Asım ERDOĞAN





Gençlik yıllarında şiir yazmayanımız yok denecek kadar azdır bilindiği gibi…Alırız kağıdı kalemi elimize, kafiyeli, genellikle aşk temalı şiirimizi oluştururuz büyük bir mutlulukla…Çoğunlukla taklit şiirlerdir bunlar…Edebi değeri yoktur…Biz edebi değerde olup olmadığına da aldırmayız zaten…O, bizim şiirimizdir ve duygularımızı yansıttığı için çok değerlidir; yürekten kopup gelmiştir çünkü….Öğretmenlik yıllarımda, öğrencilerim şiirlerini getirirlerdi bana…”Hocam nasıl olmuş?” diye…Şiirin yazılması ve öğrencinin bunu zevkle yapması bile yeterli bir özelliktir benim için…Onların heveslerinin kırılmaması çok önemlidir o dönemde…Bu yaşta yazılan şiirlerin, edebi değer taşıması da beklenemez zaten… St. john Perse:”Şiir, insanın görünmez yüzüdür…” diyor…Ne kadar doğru….Yazdığı şiirle, şair görünmeyen yüzünü açığa çıkarmaktadır aslında…

”Otuz Beş Yaş” şiirinin şairi, Cahit Sıtkı Tarancı, şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer verir, hep ölümün üstüne üstüne gider...Bunu neden yapar bilinmez… Yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olur... Ölüm temasını bu kadar çok işlemesi, Cahit Sıtkı’nın görünmeyen yüzünü yansıtır bize…

”Merdiven” şiirinin şairi Ahmet Haşim, şöyle açıklar şiir anlayışını: “Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir… Düzyazıda anlatımı yaratan öğeler şiir için söz konusu olamaz… Düzyazı us ve mantık doğurur, şiir ise algı bölümleri dışında isimsiz bir kaynaktır… Gizliğe, bilinmezliğe gömülmüştür… Şairin dili, duyumların yarı aydınlık sınırlarında yakalanabilir… Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir… Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir…” Evet! Burnundan nefret eder Ahmet Haşim, hiç beğenmez burnunu…Onun melankolik hali, şiirlerine de yansır…Haşim'in sosyal tarafı bulunmayan içe-kapanıklığı, çirkinlik ve yabancılık kompleksleriyle açıklanabilir…

“İstiklâl Marşı” şairimiz olarak bilinen Mehmet Akif Ersoy, aruzu kullanmadaki başarısıyla dikkat çeken şairlerimizdendir…”Çanakkale Şehitleri” şiirini, her okuyuşumuzda tüylerimiz diken diken olur, duygulanırız…Cehaletten, gafletten, yanlış tevekkül anlayışından, birliğimize-beraberliğimize sokulan fitne fesattan, kula kul olmaktan, ilimden irfandan uzak kalmaktan, hep yaka silkmiştir Mehmet Akif…

“Sessiz Gemi” şiirinin şairi, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul şairi olarak da anılır…Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştır, büyük şair…Aruzu mükemmel kullanır…Lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve sonsuzluktan da alır. İç ahengi her şeyden üstün tutuşu, şiiri "musikiden başka türlü bir musiki" kabul edişi; "Ok" şiiri bir yana, bütün şiirlerini, bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü aruzla yazmasına neden olur…

Han-ı Yağma “ şiirinin şairi Tevfik Fikret’in dünya görüşü, çağının koşullarını aşar... Özgürlük ve eşitliğe inanır, o… Sınıfsal çıkarlara dayalı yönetim biçimini eleştirir, belli egemen sınıfların yönettiği devlete ve bu devletin koyduğu yasalara karşı çıkar. ..Zaman içinde küser ve Aşiyan’ına çekilir…”Sis” şiiri de unutulmazlar arasında yer alır…

“İstanbul’ u Dinliyorum” şiirinin şairi Orhan Veli Kanık, şiire getirdiği yenilikler yüzünden önceleri büyük ölçüde yadırganır, çok sert eleştiriler alır ve küçümsenir…Onun şiirlerinin şiir niteliği taşımadığı bile söylenir…Garip akımının Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte öncüsüdür o…Orhan Veli’nin şiirleri içinde “Anlatamıyorum” ayrı bir yer tutar…Bu şiir, tek sözcüklü bir dizeyle biter ve anlatamıyorum sözcüğü, aslında çok şey anlatır, okurlarına…

Nazım Hikmet, bir dönem adının anılmasının bile suç olduğu büyük bir şairdir…”Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. ..Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden söz eden şiirler yazmak istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan söz eden şiirler yazmak istiyorum, der Nazım Hikmet…Kendisine yapılan haksızlıklara rağmen, insanını seven ve bundan hiç vazgeçmeyen şairimizin şiirleri bugün de beğenilerek okunur…

Şiir dünyası bir deryadır…Bu deryadan bir damla sundum sizlere…Tadımlık…

Sevgiyle kalın! Asla şiirsiz kalmayın!


Asım ERDOĞAN







Uşak'ta İstanbul Sineması, açık hava sinemalarının en bakımlısı, en güzeliydi, 70’li yıllarda…Büyük bir sarmaşık, kapalı sinema salonunun bulunduğu binayı tamamiyle sarmıştı…Aralarına konulan, çeşitli renklerdeki lambalar bir yanar, bir sönerdi…Oluşan renk cümbüşü harika bir görüntü sergilerdi…Mavi renkli tahta sandalyeler intizamla dizilmişti…Yerler, toz kaldırmasın diye, film başlamadan önce sulanırdı…İçeri girdiğinizde, sizi yer gösterici karşılar, çoğu ona para vermemek için, iteler, kendi arar bulurdu sandalyesini…Hava durumu çok önemliydi, açık hava sinemalarını işletenler için…Gündüzden akşamki hava durumu, film afişinin yanına asılırdı…”Lütfen dikkat! Bugün hava açık olacak, yağmur yağmayacaktır…Duyurulur…” yazısını okuyan, gönül rahatlığıyla biletini alırdı…Babam, Hülya Koçyiğit’in filmlerini çok severdi…Elinde biletlerle eve geldiğinde, biletleri bana göstererek, bir sağa bir sola sallar, benim sevinç çığlıklarımı duymak isterdi…Annem, her zamanki titizliğiyle hava raporuna inanmaz, şemsiyelerimizi de mutlaka yanımıza alırdı…Çekirdek çitlemek, olmazsa olmazlardandı o zaman…Bakkaldan öncelikle o alınır, annemin özel çantasına yerleştirilirdi…

