Sen bugünü, onun nasıl bir gün olmasını istiyorsan öyle bir
gün yapabilirsin. Sabah uyandığın ilk an, o günün seenin için
nasıl bir gün olacağına karar verebilirsin. O, hayal edilebilecek
en harika ve ilham verici gün olabilir; bu sana kalmıştır. Seçimi
yapmakta özgürsün. Öyleyse, yüreğini açmak için şükretmeyle
başlamaya ne dersin? Sen ne kadar şükran doluysan, bugünün
getirebileceği harika olaylara da o kadar açıksın demektir.
Sevgi, dua ve şükran kapıları ardına kadar açar, ışığın
içeri girmesini sağlar ve yaşamın en iyi yanını ortaya
çıkartır. Bugün en üst seviyede olumlu olmaya kararlı ol; en
iyi olanı beklemeye ve onu kendine çekmeye kararlı ol. Onu
yapabileceğine ve yapacağına dair mutlak inanç ve güven duy.
Bunu yapabilme yeteneğinden hiç şüphen olmasın.
_Eileen Caddy_
Başarısızlık korkusunu herkes bilir. Ama insanlara ‘başarı korkun var mı?’ diye sorulduğunda tepki gösterirler: ‘Kim başarılı olmak istemez ki?’
Oscar Wilde’ın dediği gibi dünyada iki trajedi vardır: istediğiniz şeyi elde edememek ve istediğiniz şeyi elde etmek.
Yirmi üç yaşındaki delikanlı zekası ve yaratıcılığı sayesinde şirkette yaşının çok ötesinde bir konuma sahipti. Henüz diploması olmamasına rağmen, birçok diplomalının üzerinde ‘müdür’ pozisyonundaydı. Başka bir şirketten daha iyi koşullarda iş teklifi aldığının haftası işten kovuldu. Bu kovulma, yeni işindeki konumunu da etkiledi.
Genç adam başarıdan korkuyordu.
Başarılı olursa, hep başarılı olmak zorunda kalacaktı. Daha alt konuma düşemezdi.
Başarılı olursa, onu kötü koşullarda yetiştirmiş olan anne babası, hiç hak etmedikleri halde onunla iftihar edeceklerdi.
Başarılı olursa, herkes ondan bir şeyler talep edecekti.
Başarılı olursa, sevgilisinin onu kendisi için sevip sevmediğini asla anlayamayacaktı.
Genç adam, kendi kendini sabote etmişti. Ve neden işten son anda kovulduğunu bir türlü anlayamıyordu. Ona göre insanlar onu kıskanıyordu. Kız arkadaşı da onu kısa zamanda terk edecekti. Kadınlar ne de bencildi.
Ama işi kaybetmenin iyi bir yanı vardı. Artık ailesi ve kardeşi ondan borç para isteyemeyecekti. Kazancına göre ödediği vergi de yüksek olmayacaktı. Kızlar ona kendisi için yaklaşacaktı, geliri ya da konumu için değil.
Genç adam başarıdan korkuyordu. Ona göre serüven, yükselmek için dağa tırmanmaktı. Doruğa geldiğinde ise kendisini sabote ederek aşağıya düşmek istiyordu. Çünkü dorukta kalmaya kendini layık görmüyordu.
Genç kadın, üniversiteyi iyi dereceyle bitirmişti. Hemen diplomasına ve arzusuna uygun bir işi oldu. İki buçuk sene gibi kısa bir zamanda ‘müdür yardımcısı’ konumuna gelmişti. Ve aynı şirkette daha alt pozisyonda olan ama gelecek vaat eden bir adama aşık olmuştu.
Genç adam, ona pozisyonundan dolayı ilgi göstermiyordu. Çünkü bir kadın tarafından ezilmek istemiyordu. Genç kadın sevgilisiyle evlenebilmek için işinden ayrıldı. O, kadınların evlenebilmek için aptal görünmeleri gerektiğine inanıyordu. Zaten üniversiteye de ailesine uygun bir koca bulmak için gitmişti. Sevgi, konumdan daha önemli değil miydi?
Bilinçsizce başarı şanslarımızı nasıl sabote ediyoruz?
Sevgide, işte, sosyal yaşamda doyumlarımızdan nasıl vazgeçiyoruz? Çocukluk deneyimlerimiz, başarıyı nasıl da kendimizden uzaklaştırıyor?
Başarı; layık olma, değerli olma duygusunu harekete geçirir. Eğer çocukluğumuzda sevilmeye ve değerli görülmeye layık bir insan olmadığımızı hissetmişsek bu, daha sonra kocaman engeller olarak karşımıza çıkar.
Başarımızı, geç kalmakla sabote ederiz.
Başarımızı, mükemmeliyetçi olmakla sabote ederiz.
Başarımızı, yaşamı ertelemekle sabote ederiz.
Başarımızı, yakınlaşmaktan korkmakla ‘seni seviyorum’ diyememekle sabote ederiz.
Başarısızlık korkusunu herkes bilir. Başarı korkusunu ise herkes itiraf edemez.
Korkular aşılabilir: Onlarla yüzleşerek, onları kucaklayarak ve onları özgür bırakarak.
Engelleri yaratan biziz. Yıkan da! Yıkılan binaların yerine ne de güzel binalar inşa edilebilir! Yaşamlar da öyle. Eğer korku olmazsa.
Sevgiyle başarılı olun
Kaynak:
Yaşam Cesurları Sever & Nil Gün
Bir dilek tuttum bu akşam
üzeri
aklımda sen...
dilim seni söyler,
yüreğim sen der
ver elini gidelim
sevgilim, sensiz bensiz şehirleri kuşatalım bu gece
sevgimizi sunalım tüm
evrene...
oysa ki şimdi kana
bulanmış sokaklarda
gözlerde yaş olan onca
insanda
bulabilmek umudu bile
yokken
sevgi ışığını
korkunun ecel terleri
döktürdüğü yerlerde
versek elele seninle
başarabilir miyiz yine de
bir ihtimal
sevgi sözcüklerini
diriltmeye...
Haydi gel!
Bir dilek tutalım birlikte...
Mehpare ÖĞÜT
Marie, 1930 yılında alkolik bir annenin evlilik
dışı çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesi ona bakamayınca 5
yaşında olan Marie'yi yurda verir. Ardından bir çift onu evlatlık
edinir. Marie'nin kaderi ne yazık ki yine yüzüne gülmez, çünkü
onu evlatlık edinen çift sadist çıkar. Bu italyan asıllı çift
küçük kızı evin mahzenine kapayıp sistematik biçimde işkence
eder. Dışardan bakıldığında normal ve çok saygın göründükleri
için, bunu yıllarca rahatlıkla gizleyebilirler ve Marie adeta
cehennemden geçer.