Biletimizi aldığımız akşam, erkenden akşam yemeğini yedik, son hızla sofrayı toplayıp yola koyulduk…Yürüyerek 10 dakikalık yolumuz vardı…Konuşa konuşa İstanbul Sineması’na ulaştık…Gecenin karanlığında sinema, aydınlatılmış haliyle çok hoş görünüyordu…Biletimiz, girişte ikiye bölündü ve yazlık sinema’nın beyaz büyük perdesinin olduğu, bahçe bölümüne ulaştık…Babam, Uşak’ta tanınan biri olduğu için, selam vererek ilerleyebiliyordu…Bu nedenle yerimize hemen ulaşamıyorduk…Ön sıraları annem hiç sevmezdi; babam bunu bildiği için, bilet alırken orta bölümde olmasına özen gösterirdi…Bazı seyirciler, yerlerini almış, çekirdek çitlemeye başlamışlardı bile…Hemen yerimize oturduk…

Tahta sandalyeler uzun süre oturunca çok rahatsız ederdi…Minder kiralanırdı bu nedenle…Babam minderciye işaret etti ve bir süre sonra rahat minderlerimiz, sandalyelerin üzerinde hazırdı…Yavaş yavaş seyirciler sandalyeleri doldurdu…Sağa sola koşturan çocukların sesi, çok rahatsız ediciydi…Anne-babaların ilgisizliğinden söz etti annem…Doğrusu, çok haklıydı… Ve beklediğimiz an geldi…Işıklar 3 defa yanar sönerdi film başlayacağı zaman….Nihayet film başladı….Bir taraftan film devam ediyor, diğer taraftan da çekirdek çitleme sesleri, kendine has bir melodi oluşturuyordu…Bu arada sivrisinekler de canınızı yakabilirdi…İyi ki o akşam, böyle bir sorun yaşanmadı….

Film arasında kasaların içinde çamlıca gazozları getirildi ve tuzlu çekirdek yiyenler haliyle gazozlara saldırdı…İkinci bölüm kısa bir aradan sonra yeniden başladı…Çok duygusal bir filmdi, o akşam seyrettiğimiz film; ne yazık ki şu an adını anımsayamıyorum…Hıçkırık sesleri başlayınca, çekirdek çitlemeye de ara verildi, zorunlu olarak…Büyük beyaz perdenin arkasında görülen yıldızlara baktım ara sıra…Ne güzel bir tablo oluşturmuştu, yıldızlar ve beyaz perde…Film biter bitmez, sarmaşıklar arasındaki ışıklar yeniden yandı…Seyirciler çıkış kapısına yönelirken, filmin kritiği yapıldı…Mutlu bir şekilde döndük evimize… Güzel günlerdi o günler!

Öğrendiğime göre, İstanbul’da şezlong ve minderli yeni açık hava sinemaları, geçmiş günlerde açık hava sinemaları’nın bizlere yaşattığı hazzı gençlerimize de yaşatmayı amaçlıyor…Ben, şezlong ve minderde hiç film izlemedim…Çok rahattır kuşkusuz…Ama rahatlık mı sadece önemli olan… Hiç sanmıyorum… Tahta sandalyelerin olduğu bizim dönemimizdeki hava gerçekten bir başkaydı …Zaman da mekan da yeni kuşaklar da artık çok farklı…Açık hava sinemaları da tarih oldu ne yazık ki…Eski havasıyla birlikte geri dönmesi de bence mümkün görülmüyor…


Asım ERDOĞAN






Ellerim ceplerimde yürümeyi severim bazen…Rahatlatır beni bu tür yürüyüş…Hele hiçbir şey düşünmek istemediğim anlarda kurtarıcı olur benim için…Aldırmayan, umursamayan bu tavır, yine de düşüncelerden alıkoyamaz beni…Bir kedinin hızla önümden geçişi, çöp varillerinde torbaları didikleyen bir sokak köpeği ilgimi çeker…Yaşamak için mücadele eden her canlı, değerlidir benim için…Hep söylerim dostlarıma!..Bu dünya nimetlerinden, canlıların tümünün yararlanması kadar doğal bir şey olabilir mi?..Nimeti de külfeti de eşit paylaşmak gerekmez mi?..Keklikpınarı kaldırımlarında yürüyüşümü sürdürüyorum…Hüzün dolaşıyor adeta…Herkes evinde olmalı…Tek tük insan görüyorum yanımdan geçen…Hiç telaşlı değiller onlar da…Belli ki aceleleri yok…Aheste yürüyorlar benim gibi…Evlerinde olanların salon ya da oda ışıkları, karanlığı yırtarcasına gözlerime ulaşıyor…

Bir yaşlı teyze de salonda ayaklarını uzatmış, elinde bastonuyla geleni gideni seyrediyor…Perdeler kapatılmamış…Durup ona bakıyorum…Arka fonda evin içinde gezinen aile üyelerini görüyorum…Bir sofra hazırlığı içindeler…Teyzenin yaşam çizgisini merak ediyorum…Kimdir bu teyze?..O yaşa kadar acaba neler yaşadı?..Kaç çocuğu ya da kaç torunu var?..Kimle evlendi?..Mutlu mu mutsuz mu bugüne kadar sürdürdüğü yaşam?..Sayfalar açılsa bir roman çıkar karşımıza…Her insanın yaşamı bir roman aslında…Birbirine hiç benzemeyen dünyadaki insan sayısı kadar roman…İnsanı tanımak, benim için roman okumak kadar hayati…Dinliyor ve öğreniyorum…Dersler çıkarıyor, değerlendiriyorum…