Marie Rose 17 yaşında depresyondan felç geçirir.
Halisünasyonlar da gördüğü için doktorlar ona şizofren teşhisi
koyar ve onu akıl hastahanesine yerleştirirler. Marie hayatının
17 yılını orada geçirir ve çok zor yıllar yaşar. Umutsuzluk ve
çaresizlik içinde kıvranır durur. Yemek yemez, yerinden
kımıldamaz ve sıkça intihar etmeyi düşünür.
Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie'nin
durumunu yeniden değerlendirir. Onun şizofren olmadığına, ağır
depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verirler.
Arkadaşlarının ve kendisini seven bir kaç sağlık görevlisinin
yardımıyla Marie hastaheneden çıkar.
O artık hür ve yaşamını nasıl sürdüreceğine
dair kendisi karar verme aşamasındadır. Terk edilmiş, işkence ve
tacize uğramış, otuzdört yılı ziyan olmuş bir kişi olarak
hiçte kolay olmayacaktı, ama o yılmadı ve kızgın, öfkeli,
umutsuz olmak yerine sıfırdan başlamayı tercih etti.
Yetkililer "Aklı dengesi yerinde değil,
okuması imkansız" dedikleri halde Marie, Salem State
Üniversitesine Psikiyatri bölümüne girer ve mezun olur. Bu ara
kanser hastalığına yakalanır ve mücadalesini kazanır. Kendisi
gibi akıl hastahanesinden çıkmış ve iyileşmiş Joe ile evlenir.
Kocası maalesef altı sene sonra ölür ve Marie kendini işine
verir. Uzun yıllar doktor olarak çalıştıktan sonra Harvard
Üniversitesi'nde mastır yapar. Psikiyatrik hastalarla çalışır,
konferanslar verir. Biyografisi yazılır ve hayatı film olur
(Nobody's Child). Bir çok ödüle layik görülür.
Elli sekiz yaşındayken, 'vay be' dedirtecek birşey
yapar: On yedi yılını geçirdiği Masachusetts Danver Devlet
Hastahanesine yönetici olarak atanır.
Verdiği bir basın
toplantısında şunları söyler:"Eğer affetmeyi
öğrenmeseydim, bir damla bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan
edilmiş bir yaşam olurdu. Ve bugün bu hastahaneye yönetici olarak
dönemezdim."
Marie Rose Balter'in yeni görevini haber yapan bir
Ajans, onun zafer açıklamasını da şöyle yapar: "En uzun
yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuk. Affetmek
bu yolculuğun en kestirme yolu. Affetmeyi gerektiren her yara,
içinde önemli bir dersi barındırır. Dersi görebilmek için
yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile..."
Marie bu hayatta hiçbirşeyin imkansız olmadığını
gösteren en güzel örneklerlerden
Muhabbet kuşumuz öldü
Arkasında uçuşan tüyleriyle mavi bir sonbahar bırakarak
Biliyorsun ölüm, mavi boş bir kafestir kimi zaman
Acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur Pollyanna
Uyuyamadığım gecelerin sabahında
Gözaltlarımdan mor çocuklar doğardı
Mor çocuklarıma ninni söylerdi sabah ezanları
Fırtına ters çevrilen şemsiyelere benzerdi
Duaya açılan avuçlarım
Avuçlarıma kar yağardı
Kimi zaman tipi...
Kaç kere avuçlarımda mahsur kaldım.
Birkaç kış geçti Pollyanna
Ben hep mahzun kaldım.
Kocaman bir kardan adam yaptı içime bir çocuk şair
Tuhaf şarkılar mırıldanarak: Şiirime kenar süsü olsam ben
Bir kenar süsünün gülü olsam ben
Sarı deftere tuttuğum bir günlük
Aşk olsam ben...
Sonra yazları
Yaseminlerle sarmaş dolaş bir balkonum oldu
Balkon yaseminlerle sevişirdi
Rüya hülyayla sevişirdi.
Ben o beyaz ve güzel kokan çadırın altında
Geceyle sevişirdim.
Bir davet gibi otururdum balkonda
Bir beyaz örtü gibi sarardım acılarımı başıma
Ben sevgilisi çile olan bir gelindim Pollyanna
Gel derdim gel, kim olursan ol yine gel...
Çiçekli bir düğün davetiyesi gibi otururdum balkonda
Yıldızlar ürkerdi, titrerdi davetimden
Ayın etrafında beyaz bir hale dönerdi.
Bileklerimi uzatırdım çıplak, beyaz ve ince
Işıktan bir kelepçe istedim yüz görümlüğü olarak Pollyanna.
Secde eden alnımı,
Şarap içen dudağımla öpmek istedim.
Dizlerimde ve dirseklerimde nasır tutan arayışımı
Beyaz bir merhemle ovmak istedim.
Beyaz bir günahtır aramak kimi zaman Pollyanna...
İtiraf etmek gerekirse
Domates-biber biçiminde tuzluklar aldım pazardan
Kalp şeklinde kültablaları
Kalbimde söndürülmüş birkaç sigaradan kalan kül
Yetmezdi yeniden doğmaya.
Orhan Gencebay dinledim itiraf etmek gerekirse
Bedelini ödedim ama Pollyanna
İtiraf artık tedavülden kalkmış bir kağıt para.
Hayatım bir mutsuzluk inşaatıydı Pollyanna
Çimento, demir, çamur...
Duvarlarımı şiir ve türkü söyleyerek sıvardım.
En üst kattan düşerdim her gün
Esmer bir işçi gibi dilini bilmediğim bir dünyaya
Hayatım bir mutsuzluk inşaatıydı Pollyanna
Sana ve mutluluğa yazılmış mektuplarıma
Cevap beklediğim zamanlarda.
Benim bir köyüm olmadı.
Hiçbir şehir karlı sokaklarıyla bana
Pazen gecelik giymiş bir anne gibi sarılmadı.
İstanbul'u evlat edinsem
Benimsemezdi nasıl olsa otuz yaşında bir anneyi
Yüzyıllarca yaşamış bir çocuk olarak.
Mütemmim cüz olamadım hiçbir aşka Pollyanna
Bir kitaba bir cüz olamadım.
Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim.
Hiçbir bulmacayı tamamlayamadım.
Bir kediyi okşasam ellerim yumuşardı
Biri okşasam bir yumuşardı.
Bire "BİR" olamadım.
Fırfırlar olmalıydı oysa hayatımın kenarında Pollyanna
Kırmızı puanlı bir şiir olarak uyumalı, mor puanlı
uyanmalıydım.
Pişman olmamalıydı orada olmalarından yeşil farbelalarım.
Bir çingenenin çıkardığı dil olmalıydı şiirlerim.