Yalıkavak’ta denizde sabah saatlerinde kızımla birlikte yüzüyoruz…Açılmayı severiz ikimizde…Uzakta olan ve yanımıza yaklaşmaya çalışan bir bayanı fark ettim o an…İyice yakınlaşınca: “Günaydın!..Nasılsınız?..” diye sordum…Gülümseyerek “İyiyim!..” dedi…Kızıma dönerek ”Aman kızım dikkatli ol!..Gerçi baban yanında; ama sen yine de pek açılma!..” uyarısında bulundu…İlgisi hoşuma gitti…Hangi otelde kaldıklarını sordum…Aynı otelde olduğumuzu sevinerek öğrendim…O akşam, gün batımı için otelin şezlonglarına oturduk ailecek…O bayan geldi…Hemen yanımızdaki şezlonga da o oturdu…Gün batarken biz koyu bir sohbete daldık…Ankaralı olduğumuzu söyleyince irkildi…”Ankara mı?..Çok acı anılarım var benim Ankara ile ilgili…” dedi…Başladı anlatmaya: “İki kızım, bir oğlum vardı…Şimdi bir kızım bir oğlum var…İstanbul’da oturuyoruz…Bundan 20 yıl önce kızım Gazi Üniversitesi’ni kazandı ve Ankara’da kayıttan hemen sonra ona bir ev tuttuk…Babaannesi de gönüllü olarak onunla kaldı…Kayınvalidemin bu fedakârlığını hâlâ unutamıyorum…Son sınıfa kadar her şey çok güzeldi…Ben de zaman zaman onları ziyarete gidiyor, bir eksikleri varsa tamamlıyordum…Çok sevilen bir öğrenciydi kızım…Öğretim üyeleri de arkadaşları da ona hayrandı…Pırlanta gibi bir insandı…Sosyal ve sevecen bir yapısı hemen dikkat çekiyordu…16 yıl önce bir motosiklet kazasında kaybettik kızımı…” Ağlamaya başladı…Eşim de gözyaşlarıyla ona eşlik etti…Benim içim de öyle bir burkuldu ki gözyaşlarıma hakim olamadım, bırakıverdim yanaklarıma…Hızla döküldüler…Üçümüz de ağlıyorduk…

Hemen atıldı…”Sizi üzmek değildi maksadım…Benzetmek gibi olmasın; ama tam kızınızın yaşındaydı…Mezuniyetine bir hafta kalmıştı…Mezuniyet törenini göremedi ne yazık ki…Tabi biz de göremedik…Oysa ne kadar çok istiyordum, onun mezuniyetini görebilmeyi…Arkadaşıyla bir motor gezisi yaparken sarhoş bir sürücünün kurbanı oldular… Kırmızı ışıkta geçmiş ve motora hızla çarpmış, sarhoş sürücünün otomobili…Motoru kullanan arkadaşını da kaybettik ne yazık ki…Yıkıldım adeta!. İnanamadım…”Olamaz!..Olamaz!..” diye haykırdım…Eşim çok rahatsızlandı bu ölüm olayından sonra, çok yıprandı…Kayınvalidem de bu acıya fazla dayanamadı ve iki ay sonra vefat etti… Acımız öyle büyük ki…Ne zaman kızım yaşında birini görsem aklıma geliyor onun zamansız ölümü…Bir torunumuz var…Şimdi bizim her şeyimiz o!..” Gün battı…Yalıkavak öyle bir kızıllığa büründü ki…Eşlik etti sanki bu acıya…O kızıllıkta bir insanda bir roman okuduk biz aslında…Sayfalar dolusu roman…

Hayatımız bir roman hepimizin!..Sayfaları nasıl doldurduğumuz ancak roman kapağı açılınca anlaşılıyor…Kapakları kapalı duran açılmayı bekleyen o kadar çok roman var ki…


Asım ERDOĞAN




Bazı insanların yüreklerinde ne yazık ki sevginin kırıntısına rastlayamazsınız…Gaddar, acımasız, hain olurlar…Bir insan nasıl yapabilir bu caniliği?..İnanamazsınız…Hayret edersiniz…Söyleyin lütfen!..Öldürdüğü kişinin etini pişirip yiyenleri, elektrikli testere ile cesedi salam gibi dilimleyenleri, katliam yapanları, bomba koyup masum insanları parça parça edenleri, insanları dolandıranları, hırsızları, soysuzları, sahte içkiyi bile bile piyasaya sürenleri vb…affedebilir miyiz?…Kimse affetmemizi beklemesin…Çünkü Şeytan’ın ortakları onlar…Acımasızlar…İnsan kılığında dolaşan taş yürekliler…”Efendim onlar hasta ruhludur, anlamamız gerekir…Psikolojik tedaviye ihtiyaçları var bu kişilerin…Destek olunmalı…” diyenler haklılar, biliyorum; ama ben yine de masum insanların perspektifinden değerlendirmeler yapmayı yeğliyorum…Yazık değil mi onlara?..

Bir otomobilin ön tekerine ezileceğini bile bile bebeğini koyan anne, gerekçesi ne olursa olsun, bağışlanabilir mi?..Bilge Köyü katliamını yapan kişiler insanım diye aramızda dolaşabilir mi?..Sivas’ta Madımak Oteli’ni ateşe verip aydınları diri diri yakan yobazlara sevgi ile bakılabilir mi?..Sevgi öyle bir güçtür ki yakışan yüreklerde asil durur…Taşlaşmış yüreklerden def edilen sevginin yerini alan kin ve nefret, teslim alır o yüreğin sahibini…Kullanır da kullanır…Şeytanın ortağı, masum insanları perişan eder…Sevgi dolu yüreklere dolu dizgin saldırır…Çoğunlukla savunmasızdır yüreğinde insan sevgisi olanlar…Beklemezler, ummazlar… Kucak açarlar her sahte sevgi tuzağına…Şeytan’ın ortaklarına yem olurlar…

Şiddet içeren hiçbir filmi sevmem…Kan akıtan insanların nefret dolu yüzlerine bakamam…Masum insanların haykırışlarına dayanamam… Bilirim bu filmlerin gerçek hayattan kesitler verdiğini; ama yine de kabullenemem…Bir çocuğun saçlarını sevgiyle okşayan bir kişi benim yüreğimde yer alır, o çocuğa cinsel tacizde bulunan bir sapık değil…Anlaşamadığı eşiyle medenice boşanan bir kişi benim yüreğimde yer alır, boşanmak isteyen eşini sokak ortasında bıçaklayan bir cani değil…Yaşlılara yardım eden temiz yürekli bir kişi benim yüreğimde yer alır, onun tek geçim kaynağı emekli maaşını elinden alan insafsız bir hırsız değil…Anne ve babasına yüksünmeden bakan ve bundan manevi bir haz alan bir kişi benim yüreğimde yer alır, felçli babasını hastane kapısına bırakıp yurt dışına kaçan hayırsız bir evlat değil…