Sana bu son mektubu,
Artık senden mektup beklemediğimi söylemek için
yazıyorum Pollyanna
son şiirini yazmaya cesaret edememiş bir şair olarak.
Didem MADAK
Arkasında uçuşan tüyleriyle mavi bir sonbahar bırakarak
Biliyorsun ölüm, mavi boş bir kafestir kimi zaman
Acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur Pollyanna
Uyuyamadığım gecelerin sabahında
Gözaltlarımdan mor çocuklar doğardı
Mor çocuklarıma ninni söylerdi sabah ezanları
Fırtına ters çevrilen şemsiyelere benzerdi
Duaya açılan avuçlarım
Avuçlarıma kar yağardı
Kimi zaman tipi...
Kaç kere avuçlarımda mahsur kaldım.
Birkaç kış geçti Pollyanna
Ben hep mahzun kaldım.
Kocaman bir kardan adam yaptı içime bir çocuk şair
Tuhaf şarkılar mırıldanarak: Şiirime kenar süsü olsam ben
Bir kenar süsünün gülü olsam ben
Sarı deftere tuttuğum bir günlük
Aşk olsam ben...
Sonra yazları
Yaseminlerle sarmaş dolaş bir balkonum oldu
Balkon yaseminlerle sevişirdi
Rüya hülyayla sevişirdi.
Ben o beyaz ve güzel kokan çadırın altında
Geceyle sevişirdim.
Bir davet gibi otururdum balkonda
Bir beyaz örtü gibi sarardım acılarımı başıma
Ben sevgilisi çile olan bir gelindim Pollyanna
Gel derdim gel, kim olursan ol yine gel...
Çiçekli bir düğün davetiyesi gibi otururdum balkonda
Yıldızlar ürkerdi, titrerdi davetimden
Ayın etrafında beyaz bir hale dönerdi.
Bileklerimi uzatırdım çıplak, beyaz ve ince
Işıktan bir kelepçe istedim yüz görümlüğü olarak Pollyanna.
Secde eden alnımı,
Şarap içen dudağımla öpmek istedim.
Dizlerimde ve dirseklerimde nasır tutan arayışımı
Beyaz bir merhemle ovmak istedim.
Beyaz bir günahtır aramak kimi zaman Pollyanna...
İtiraf etmek gerekirse
Domates-biber biçiminde tuzluklar aldım pazardan
Kalp şeklinde kültablaları
Kalbimde söndürülmüş birkaç sigaradan kalan kül
Yetmezdi yeniden doğmaya.
Orhan Gencebay dinledim itiraf etmek gerekirse
Bedelini ödedim ama Pollyanna
İtiraf artık tedavülden kalkmış bir kağıt para.
Hayatım bir mutsuzluk inşaatıydı Pollyanna
Çimento, demir, çamur...
Duvarlarımı şiir ve türkü söyleyerek sıvardım.
En üst kattan düşerdim her gün
Esmer bir işçi gibi dilini bilmediğim bir dünyaya
Hayatım bir mutsuzluk inşaatıydı Pollyanna
Sana ve mutluluğa yazılmış mektuplarıma
Cevap beklediğim zamanlarda.
Benim bir köyüm olmadı.
Hiçbir şehir karlı sokaklarıyla bana
Pazen gecelik giymiş bir anne gibi sarılmadı.
İstanbul'u evlat edinsem
Benimsemezdi nasıl olsa otuz yaşında bir anneyi
Yüzyıllarca yaşamış bir çocuk olarak.
Mütemmim cüz olamadım hiçbir aşka Pollyanna
Bir kitaba bir cüz olamadım.
Yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim.
Hiçbir bulmacayı tamamlayamadım.
Bir kediyi okşasam ellerim yumuşardı
Biri okşasam bir yumuşardı.
Bire "BİR" olamadım.
Fırfırlar olmalıydı oysa hayatımın kenarında Pollyanna
Kırmızı puanlı bir şiir olarak uyumalı, mor puanlı
uyanmalıydım.
Pişman olmamalıydı orada olmalarından yeşil farbelalarım.
Bir çingenenin çıkardığı dil olmalıydı şiirlerim.
Sana bu son mektubu,
Artık senden mektup beklemediğimi söylemek için
yazıyorum Pollyanna
son şiirini yazmaya cesaret edememiş bir şair olarak.
Didem MADAK
Ben kadınım!
Doğuran, besleyen, büyüten
Yeri geldi mi erkeğinin yerine eve
para getiren...
Bakan göze, tutan ele mahrem
Babadan olma, anadan doğma
Doğduğu günden itibaren kaderine
razı gelen...
Konuşsa ayıp, sussa anlaşılmayan
Ezilen, dövülen, öldürülen
Sevilmeyen, hor görülen,
kimliksiz-kayıp
Adı sadece kadın olan kadınım ben
Tüm kayıp kadınlar gibi yaşamadan
ölen...
Mehpare ÖĞÜT
Her yıl adet olduğu üzere
kutladığımız bir gün var. Ama sadece televizyonlarda,
gazetelerde, sosyal medyada şiirlerle, sözlerle, dileklerle gelip
geçen ve kutlanan. Arada bir iki kırmızı karanfil alan da oluyor
hani. Bu arada mağazaların yaptıkları indirimleri / çekilişleri
de unutmamak lazım. Hep güzel şeyler söylensin, güzel şeyler
olsun beklentisindeyiz ama maalesef bunlar gerçekleşemiyor bir
türlü. Olmuyor, olamıyor...Hayal kırıklığı yaşıyoruz her
seferinde tekrar tekrar. Geçenlerde bir söz dikkatimi çekti ki
üzerinde bayağı bir düşündüm. Şöyle diyordu; “Bir
erkeği eğitirseniz bir adamı eğitirsiniz.Bir kadını
eğitirseniz, bir kuşağı eğitirsiniz.” Brigham Young. Oldukça
düşündürücü değil mi! Aslında bu sözden yola çıkılarak
anlamamız gereken ana fıkir kısa ve net şöyle... Yani sevgili
kadınlar, hanımlar, bayanlar...Geleceğin teminatı sizin
ellerinizde. Olmasını istediğiniz ya da olmasını beklediğiniz
gibi yetiştirin evlatlarınızı. Öyle yetiştirin ki siz yokken
bile ayakta duran sağlam, güçlü, karakter sahibi, kendinden emin
bireyler olarak bu dünyada yerini alabilsin. Eğer ki kendi haline
bırakırsanız çocuklarınızı o zaman da varın siz düşünün
sonunu. Haaa kendi haline bırakınca hep mi kötü olunuyor elbette
hayır. Ama çoğunlukla öyle. Bakınız, aile içi eğitim ne kadar
önemli. Sadece okuldaki öğretmenlere sorumluluk vererek
çocuklarınızı eğitemezsiniz. Öğretmenin işi okulda öğrenmesi
gereken dersleri anlatmaktır ona. Asıl görev sizindir. Eğer ki
sizin karakteriniz sağlam ise, özü-sözü doğru insan iseniz,
çevrenize saygılıysanız, küçüklerini seven, büyüklerini
sayansanız, yaşadığınız ülkeye, gelenek ve göreneklerinize
bağlıysanız, seviyor ve seviliyorsanız, değil bir insanı,
küçücük bir karıncayı bile incitmiyor, sırf güzel diye bir
çiçeği bile koparmaya kıyamıyorsanız, zaten sizin pek de fazla
bir şey yapmanıza gerek yok diyebilirim. Çünkü siz ne iseniz
çocuğunuzda o olacaktır. Yani kısacası çocuğunuz sizin
kopyanız olacaktır. O yüzdendir ki yarınların büyüklerini
yetiştirerek geleceğin temellerini sağlam atmak sizlerin
elinizdedir. Ve sadece kadınlara da düşmemekte bu görev. Ailenin
reisi olarak bir babanın da çok büyük görevleri var elbette.
Güçlü, sağlam karakterli, evine bağlı, olduğu kadar değil
olması gerektiği gibi büyütüp yetiştirin ve örnek olun
evlatlarınıza. Örnek olun ki, nice Özgecanlar, nice Ayşeler,
Fatmalar yok olup gitmesin, kayıplara karışmasın bu dünyada.
“Kadınlar sizlerin emanetinizdir” diyor ya hani, işte, eğer ki
gerçekten dinine bağlı insanlar iseniz, Allah'tan korkan kuldan
sakınanlardansınız evlatlarınıza örnek olun, hem de olduğu
kadar değil olması gerektiği gibi. Olun ki nice canlar harcanmasın
bir öfke, bir heves, bir arzu uğruna...
Kadınları
incitmeyin, kadınları sevin, kadınları koruyun-kollayın,
kadınlara nazik davranın, kadınların birer çiçek olduğunu
unutmayın.Onlara kötü gözle bakmayın. Kıymayın...El üstünde
tutun, yüreklendirin. Sevin. Ama hiçbir zaman onlara sövmeyin,
ezmeyin, incitmeyin... Unutmayın ki sizin de anneniz bir kadın,
kızkardeşleriniz birer kadın. Çocuğunuzun anası bir kadın.
Kadın olmak kolay değil inanın. Kolay diyen varsa şayet, bir gün
kılık değiştirip dolaşın ve anlayın.
Diyeceklerim
bundan ibarettir... Bunca dövülen, ezilen, sömürülen, hor
görülen, yakılan, öldürülen onca kadın varken içimden
kutlamak bile gelmiyor inanın. Çünkü hala va hala cahil kafalar,
kör beyinler eğitilmediği ve yaşadığı müddetçe, “Kadının
Adı Yok” Duygu Asena'nın da dediği üzere...
Yine
de adet yerini bulsun diyorum ve bu dünyada yaşam mücadelesi veren
tüm kadınlarımızın, emekçi kadınlarımızın -Kadınlar
Gününü- kutluyor; Sevgilerimi gönderiyorum..
Mehpare
ÖĞÜT
Dün sanki içime doğmuş gibi,
gideceğini hissetmiş gibi şu dizeleri paylaşmıştım face
sayfamda...
“O güzel insanlar, o güzel atlara
binip çekip gittiler..Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık”
Yaşar KEMAL
Ve paylaştıktan sonra da bir müddet daha düşünüp bu dizeler üzerinde ne kadar da büyük anlam ifade ettiğine bir kez daha karar
verdim. Yaşanılan onca şeyi de düşünerekten... Ve şimdi o güzel
insan, o koca çınar, babasının kendisi için her yıl kurban
kestirdiği, parmaklıklar arasında bile daktilosunun tuşlarıyla
koğuşunu inleten büyük yazar... Sen de binip atına
gittin/gidiyorsun işte bilinmez bir yolculuğa. Kurtuldun mu bu
dünyanın bozuk düzeninden biliinmez ama bizler yaşadığımız
müddetçe ve bilmem kaç kere daha bu dizeleri tekrar edip
duracağız. Kimi zaman “İnce Memed'i” okuyacak, kimi zaman da
“Yer Demir Gök Bakır” diyerek anacağız seni...
Ve en çok da bir sanatçıda olması
gereken en büyük şeyin, halkla iç içe olmak ve sanatın halk için
olması gerektiği düşüncelerinle, örnek alınması gereken büyük
bir usta olduğunu hatırlatacaksın her daim bizlere...
«Halka kim zulmediyorsa, etmişse,
halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa,
feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim
geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım.
[...] Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın
halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir
sanata inanmıyorum.»
Mekanın Cennet, toprağın bol olsun
büyük usta... Işıklar içinde yat.
Gece bir
tabut gibi çöker omuzlarıma
bir ölünün iç çekmesi olur
rüzgar
hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
hasreti bir ben bilirim
bir de gecenin gözlerindeki baykuş
baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş
onu hüznümle güzelleştiririm. Hüznümle
süsler. Bir damın üstüne oturturum
süsler. damımın üstüne oturturum
-sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
abimin acıyla yontulmuş yüzü
yaşlı bir güvercin gibi düşer avuçlarıma
dağılır ses olur acısı
ezberlediğim bir öğüdü yineler bana
-çocuğum üşütme yüreğini
şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan
korkarım
mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
mesela annem de yoksa yanımda
mesela, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım
-ana bana kurşun dök. Dua oku. Üfle ana
ana ben daha çok küçüğüm. Bana ninni söyle ana
yalnızım. Bunu hep söylüyorum
yalnızım. Bunu hep söylüyorum
geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor
her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. Biliyorum bunu da biliyorum
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız
-ana bana bir hal oldu. Hep böyle titriyorum
ana çok üşüyorum, ıhlamur ısıt bana
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey insanlar
ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
iğrenerek. Hepinizi kucaklıyorum ilkin
ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
bilmiyorsunuz. Ben kendimi öpüyorum
cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
döllenir acı. Sevişme daha da erselikleşir
-hü'yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
size bir gün mutlaka hü'yü anlatmalıyım
geceyse
tükenmişse güneşin güçlülüğü
gök gözlerinin buğusunu yansıtır
senin acın acıların ölümüne gebedir
korkma yavrum
ne gece ne geceler senin
suçsuz mızıkçılığını küçültemez
bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz
biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz
dayayıp sırtını gecenin duvarına
bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
sesimi çakallarla boğan gece
hüznüme vur acımı soy
beni de kuşat
boris karlof kadar masum yüzümü
karanlığınla frenkeştaynla
çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
nerde bir insan görse
bırakır sevgi kuşlarını
çünkü o bağışlar yargıçlarını
kendi yasalarını kuramıyan yargıçlarını
ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
ey yanlışlığımın yanlış yargılayıcıları
suçum: nefreti öksüz bırakmak
savunmam: sevgimi yüceltmek içindir
sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
büyükleri sayarım küçükleri severim
çocukları incitmeden severim. Kadını öpmesini
bilirim
sizi de sizi de öpmesini bilirim
-ana ben çok yalnızım. Benim başka sevgim yok
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
kural tanımayan sevgim benim
aykırım fizikötem doğaüstüm yanlışlığım
aşkım. Sevgili yanılgım benim başyargıcım
nefretim nefretim nerdesin
kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
elbet geçer bu hüzün mevsimi
bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
o gün size sevinci de anlatıcam
bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım
ve bir gün elbette yıldızları sayacağım
-gelin kucaklayın beni. Yıldızları sayamıyorum.