Acımasız insanlar, küçümseyerek bakarlar, yüreği sevgi dolu insanlara…Sevgi de neymiş onlar için…Acımasız olmayı, gaddar olmayı önerirler herkese…”Kardeşim dünya acımasız…Sen de acımasız olacaksın…Yakıp yıkacaksın ortalığı…Karşı mı çıktı vur gitsin!..” görüşü hakimdir bu tip kişilerde…”Ya benimsin, ya da hiç kimsenin!..” saçmalığına kaptırmışlardır benliklerini…Zorbalık geçer akçedir onlar için…Karısını savunmasını bile almadan öldüren onlardır…Anne ve babasını tanımayan, azarlayan, şiddete baş vurup yaralayan ya da öldüren onlardır…Hırsızlık ve dolandırıcılığı normal karşılayan onlardır…Sokaktaki savunmasız hayvanlara işkence eden onlardır…Onlar, Şeytan’ın ortaklarıdır…

Geçen Cuma günü komşumuz olan bir yaşlı kişi, Cuma namazından çıktıktan sonra evine doğru yola çıkar…Tam o esnada 3 kişi etrafını sarar ve bir tanesi “Amca biz kurban kestik…Herkese dağıtıyoruz…Bu ellerimizdeki torbalar kurban eti ile dolu…Biz sana eşlik edelim…Evine ulaştığımızda bu torbalardan sana da verelim…” der…Birlikte yola koyulurlar…Eve gelince torbaları bırakırlar ve yaşlı amcanın hayır duasını alıp ayrılırlar…Amca torbaları alır; içini boşaltmak için baktığında torbanın içinde et olmadığını görür…Çaputlar doludur torbada…” Dolandırıldığını anlar…Cüzdanını yoklar o da yoktur…Kahrolur…Şeytan’ın ortakları, yaşlı adama ve o gün seçtikleri diğer kişilere yapacağını yapmıştır…Vicdan yoktur onlarda…Allah korkusu yoktur…

Şeytan’ın ortakları sevginin en büyük düşmanıdır…Kemirici ve yok edicidirler…Onlara karşı daima uyanık olmak ve uyanık kalmak zorundayız…


Asım ERDOĞAN





Nilgün Atar, Gazeteci Ayşe Arman’a anlatıyor:”Eşimle 30 yıllık çok mutlu, uyumlu sevgi dolu bir birlikteliğimiz vardı…Vardı diyorum; çünkü artık yok…Bir Bayram sabahı, her zamanki gibi ”Günaydın!..Haydi kalkalım, artık…” dediğimde cevap gelmedi…Dürttüm…”Hadi ama…” yine ses yok…Birden doğruldum…Nefes almıyordu…Gözleri hülyalı ve yarı kapalı…Güzel bir şeye bakarmış gibi gülümsüyordu…Ellerini göğsünde birleştirmiş, ayakları dümdüz ve üzerindeki pikede bir tek kırışıklık bile yoktu…Sarstım…Şaka mıydı?..Dün hep beraber güle oynaya, çoluk çocuk, neşeli bir akşam yemeği yemiş, sohbetler etmiştik…Böyle apansız, durduk yerde neydi bu başımıza gelen?..O anı anlatabilmem mümkün değil…Dünya ayaklarımın altından çekildi…Dudaklarına eğildim, buz gibiydi…Nefesimi üfledim bedenine, belki nefesimle yeniden canlanır diye…Hiçbir şey olmadı…Uykuda kalp krizi bizi bulmuştu…Kıpırtısız, ne olduğunu bile anlamadan dünya değiştirdi sevgilim…Hem de yanımda mışıl mışıl uyurken…9 Eylül 2010’dan bu yana hâlâ alışamadım yokluğuna…Çünkü biz ruh ikiziydik onunla…” Eşi Ferit Hikmet’in ölümüyle ilgili, insanın yüreğini burkan gerçek bir olaya dayanıyor bu anlatılanlar...

Bu gerçek olay, beni doğrusu çok etkiledi…Empati kurarak Nilgün Atar’ın hissettiklerini anlamaya çalıştım…İsterseniz bir an, bu vahim olayı birlikte değerlendirmeye alalım ve düşünelim…Çok sevdiğiniz eşiniz yanınızda uyurken kalp krizi geçiriyor ve sizin bundan haberiniz yok…Sabahleyin her şey bitmiş ve siz ne yazık ki eşinize hiç bir şey yapamıyor ve büyük bir şok yaşıyorsunuz…Yaşanan bu büyük acıyı anlatacak sözcük bulabilmek gerçekten zor…Kabul edelim ki sözcüklerin aciz kaldığı nadir durumlardan biri bu istenmeyen an…Kimsenin başına gelmesini istemediğim çok zor bir durum…Her şey boş diyorsunuz o anda…Yarı yerinden bölünmüş bir hayat…Yarı yerinden bölünmüş bir mutluluk…Anılardan başka elde kalan hiçbir şey yok…Birlikte yaşanacak gelecek yok…Çıldırmaya az kaldı denilecek bir an…Dün ile bugün arasına çekilen sanal dikenli bir tel…Yüreği acıtan yer yer kanatan pıtıraklı dikenli bir tel…Sevginizin, aşkınızın yıkılan bir barajın suları gibi gürül gürül boşaldığı an…Çaresizliğin, yalnızlığın, acının, hüsranın doruk noktasına ulaştığı an…