hüzünle düşünürüm uzaktaki bir evi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
hasreti bir ben bilirim
bir de gecenin gözlerindeki baykuş
baykuş kötü kuş baykuş çirkin kuş
onu hüznümle güzelleştiririm. Hüznümle
süsler. Bir damın üstüne oturturum
süsler. damımın üstüne oturturum
-sizi hiç bu kadar yakından görmedimdi
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
abimin acıyla yontulmuş yüzü
yaşlı bir güvercin gibi düşer avuçlarıma
dağılır ses olur acısı
ezberlediğim bir öğüdü yineler bana
-çocuğum üşütme yüreğini
şimdi hüzün mevsimidir bütün şiirleri gezen
ben doğma büyüme evciyim göç benim harcım değil
hasret bana çabuk dokunur yalnızken karanlıktan
korkarım
mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa
mesela annem de yoksa yanımda
mesela, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım
-ana bana kurşun dök. Dua oku. Üfle ana
ana ben daha çok küçüğüm. Bana ninni söyle ana
yalnızım. Bunu hep söylüyorum
yalnızım. Bunu hep söylüyorum
geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğine sığmıyor
her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyor
yalnızlığımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. Biliyorum bunu da biliyorum
gökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden başka kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinliğimi öpen bir kız
yalnızlığımdan yalnızlığım yalnız
-ana bana bir hal oldu. Hep böyle titriyorum
ana çok üşüyorum, ıhlamur ısıt bana
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey insanlar
ey gecede unutulmuşluğumun yargıçları
iğrenerek öpüyorum parmaklarınızı
iğrenerek. Hepinizi kucaklıyorum ilkin
ağzınızı dudaklarınızı dişlerinizi öpüyorum
bilmiyorsunuz. Ben kendimi öpüyorum
cinsel bir çiftleşmedir çarşaflar
ıslak bir gece en fazla kendini çoğaltır
bir solucan vücuduna yeni bir halka ekler
döllenir acı. Sevişme daha da erselikleşir
-hü'yü tanıdım size anlatmalıyım bir gün
size bir gün mutlaka hü'yü anlatmalıyım
geceyse
tükenmişse güneşin güçlülüğü
gök gözlerinin buğusunu yansıtır
senin acın acıların ölümüne gebedir
korkma yavrum
ne gece ne geceler senin
suçsuz mızıkçılığını küçültemez
bir çirkini öpmek için uzattığın yüreğini
güzelleşip bir sevginin göğsüne yatmak biraz
biraz yorgun biraz korkak bir insan sevmek biraz
dayayıp sırtını gecenin duvarına
bir ölünün ağzını dudağını öpmek biraz
yıldızlar sayılmaz: hasret uzakta
ben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
ey kanımda tefler çalan mevsimle gelen
sesimi çakallarla boğan gece
hüznüme vur acımı soy
beni de kuşat
boris karlof kadar masum yüzümü
karanlığınla frenkeştaynla
çünkü artık büyütmeliyim içimde nefreti
kalbim ki yıllardır iyiliğe abone
nerde bir insan görse
bırakır sevgi kuşlarını
çünkü o bağışlar yargıçlarını
kendi yasalarını kuramıyan yargıçlarını
ey gecede unutulmuşluğumun suçluları
ey yanlışlığımın yanlış yargılayıcıları
suçum: nefreti öksüz bırakmak
savunmam: sevgimi yüceltmek içindir
sakalım yok biliyorum ama kötü değilim
büyükleri sayarım küçükleri severim
çocukları incitmeden severim. Kadını öpmesini
bilirim
sizi de sizi de öpmesini bilirim
-ana ben çok yalnızım. Benim başka sevgim yok
içimde utanç çiçeği gibi büyüyor hü
kural tanımayan sevgim benim
aykırım fizikötem doğaüstüm yanlışlığım
aşkım. Sevgili yanılgım benim başyargıcım
nefretim nefretim nerdesin
kalbim
bir gün elbette sana hükmedeceğim
elbet geçer bu hüzün mevsimi
bir baykuş bir serçeyle arkadaş olduğu gün
o gün size sevinci de anlatıcam
bir solucan bir leylekle çiftleştiği gün
o gün bahar mevsimidir size aşkı anlatacağım
ve bir gün elbette yıldızları sayacağım
-gelin kucaklayın beni. Yıldızları sayamıyorum.
Arkadaş Zekai ÖZGER
Sık sık ve çok gülmek..
Zeki insanların saygısını
kazanmak,
Ve de çocukların sevgisini..
Dürüst
eleştirmenlerin takdirini kazanmak..
Sahte dostların ihanetine
dayanmak!!
Güzelliği takdir etmek..
Başkalarındaki en iyiyi
bulmak,
Dünyayı bir parça daha iyi terk etmek..
İster
sağlıklı bir çocukla ya da bir parça bahçeyle..
İsterse bir
sosyal koşulu iyileştirerek..
Siz yaşadığınız için,
Tek
bir canlının bile daha kolay nefes aldığını bilmek..
İşte
budur yaşamak..
Ralph Waldo EMERSON
"Kainat yek vücut, tek varlıktır. Herkes ve herşey görünmez iplerle birbirine bağlıdır. Sakın kimsenin ahını alma; bir başkasının, hele hele senden zayıf olanın canını yakma. Unutma ki dünyanın öte ucunda tek bir insanın kederi, tüm insanlığı mutsuz edebilir. Ve bir kişinin saadeti, herkesin yüzünü güldürebilir."
🙇
Şems-i Tebrizi
Gerçekten bir şey oluyor burada.
Gizemli bir şey.
Bir denizaltı kadar görkemli ve garip.
Gri
bir günde camlardan yağmuru seyretmek.
Saydam yusufçuklar
yavaşça uzaklaşıyor ve beni
sana getiriyorlar topaz
tapınaklarda.
Sen bir güneş tanrısı gibi
gülümsüyorsun.
Biliyor musun kaç yıl tek başınaydım
ben
karmaşanın içinde. Bir türlü tutunamıyordum işte.
Bir
tek senin yanında yürümüştüm ben
topaz bir günde ve suya
yakın.
Geceleri üstümü örterdin. Sonra konuşmazdın
hiç.
Uzun süre konuşmazdık. Gözlerinde kaybolurdum.
Bu
suskunluk anlaşılır bir şeydi. Deniz
ve karanlık yerlerden
geçen bir nehrin sessizliği gibi…
Biliyor musun bir şey
oluyor burada. Garip bir şey.
Bulanık bir suda yokoluş
gibi.
Gözlerimde beyaz kelebekler uçuşuyor
ve beni kendime
getiriyorlar yavaşça
beyaz odalarda…
Unutuşum başka
bir sendi. Ben ölüyordum Tropiko.
Unutuşun beyaz romansıyla
ölüyordum.
Söyleyecek başka bir şeyim yok artık.
Unutmak
istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralarda vardır çünkü…
Limon
kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar
vardır… limon kokulu…
herşeye rağmen… yağmur kalan
kadınlar vardır…
Ben iyiyim şimdi. Sen nasılsın?
Bir denizaltı kadar görkemli ve garip.
Gri bir günde camlardan yağmuru seyretmek.
Saydam yusufçuklar yavaşça uzaklaşıyor ve beni
sana getiriyorlar topaz tapınaklarda.
Sen bir güneş tanrısı gibi gülümsüyorsun.
Biliyor musun kaç yıl tek başınaydım ben
karmaşanın içinde. Bir türlü tutunamıyordum işte.
Bir tek senin yanında yürümüştüm ben
topaz bir günde ve suya yakın.
Geceleri üstümü örterdin. Sonra konuşmazdın hiç.
Uzun süre konuşmazdık. Gözlerinde kaybolurdum.
Bu suskunluk anlaşılır bir şeydi. Deniz
ve karanlık yerlerden geçen bir nehrin sessizliği gibi…
Biliyor musun bir şey oluyor burada. Garip bir şey.
Bulanık bir suda yokoluş gibi.
Gözlerimde beyaz kelebekler uçuşuyor
ve beni kendime getiriyorlar yavaşça
beyaz odalarda…
Unutuşum başka bir sendi. Ben ölüyordum Tropiko.
Unutuşun beyaz romansıyla ölüyordum.
Söyleyecek başka bir şeyim yok artık.
Unutmak istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralarda vardır çünkü…
Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar vardır… limon kokulu…
herşeye rağmen… yağmur kalan kadınlar vardır…
Ben iyiyim şimdi. Sen nasılsın?
Lâle MÜLDÜR
Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.
Aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup, ortak nitelik, durum ve görünümler taşır. Oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. Ruhun kendisinden rengini alır. Ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk, tırmanış, boyut, tat ve kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir.
Aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. Oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. Onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez.
Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Schopenhauer'ın deyişiyle:"Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin."
Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır.
Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut, sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra "görüşüm-uzaklaşım"la diri, güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır.
Aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. "Öznel bir özcoşu"dur. İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.
Oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde yeşerir; büyür. İşte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. Gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. "Biz" oluşları ise "tanışım"dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. İşte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık göğünün başlarının üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, "inanış"ın aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu... Kendi gözleriyle görürler.Aşk, çılgınlıktır. Çılgınlık ise "anlayış" ile "düşünüş"ün bozulmuşluk ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir. Oysa sevgi tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür.
Aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. Oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur. Aşk, büyük güçlü bir kandırmacadır. Oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur. Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir. Aşk, görme duyumunu alır, oysa sevgi, verir.
Aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.
Aşk hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir.
Aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.
Aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. Aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhun bir çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister. Bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini , beslemelerini diler. Sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve Ahurasal doğasının bir çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. Kendisine tanış, yakın bulur.
Aşkta, rakip sevilmez. Oysa sevgide, "Köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler." Kıskançlık aşkın özelliğidir. aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. Bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. Sevgiliden nefret edilir.
Sevgi ise inançtır. inanç ise salt bir ruhtur. Sınırsız bir sonsuzluktur. Bu gezegenin türlerinden değildir. Aşk, doğanın kementidir. doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar. Oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi "seçtiği", bir aştır. Aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır. Aşk, bedenin görevlisidir. oysa sevgi, ruhun elçisidir.
Aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir "bilinçsizlendirim"dir. Oysa sevgi, yabancılıktan dolayı yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar içerisindeki, korkunç özbilincidir.
Aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir.Oysa sevgi, "yabancı bir ülkede dildaş bulmak"tır.
Aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. Yaktığı olur. Oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.
Aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. Kıskançtır. sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. Sevgili için ister. Kendini sevdiği kişi için ister. Onu onun için sever. Kendisi ortada değildir.
DR.ALİ ŞERİATİ
Biz
yaptığımızı Allah için yaparız, başkasından korkmayız !
Eğer kalbinden fetvayı doğru alırsan ve kendi kendini mesul
etmeyecek bir iş yaparsan başkalarından korkma! Şu şöyle demiş,
bu böyle demiş ehemmiyeti yoktur. Elverir ki kalbin seni mesul
etmesin. Vicdânen rahat ol! Kalbin müsterih ve suçsuz olduğunu
söylerse, kim ne isterse söylesin! Herkes yoktur, Allah vadır!
Sâmiha
Ayverdi
Şiir ne bir gerçek habercisi ne bir
güzel ve etkileyici konuşan insan ne de yasa koyucudur. Şairin
dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil; fakat duyulmak üzere
var olmuş, müzikle söz arasında, sözden çok müziğe yakın
ortalama bir dildir.
Düzyazının doğurucusu akıl ve mantık; şiirin ise algılama alanları dışında gizlerin ve bilinmezlerin gecesi içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları, zaman zaman duyuşlarımızın ufuklarına yansıyan kutsal ve adsız kaynaktır.
Denilebilir ki şiir, düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.
Şiir bir öykü değil, sessiz bir şarkıdır.
Şiirde her şeyden önce önemli olan, sözcüğün anlamı değil, tümcedeki söyleniş değeridir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, şiirde anlam, uyumun yaptığı telkinlerden başka nedir? Şiirde konu şair için ancak şiir söylemek ve hayal kurmak için bir nedendir.
En güzel şiirler, anlamlarını okuyucunun ruhundan alan şiirlerdir.