Sevdiklerimizi kaybettiğimiz anda anlıyoruz ki onlar bin yıl yaşamayacaklar; ama ne yazık ki biz bin yaşayacaklar gibi davranıyoruz…Zaman zaman onları kırıyor ve üzüyoruz…Oysa, bir nefes uzakta ölüm, hepimizi bekliyor…Unutuyoruz bu değişmez gerçeği…Yaşadığımız her güzel an aslında kârımız bizim…Öyleyse niye karartıyoruz sevecen ruhları?..Niye solduruyoruz gülen yüzleri?..Öyle ya, sevdiğimizi alıp gidince mi göreceğiz ölümün soğuk yüzünü?..Bakın sevdiklerinizin o güzel yüzüne…Sarılın doyasıya…Tutun ellerini…Yüreğinizi yüreğiyle birleştirin…Zaman su gibi akıp geçiyor…Yarına ertelemeyin isteklerinizi…Bir alıştınız mı ertelemeye, vazgeçemezsiniz, çünkü…”Bugün olmasın yarın olsun!..” önemsiz gibi görülen duraksamalardır…Sevdiğimiz ve kendimiz için bugünü yaşamalıyız doyasıya…Yarın çok geç olabilir…

Ruh ikizi ne demek çok iyi bilirim…Ben de eşimle ruh ikiziyim…Aynı şeyleri düşünmek, aynı şeylerden hoşlanmak, hoş bir duygu…Ruh ikizini kaybetmek de o ölçüde üzücü ve yıpratıcı…Birdenbire yapayalnız kalıyorsunuz ruh ikizinizle birlikte nefes alıp verdiğiniz bu fani dünyada…Ölümün acısı çöküyor onun yüreğini içine aldığınız yüreğinizde…Ben şimdiden bu acının büyüklüğünü hissediyorum…O nedenle de eşimi elimden geldiği kadar üzmemeye özen gösteriyorum…Onun da aynı özeni benim için gösterdiğine inanıyorum…Yaşarken sevdiğinin değerini bilmek o kadar önemli ki…Sonradan yükselen pişmanlık nidalarının kime ne yararı var?..

Sevdiğiniz bugün yanı başınızda…Yarın yanınızda olacağının ya da sizin onun yanında olacağınızın garantisi var mı?..Elbette yok…O halde, her günün yeni bir güne, her yeni günün de bilinmezlere gebe olduğunu asla unutmayınız…


Asım ERDOĞAN





Sabahın erken saatleri…Gün henüz ağarıyor…Hoş bir loşluk kaplamış her yeri…Sessizce yatağımdan kalktım…Ev içi adımlarıma dikkat ederek balkona çıktım…Balkonumuz camla kaplı…Pencereyi açtım ve derin derin soludum havayı…Dışarıda in cin top oynuyor, kimseler yok…Oradan oraya uçuşan kuşların cıvıltısından başka herhangi bir ses de duyulmuyor…Binalar taş yığını gibi…İnsanlar uykuda…Bahçe dingin…Çiçekler arasında olmak istedim birden…Onları okşamak, koklamak geldi içimden…Yumuşak adımlarla çıkış kapısına doğru ilerledim…Eşim ve kızım da uykuda…Onları uyandırmadan sessizce süzüldüm dışarı…Apartman kapısı her zaman sesli kapanır…Bunu bildiğim için usulca kapattım kapıyı…Bahçe beni bekliyordu…Adımlarımı attıkça sabahın serinliği yüzümü okşuyordu adeta…Bahçenin tam ortasında durdum…Ne kadar güzel görünüyordu çiçekler…Çimlere basa basa dolaştım bahçeyi…Doğa ile baş başaydım…Huzur doldurdu oluk oluk yüreğimi…Yaşıyordum, sağlıklıydım ve mutluydum…

Yaşama sevinci yaşam kalitesine de bağlı kuşkusuz…Geçim sıkıntısı içinde olan ya da herhangi bir sağlık sorunu yaşayan bir insanın bahçenin ortasında benim duyduğum huzuru duyması ya da aynı keyfi alması beklenemez…Ama sağlıklı ve ekonomik sıkıntısı olmadığı halde mutsuz olan o kadar çok kişi var ki…Özellikle sözüm onlara…Ne istiyorsunuz?..Niçin bu hayatı kendinize zindan ediyorsunuz?..Yazık değil mi size, ailenize ve yakın dostlarınıza?..Yakınınızdaki bir moral bozukluğunun domino taşı gibi sizi de etkileyeceğini niçin hesaba katmıyorsunuz?..Unutmayın!..Siz sevgi dolu iseniz enerjinizle ihya olur sevdikleriniz…Hep taktir etmişimdir bu tür insanları…Onların hiç mi sorunları yok?..Elbette var; ama yaşama sevinci ile dolu yürekleri, sorunlarını çözmede en büyük katkıyı sağlıyor onlara…

Öğretmenliğe yeni başladığım yıllarda, okuldaki öğretmen arkadaşlarım, daha önce aynı okuldan emekli olmuş öğretmen çiftin evlerine konuk olacaklarını söylediler…Emekli öğretmenlerden biri Türkçe öğretmeniydi…Deneyimlerinden yararlanırım düşüncesiyle ben de katılmak istedim…Olumlu yanıt aldım ve hep beraber Cebeci’de bir teras katında oturan çifti ziyarete gittik…Çiçeklerle donatılmış teras balkonuna aldılar bizi…Öyle güzeldi ki atmosfer…Hayran kaldım…Öteden beri teras katlarını sevmişimdir…Çünkü bahçe ihtiyacınızı da giderebiliyorsunuz geniş balkonunda…Manzara da genelde güzel olur bu katlarda…Sohbet ilerledi ve Hulusi öğretmen benim Türkçe öğretmeni olduğumu öğrenince çalışma odasına götürdü beni…Odanın dört bir yanı kitaplarla çevriliydi…Bir kenarda duran küçük bir masa ve onun üzerinde daktilo makinesi vardı…Kitaplarına göz gezdirdim…Bütün klasik romanlar, İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı vb…şeklinde tasnif edilmişti…Yazarlardan konuştuk…Romanlardan konuştuk…Beni çok mutlu eden sohbetin bir yerinde yaşama sevincinden söz etti Hulusi öğretmen!..Yaşama sevincini yok ettiği annesinden söz etti uzun uzun…Gözleri buğulandı…

Hulusi öğretmen, evlenmeden önce, henüz üniversitede okurken annesiyle tartışmış ve evi terk etmiş…Zaten kalp hastası olan annesi, ayrılık acısına fazla dayanamamış ve vefat etmiş…Hulusi öğretmen cenazeye de gitmemiş, mezarının nerede olduğunu bile öğrenmemiş…Yalnız kalan babası, kısa bir süre sonra yeniden evlenmiş…Durum böyle olunca, artık baba evine hiç uğramamış Hulusi öğretmen!..Günün birinde bir mektup gelmiş Hulusi öğretmene…Annesi tarafından yazılmış bir mektup…Babası ona göndermiş bu mektubu…Mektupta yazılanları okudukça ağlamış Hulusi öğretmen!..Yüreği dağlanmış…”Ne vardı mektupta?” diye sordum, Hulusi öğretmene…Mektubu sakladığı kutudan çıkardı ve bana uzattı… “Yüksek sesle oku!..”dedi…Şunlar yazılıydı mektupta:“Sevgili yavrum!..Artık dayanamıyorum senin yokluğuna…Kahroluyorum…Sen benim yaşam kaynağımdın…Yaşama sevincimdin…Gittin ve ben de yitirdim içimdeki bu sevinci…Öleceğimi hissediyorum…Bu mektubu da sana ölmeden önce son defa yazıyorum…Mutlu ol yavrum!..” Mektupta kurumuş göz yaşlarının izleri de vardı…Üzüldüm ve usulca masaya bıraktım mektubu…Hulusi öğretmen, annesinin yaşama sevincini söndürmüş ve bir anlamda ölümüne neden olmuştu…Vicdan azabı kıvrandırıyordu onu…Pişmandı; ama o anda yapabileceği hiçbir şey de yoktu…

Yaşama sevincinizi yüreğinizden eksiltmeyiniz…Kim bilir belki de siz, sizi çok seven bir kişinin yaşama sevincisinizdir…



Asım ERDOĞAN




Her canlının küçüğü sevilir der büyüklerimiz…Haklıdırlar…Öyle ya!.. Bir bebek gördüğümüzde, yüzümüzde bir tebessüm oluşmaz mı, hoş bir duygunun yüreğimizi kapladığını hissetmez miyiz?…Elbette evet!..Kedi yavrusu, köpek yavrusu, panda yavrusu hatta bir fil yavrusu bile çok sevimli gelir bizlere…Okşamak, öpmek, dokunmak isteriz onlara…Kucağımıza aldığımız anda duyduğumuz huzur anlatılamaz…Bir kedi ya da köpek yavrusuyla fotoğraf çektiren kişilerin yüzlerindeki mutluluğu, izleyiniz…Hepsi bir klişeden çıkmış gibi, huzur yansıtır…Tebessümleri size de yansır…Aynı huzuru hissedersiniz siz de…Bir bebekten farkı yoktur, masum kedi, köpek ya da ayı yavrusunun…Bu dünyaya geldiklerine göre yaşama hakkını da elde etmişlerdir…Korunmalıdır, yaşama haklarına saygı gösterilmelidir o minik canların!..

Cami avlusuna bırakılmış bebekler gibi annesinin bir nedenle terk ettiği kedi yavruları ya da başka yavrular da hüzün verir bana…Bu dünyaya geldiği andan itibaren şansızlıkları, anne korumasından mahrum kalmaları, o sıcaklığı yaşayamamaları çok büyük bir kayıptır o minik canlar için…Hiçbir kucak, anne kadar sıcak, hiçbir süt, anne sütü kadar kaliteli, hiçbir koruma anne kadar güçlü değildir…Olamaz da… Annenin verdiğini verebilen yoktur…Süt anneler kurtarır yalnız kalmış yavruları… Benim annem de bir süt annedir…Gururla anlatır o günleri…Ben de iftihar ederim onun süt anneliğiyle… Çok saygındır benim gözümde süt anneleri…

Çocukluğumda sokak kedilerine yapılan işkenceler çok üzerdi beni…Kedilerin kuyruğuna tenekeler bağlanır…Kedi koştukça çıkardığı tangur tungur seslere kahkahalarla gülerdi arkadaşlarım…Zavallı kedi, çıkan sesten ve kuyruğuna bağlı ağırlıktan rahatsız olur, kurtulabilmek için büyük çaba harcardı…Hatta yaralandığı da olurdu, bu çabası sırasında…Yavrular da oyuncak gibi elden ele dolaşır…Severken eziyet edilirdi…Sağlıklı kalabilen yavruların sayısı da çok az olurdu…Hayvan sevgisi olmayan çocuklar yetişti bu dönemde… Nedendir bilinmez, büyüklerden de arkadaşlarıma ayıptır, yapmayın diyenler de çok az olurdu… Oysa bazı evlerde kediler baş köşede yer alır, sevilir, çok değer verilirdi…Ev kedisi, sokak kedisi ayırımından büyük rahatsızlık duyardım… Can aynı candı benim için…Hele hele minik canlar…Kıyamazdım onlara…

Civcivleri seversiniz değil mi?..Kim sevmez ki…Bugünlerde pazarlarda karton kutuların içinde çocuklar oynasın, eğlensin diye teşhir edilen civcivler için üzülmüyor musunuz?...Birer tane ikişer tane alınıp evlere götürülen bu sevimli minik canlar, çocukların canlı oyuncağı olduktan sonra ölmekte, zaten kısa olan ömürleri başlamadan bitmektedir…Yazık değil mi?..Hele hele rengarenk boyanan civcivlerin satışa sunulması kahrediyor beni…Bu civcivleri gösterip annesine ya da babasına alması için yalvaran çocuklara hiç kızmıyorum…Onlar oyuncak gibi gördükleri bu minik canları sevmek istiyorlar…Ama onların bakılamayacağını, ev koşullarında büyütülemeyeceğini bilmiyorlar…Onlara bunu münasip bir dille anlatabilen aile büyükleri de ne yazık ki yok…Minik canlar bir bir yok oluyor bu nedenle…