Özetle şiir, peygamberlerin sözleri gibi, çeşitli yorumlara elverişli bir anlam genişliği taşımalı. Bir şiirin anlamı başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi yaşamının da anlamını verebilir ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir duygulanma dili olma aşamasına erişebilir.
Düzyazının doğurucusu akıl ve mantık; şiirin ise algılama alanları dışında gizlerin ve bilinmezlerin gecesi içine gömülmüş, yalnız aydınlık sularının ışıkları, zaman zaman duyuşlarımızın ufuklarına yansıyan kutsal ve adsız kaynaktır.
Denilebilir ki şiir, düzyazıya çevrilemeyen nazımdır.
Şiir bir öykü değil, sessiz bir şarkıdır.
Şiirde her şeyden önce önemli olan, sözcüğün anlamı değil, tümcedeki söyleniş değeridir.
Doğrusunu söylemek gerekirse, şiirde anlam, uyumun yaptığı telkinlerden başka nedir? Şiirde konu şair için ancak şiir söylemek ve hayal kurmak için bir nedendir.
En güzel şiirler, anlamlarını okuyucunun ruhundan alan şiirlerdir.
Özetle şiir, peygamberlerin sözleri gibi, çeşitli yorumlara elverişli bir anlam genişliği taşımalı. Bir şiirin anlamı başka bir anlam olmaya elverişli oldukça, her okuyan ona kendi yaşamının da anlamını verebilir ve böylece şiir, şairlerle insanlar arasında ortak bir duygulanma dili olma aşamasına erişebilir.
Ahmet HAŞİM
Bekliyorum işte...
hayatın ne getireceklerini merak ede
de
bıkmak mı ! yok canım, bazen, ara sıra
ya da boş ver
beklemek daha güzel...
zaman geçiyor
ömür geçiyor
bak bugün bir beyaz daha düşmüş
saçlarımın arasına
çektim kopardım
aynada yüzüme baktım / yüzüm
bana...
yüzümdeki çizgiler git gide
belirginleşiyor diye düşündüm / içlendim
sonra sevindim tuhaf bir şekilde
böyle de güzeldim...
sonra ellerime baktım / ellerim
ellerim güzeldi daha
ellerimi hep sevdim...
sevindim bir kere daha...
ayaklarım, ayaklarım öksüz mü
kalacaktı
kaldırdım baktım onlara da uzun uzun
ne çok dalga geçerdi küçükken
dayım da;
- “kızım, senin palete ihtiyacın yok” derdi hep
dayım geldi aklıma, doldu yine
gözlerim
ahh ayaklarım... canım dayım....
bak yine burnumun direği sızladı
anınca dayımı
ardından babam geldi aklıma
durakladım...
koca bir sessizliğe gömüldüm o an
ahhh babam... canım atam...
ben seni sevmelere doyamadım...
Mehpare ÖĞÜT
1- Bir ilaç içsem bari diye düşündüm, Biraz kolonya sürünsem, Ferahlasam, pencereyi açsam. Şöyle bir şey yazdım sonra: Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde. Berbattı, Bir şiire böyle başlanmazdı. İç ses diye söylendim, Ardından Yıldırım Gürses... Aptal aptal güldüm bir de buna. Ayşecik vazoyu kırıyor Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına. Yapıştırsam da parçalarını hayatımın Su sızdırıyordu çatlaklarından. Karnabahar kızartmıyordu asla Başrolde kadınlar. Güçlü bir el silkeledi beni sonra Sanırım Tanrı’nın eliydi. Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan. Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi, Çok şey görmüşüm gibi, Ve çok şey geçmiş gibi başımdan, Ah...dedim sonra Ah! İç ses, diye söylendim Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya: Tanrım bana hiç erimeyen, Kırmızı bir bonbon şekeri yolla. Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik Kardeşimle kendimize durmadan, Olmayan çayları, Olmayan fincanlardan içerdik. Olmayan kapıları açardık, Olmayan ziller çaldığında. Siyah papyonlu olurdu mutlaka Resim defterimizdeki damat. Yedi günde yarattığımız dünya Mutlu olurduk pastel koksa. Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya: Olanlar oldu tanrım Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla! Kaybolmak istemiştim bir zamanlar Kapının arkasında yokum demiştim Ve divanın altında da. Bulamazsınız ki artık beni, Hayatın ortasında. Kaybolmak istemiştim bir zamanlar Beni kimse bulamazdı Tanrı’nın arkasına saklansam. O Kocamandı, en kocamandı o. Bir kız çocuğunun hayalleri kadar. Bir zamanlar kendimi Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım. Kaç metredir benim yokluğum? Benden daha çok var sanmıştım. Benim yokluğumdan dünyaya Bir elbise çıkar sanmıştım Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan Sonunda ben de alıştım. Ah...dedim sonra, Ah! Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım, İçim sıkılmasa o kadar Tek bir satır bile okumazdım. Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı Bir derdi var derdim. Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim. Ninni derdim, ninni bebeğim! Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini. Plastik gözkapaklarının ardında, Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin, Gözyaşları da. Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına. Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı, Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa. İnsan çıtır ekmeği ısırdığında, Kırıklar dolar kucağına, İşte orası umudun tarlasıdır. Ve orada başaklar ağırlaştığında, Sayısız ah dökülür toprağa. İç ses, diye söylendim Ve ah dedim sonra, Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim. Dallarına salıncak kurardı çocuklar, Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar. Meyveleri tatsızdı Eski bir lanetten dolayı Herkes dişlerdi acı meyvelerini, Ve herkes söverdi ona. İsmini yazardı herkes onun bağrına, Ah derdi o. Ah! Bıçağın ucundaydı insanların hafızası ‘İnsan unutandır ve insan unutulmaya mahkum olandır.’ Tanrı şöyle derdi o zaman: Ah! Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım, Ulaşılamazdı, Sen sarılmak istesen ona, O sana sarılmazdı. Ne çok dikenin vardı Tanrım! Ne çok isterdim, Sana sarılamazdım. Ve şöyle derdim o zaman: Ah! Ahlat ahların ağacıydı, Yaşlanmaya başlayanların, İtiraf edilememiş aşkların, Evde kalmış kızların. Ahlat ahların ağacıydı, Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse, Öyleydi işte. Ve etimoloji Eti’lerden kalma Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam. Ve yanılmıyorsam yalnız insanların, Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman. Mesela o zamanlar Mutsuz olduğunda insanlar, Yok olurmuş bazı dakikalar. Gülümsedim o sıra, Bazen sevinirim, Sevinmek nedense hep yedi yaşında Ve ah... dedim sonra, Ah! Bazen ah diyorum durmadan, Şimdi ben ahlatın başında, Otuz iki yaşımda. Ahlar ağacı gibi. Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma, Mavi, mor, kırmızı ve yeşil, İstedim, hep istedim, Sen iste derdim, iste yeter ki Vereyim. Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım, Eksikli yaşamaktan. Ahlar ağacıyım, gibisi fazla. Başka bir şey istemem Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma, Hesabımı vermekten başka. Vasiyetimdir: Dalgınlığınıza gelmek istiyorum Ve kaybolmak o dalgınlıkta. At arabasıyla kağıt toplardı Her sabah çingene kadınlar. Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar Şaşırırdım Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman? Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı. Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana, Yeniden doğmuş olurdum oysa, Öldüğümü sandıklarında, Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak. Vasiyetimdir: En güçlülerinden seçilsin Beni taşıyacak olanlar. Ahtım olsun, Yükleri ağırlaşsın diye iyice, Tabutumun içinde tepineceğim. 2- Bir göl vardı evimizin karşısında, Mavi gözleri olan, Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca. Ya siz, Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat? Nasıldı Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak? İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç Annem sevindiydi hatırlarım. Ah demişti. Ah! Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona. Annem çok sevinmelerin kadınıydı. Bazen sevinince annem gibi, Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına. Annem çok sevinmelerin kadınıydı, Sıcak yemeklerin. Başına diktikleri o taş, Ne zaman dokunsam soğuktur oysa. Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz. İç ses! Bu bahsi kapa! Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim. Çoktandır öksüz olan mutfakta Buğulandı ve ağladı camlar, Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla. Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım, Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara, Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca, Sanki biraz rahatladım. Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki, Artık kimse mutsuz olmayacaktı. Ah...dedim sonra, Ah! İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta, Aynı vampir gibi çıkacağız. Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca, Sanki biraz ferahladım. Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım: Hala aç mısın? Bir tren geçti yine tam o sıra Ustura gibi kara, Düdük çala çala, Geçti şiirimin ortasından. Kes şunu dedim, kes artık! Oldu olacak, Kan kardeşi olsun ruhumla yollar. Merak ederdim, Kesik başları ve sarı ışıklarıyla Nereye gider bu insanlar? Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce Bir kara yılan gibi, Bilemezdim menzil neresi? Ah...dedim sonra Ve acilen makas değiştirdim. İç ses, diye söylendim, Raydan çıkma bundan sonra. Kuyruk sallardı, annemden kalma maaşım her üç ayın sonunda. Sevinirdi, Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim. Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla, Muhabbet ederdik kuyrukta. Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin, Fötr şapkalı kelimeleriydik, Çürük dişlerimizle bizler, Dökülmüş harfler gibi kelimelerden, Saf ve pembe gülümserdik. Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik. Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik, Neden hep aynı yerdeyiz, Hayattan söz edilirdi, Zor denirdi, Ve ardından susulurdu mutlaka. Fötr şapkalı amcalardan biri Ah derdi sonra, Ah! Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman. 3- “Bir Arap şairi şöyle demiş, Savaşta yenilen halkına, Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır” Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi, Sorardı: Daha yazacak mısın? Hayır derdim, Artık yazmayacağım. Ama şöyle denir: Kılıç çeken kılıçla ölür. Ama şöyle denir: Kaderden kaçılmaz. Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi, Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan. Yıllarca biriktirdim rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında. Aşık olduğumda, Çikolata kokardı kırmızı yazgım. hayatıma hayat diyemem artık. sarı yazgım her sonbahar onu biraz daha fazla, ömür yaptı. Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık. Kara yazgımı şimdi kim bilir Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım? Ah.. dedim sonra Ah! İç ses, diye söylendim, Başımda rüzgar vardı Başımda uğultular... Kalbim usulca kıpırdardı Ve ses çıkarırdı dokununca Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki Bir başkası olsa. Başımda rüzgar vardı, Yine esiyordum Hızla dönmeye başladı kalbim Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki Bir başkası olsa. Başımda uğultular... Fırtına çıktı sonra, Yaşadığını anladı kalbim, Böyle yaşanamaz derdi Bir başkası olsa. Bir zamanlar meydan okumak isterdim. Kaç meydanını okudum da bu hayatın. Yalnızca iki harfini öğrendim: A H! Ah benim nergis kokulu cehaletim... Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda Anlatmak isterdin kendini durmadan Bir bardağa bile olsa. Ne diyecektin, ne söyleyecektin Şairlerin şahı olsan, Bir AH’dan başka. Ah benim nergis kokulu cehaletim Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin. AH! Güçlü bir el silkeledi beni sonra Sanırım tanrının eliydi, Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, Çok şey geçmiş gibi başımdan Ah dedim sonra, Ah! İç ses, diye söylendim. Gel! Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla. Vasiyetimdir: Bin ahımın hakkı toprağa kalsın... |
|
Didem MADAK Didem MADAK'a ait bu şiiri sesli olarak dinlemenizi de tavsiye ederim. Yorumcu Eser GÖKAY farkıyla... |
"Sen
trendesin şimdi. Ben de oturuyorum burada. Saat 12’ye geliyor.
Gecenin bu saatlerinde insanlar kısıyorlar seslerini. Sessizlik
bürüyor ortalığı. Ben de daha iyi duyuyorum dinlediğim müziği.
Daha çok yitiriyorum tüm düşüncelerimi. Olmayan düşüncelerimi.
Uyuyabilmem için hiçbir neden yok. Sabah 8’de kalkmış olmam, o
ilgisiz büro,ev,ben,beni yoramıyor artık. Uyanmam için de hiçbir
neden yok.
Bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. Bir
gece. Diğerleri gibi. bir ben. Diğer benler gibi. Bugün eski
ben’lerimden biri olduğumu duydum. Karşılıklı
gülsek.
Gülebilir miyiz dersin?
Gülebilir misin?
Bu gece
okuyacak bir şey bulamıyorum. Bugün senin Bozgun’u okumaya
çalıştım. Üç kelime okuyabildim. Elim,elimden çıkan
kelimeler,benden uzaklaşıyor. Bu satırlar ben değil artık.
Kafamdan geçenleri yazamam.Bir şey geçmiyor çünkü.
Geçenlerde
düşümde yüksek bir yapının camının altında , bir parmak
kadar dar bir yere abanıp kalmıştım. İçeriye girsem,girmeye
yeltensem ,camdan odaya bir adımımı atsam, düşüp ölecektim.
Ama o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak
gücüm kalmamıştı. Nasıl olsa çözülecekti ellerim. Ve ben
düşecektim boşluğa.
Yarın bütün gün trende gidecek olan
sen misin ?Nereye? Niçin?Yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? Neden ?Niçin ? Hiç bir yerde olmak istemiyorum ki.
Belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım.
Gene bir yığın günler geçip gidecek ve ben kendime,işte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim?
Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum. ”
Ankara
Eylül, 1966, Cuma