Bizim bir sokak kedimiz var… Asil duruşlu bu kedimiz 3 yıldır doğum yapıyor, minik canlar sunuyor bize…Onlara yiyecek ve su veriyoruz…Yaşamaları için mücadele ediyoruz…O kadar sevimli oluyor ki yavrular…Arka bahçemiz, onların oyun alanı adeta…Koşturuyorlar…Ağaçlara tırmanıyorlar…Bu harikulâde manzarayı biz de balkondan izliyoruz…Karınları doyduğu için çok da mutlular…Ancak, bir süre sonra görünmez oluyor bu sevimli yavrular…Beğenilenler çalınıyor, bazıları da ne yazık ki çeşitli nedenlerle yaşamlarını yitiriyor…Onları tekrar görememek çok üzüyor biz apartman sakinlerini…Bu yıl yine doğum yaptı, bizim kedimiz…Minik canların bir tanesini görebildik dün…Daha çok küçük…Zor yürüyor…Annenin ağzıyla alıp beslediği yere götürdüğü bu can ya da canlar, yakında yine bahçemizi şenlendirecekler diye çok seviniyor ve mutlu oluyorum…

Çok seviyorum minik canları!..Hem de çok…Ya siz?...


Asım ERDOĞAN



Kışın yorgunluğunu, stresini atarız kısa gezilerde…Hizmeti kusurlu bir otele gitmediyseniz, dinleneceğim derken daha fazla yorulmadıysanız, maddi bakımdan sıkıntıya düşmediyseniz, çocuğunuz ya da çocuklarınız huysuzluk edip başınızı şişirmediyse, kaba gürültü içinde kalmadıysanız, güneş altında çok fazla kalıp kavrulmadıysanız ya da yağmurda kalıp ıslanmadıysanız, yolculuk esnasında sıkılmadıysanız, seyahat acentesi ile gittiğinizde geveze bir rehbere düşmediyseniz stres atmak için bire birdir kısa geziler…Aksi takdirde, daha çok stres yükleyip dönersiniz evinize…

Kısa geziler, değişik atmosfer ve değişik çevre, farklı insan ilişkileri demektir…Doğa, tüm güzelliklerini sergiler; tabi siz onu görmek isterseniz…Sadece deniz değildir elbette gezi; ama deniz kenarında oturmak ve balıkla birlikte rakı içmek keyfini de yadsıyamazsınız…Denizi seyretmek, dalgaların sesini dinlemek bile yeterlidir stres atmaya…Hele tekne turları, pırıl pırıl denizde teknenin oluşturduğu dalgaları izlemek harika bir duygudur…Yine denizden gün batımını ve gün doğumunu seyretmek, olağan üstüdür…Tüm yorgunluğunuzun toprağa akıp gittiğini hissedersiniz…Yelkenli gemilerin geçişi, tabloya ayrı bir renk katar…Ağır ağır ilerlerken yelkenliler, bir şarkı söylemek gelir içinizden; sevda üzerine, ayrılık üzerine…

Dağda taşta, ormanda yürümek, bir dağ evinde uyumak ve kuş sesleriyle uyanmak, şelaleler ve derelerin gürül gürül ve şırıl şırıl akan sularının oluşturduğu melodiyi dinlemek de gezinizin mutlu geçmesine neden olur…Severim, gizemli gezileri…Kır çiçeklerini, meleyen kuzuları, otlamaya çıkmış inekleri, buzağıları büyük bir zevk alarak izlerim…Çoban görürsem, sohbet ederim; öğrenmek isterim ailevi durumunu…Okula gidip gitmediğini merak ederim…Köylüler, o canım köylüler, ne kadar cana yakındır…Doğal insanları severim…Saklısı gizlisi yoktur onların…Dobra dobra söylerler söyleyeceklerini…Anadolu insanı merttir, vatanına bağlıdır, milletini sever…Güneşten yanık tenleri, kırış kırış olmuş ciltleri, çalışkanlıklarının karnesidir adeta…Evlerine gelen herkesi Tanrı misafiri kabul eden insan sevgisi dolu yürekleri, her türlü taktirin üzerindedir…Selam olsun, bu çalışkan ve fedakar dostlarımıza…

Ülkemiz cennet gibi…Dağıyla taşıyla, tozuyla toprağıyla, ağacıyla kurduyla, deniziyle gölüyle, ovasıyla bayırıyla başka ülkelere benzemeyen zenginliklere sahip…Yeterince farkında değiliz biz bu nimetlerin…Üç tarafı denizlerle çevrili, iki kıtayı birleştiren kıyılarıyla estetik bir harita görüntüsü oluşturan ülkemiz, doğal, yer üstü ve yer altı zenginlikleriyle dünyanın gözdesi…Onun için yabancılar ülkemizden ellerini çekmiyorlar…Onun için bizim birliğimizi ve dirliğimizi bozup dünyanın en mamur ülkesi olmamızı engelliyorlar…Hâlâ uykudayız, ne yazık ki…Bölük pörçük olup taş atıyoruz birbirimize, onların ekmeğine yağ sürdüğümüzün farkına bile varmayarak…Ben, kardeşlik türküsünü bağıra bağıra söylemeye devam edeceğim…Sesimin yettiği kadar…Ülkemin aydınlık günlere ulaşması, parçalanarak, bölünerek değil, bütünleşerek, kaynaşarak olacaktır…Sonunda mutlaka kardeşliğin ve dostluğun kazanacağına inanıyorum…Kin ve nefret bizim yüreklerimizde misafirdir, göreceksiniz, ağırlanıp uğurlanacakları günler de yakındır…

Kısa geziler harika oluyor bu mevsimde…Amasra’da balık ve salata, Abant’ta yeni uyanan harika doğa, Safranbolu’da çarşı ve restorasyonu yapılmış evler, Beypazarı’nda özel yemekler, Kapadokya’da Peri bacaları, Şile, Ağva ve Pertek’te büyülü atmosfer, Sinop Erfelek’te bir dizi şelale sizi bekliyor olacak…Karadenizin müstesna yaylaları da sizi kucaklamaya hazır...Sarın sarmalayın doğayı…Koşun, zıplayın, top oynayın…Tüm olumsuzlukları atın toprağa…

Doğanın uykuya hazırlandığı bu günlerde kısa geziler hiç fena olmaz…Öyle değil mi sevgili dostlar!..

Ne dersiniz?..Tabi maddi olanaklarınız buna uygunsa…


Asım ERDOĞAN





Gezi Parkı eylemi, ağacı, suyu, toprağı seven doğaya değer veren gençlerin başlattığı bir eylem…Çadır kurdular parkın içinde…Gitar çaldılar, şarkı söylediler…Demokratik haklarını kullandılar…Yıllara meydan okuyan ağaçların gölgesinde her gece olduğu gibi uykuya daldılar küçücük çadırlarında…Sabahın köründe polisler acımasızca saldırdılar o gençlere… Silahları yoktu, amaçları sadece o ağaçları korumaktı çadırın içindeki gençlerin…Ama onları dinlemediler hiç, şiddet uyguladılar…Çadırlarını yaktılar…Sandılar ki korkutacaklar, sindirecekler…Parktan da def edecekler…Öyle olmadı…Halk hiçbir örgütün başaramayacağı bir yaklaşım göstererek, bu masum gençlere sahip çıktı…Günlerce direndi…Polisin acımasız davranmasıyla olaylar çığ gibi büyüdü…Gezi Parkı nefes alan, yok edilemeyeceğini haykıran, bir sembol oldu günlerce süren direniş boyunca…

Polis orantısız güç uygulayınca, o kalabalığın içine marjinal gruplar da karıştı…Herkes biber gazının etkisiyle sağa sola savrulurken, onlar da boş durmadılar, kamu mallarına zarar verdiler, yaktılar yıktılar…İyi niyetli insanlar asla tasvip etmediler bu davranışı…Engel olamadılar, isteseler de güçleri yetmedi onların saldırılarını önlemeye…Marjinal gruplara kimse uymadı, yakıp yıkma olaylarına halktan kimse dahil olmadı…Polis, öyle bir saldırdı ki kalabalığın üzerine…Bunu televizyonda izleyen, fotoğrafları sosyal medyada gören pek çok kişi de halk hareketine katıldı…Büyüdü, büyüdü…Yurdun
dört bir tarafını sardı…

Başbakan, kendisine muhalif olan bu kesime hoş görülü davranmadı…Tersine olayın üzerine üzerine gitti, “zavallılar”, teröristler”, “”çapulcular” gibi sıfatlar kullanarak halkı tahrik etti…Zaten kızgın ve kırgın olan insanlar, daha da hırslanarak eylemin dojazını artırdı…%50’yi zor tutuyorum tehdidini savurdu Başbakan…Bu tehdit bir faciaydı, halkı birbirine kırdırmak mı istiyorsun, eleştirisini aldı…Oysa, o %50 nin içinde de Gezi Parkı’nın yok edilmemesini isteyen insanlar vardı…Bu eylem sırasında ölenler de oldu…Zaten olayı dramatik hale getiren de bu ölümler oldu…Gencecik vücutlar, orantısız güç gösterisinin kurbanı oldular…Ohh iyi olsun diyen vicdansızlar için ne söylenebilirim inanın bilmiyorum... Siyasetin at gözlüğü, insanların vicdanlarını da karartabiliyor ne yazık ki …

Başbakan evinin dekorasyonunu istediği gibi şekillendirebilir…Bu onun en doğal hakkıdır…Ancak, halkın ortak kullanımına açık alanlarda istediğini yapamaz, yapmamalı…Onların söylediklerine de kulak vermek zorunda hissetmeli kendisini…O, “Bana %50 yetki verdi ben istediğimi yaparım…” diyor, onların içinden de Gezi Parkı’nın yok edilmesini istemeyen seçmen kitlesinin olduğunu hiç düşünmüyor…Seçmenler de yüksek sesle itirazlarını seslendiremiyor…Korkuyorlar... Eleştiriye kapalı olduğunu bildikleri için kızdırmak istemiyorlar Başbakanı…

Şimdi AKP’ye oy vermiş sessiz kesime sesleniyorum: Lütfen Gezi Parkı eylemine destek verin…Yeşile sahip çıkın!..Parti yetkililerini uyarın…Yıllara meydan okumuş o güzelim ağaçların yok edilmesini engelleyin…Üç-beş ağaç için her tarafı yaktılar, yıktılar, camiye ayakkabılarıyla girdiler, içki içtiler, her tarafı pislik içinde bıraktılar, diye eylemi, karşı eyleme dönüştürmek isteyenlere kulak vermeyin…Çünkü, yakanlar, yıkanlar çevreciler değil, daha önce de belirttiğim gibi kalabalığın arasına karışan marjinal gruplardı… Bunu herkes biliyor…Biber gazının kargaşasında ne yazık ki eylemi amacından saptırmak istedi bu gruplar…Ancak iyi niyetli eylemcilerin onları yalnız bırakmasıyla amaçlarına ulaşamadılar…Camiye ise emin bir yer düşüncesiyle biber gazından kaçanlar sığındı…Saygısızlık yapmak kimsenin aklının ucundan bile geçmedi…

Hepimiz bir ağacın gölgesini ararız sıcaklarda…O gölgeler klimalara benzemez…Dokunmaz insana…Rahatlık ve huzur verir…Taksim’in göbeğinde o ulu ağaçlar da öyledir…Ağaçların dili yok ki konuşsun…Yapmayın, etmeyin, kıymayın bizlere diyebilsin…Vicdanı olanlar duyarlar bu sesi…Haykırdıklarını hissederler…Hatta göz yaşlarının bile farkına varırlar…Yüreklerine ılık ılık akar o göz yaşları verdikleri oksijenle birlikte…

Başbakan bu proje çok güzel diyor, başka bir şey demiyor…Geri adım atmayı yenilgi kabul ediyor…Yenil be ne olur sanki…Ağaçlar kurtulacak…Gezi Parkı kurtulacak…Değmez mi?..

Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Hiç bir müslüman yoktur ki, o, ağaç diksin yahut ekin eksin ve mahsûlünden insan, kuş, kurt yesin de kendisi bundan istifade etmiş olmasın. Elbette o müslüman da diktiğiyle, ektiğiyle sevap alır. " (Tecrid-i Sarih Trc. VII, 121)

Atatürk diyor ki:” “Çabuk bana yeni bir din bul… Ağaç dini… Bir din ki, ibadeti ağaç dikmek olsun...”


Asım ERDOĞAN