BENİM ÖYKÜLERİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BENİM ÖYKÜLERİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeşim’in kafası karışmıştı ama aklına gelen her soruyu arkadaşına yöneltmekten de kendini alamıyordu. Sonuçta ikisi de ortak bir noktada buluştular.

Yeşim,
- Demek ki, senin bu mektubu bulmanı istedi. Ben böyle şeylere inanmam ama, bunlar bir tesadüf olamaz değil mi ! Bazen filmlerde filan olur da gerçek hayatta olacağına dair…

Fulya,
- Ben de inanmam böyle şeylere ama, birbirimizi bu kadar sevmenin sonucunda sanırım gittiği yerden bile beni gözlüyor. Aradan geçen onca yıla rağmen içimde hiçbir zaman ona karşı bir öfke duymadım. Ama hep merak ettim ve belki bir gün ondan bir haber alırım ümidiyle yaşadım. Gerçek aşk sanırım ikimiz arasında yaşanan şeyden başka bir şey olamaz

Bunları konuştukları sırada Yeşim arkadaşına dönerek,

- Peki ne zaman ölmüş olabilir. Bir dakika bir arkadaşı vardı onun Erhan isminde. Gazeteciydi. Çok sık görüşürlerdi. Hatta geçenlerde bizim oraya geldi bir işi varmış müdürle. Hemen onu arayalım. Onunla ilgili bir şeyler biliyor olabilir.

Fulya,
- O zaman hemen arayalım, bakalım bize söyleyeceği bir şeyler var mı ?

Yeşim önce müdür beyi arar ve onun telefonunu alır. Daha sonra da Erhan’ı ararlar. Durumu olduğu gibi anlatırlar. Erhan duydukları karşısında oldukça hüzünlenir, sesi titremeye başlar. Ağlamaklı bir sesle,

- Hasta olduğunu ilk söylediğinde beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Tek bir çıkış yolu vardı bu illetten kurtulmanın ki o da ameliyat olmaktı. Her ne kadar istemese de, Fulya için, sevdiği kadın için olması gerektiğini biliyordu. Her geçen gün aleyhine işliyordu ve sonunda ameliyat oldu. Doktorları başarılı bir operasyon geçirdiğini söylese de her şeyin patoloji sonucuna bağlı olduğunu , onu gördükten sonra asıl kararını vereceğini söyledi. Patoloji sonucunu aldığımız gün her ikimiz için de kötü ve hüzünlü bir gündü. Çünkü sonuç kötü çıkmıştı. Doktorları zamanla bu hastalığın vücudunun değişik yerlerinde hasar bırakacağından bahsetti ve kendini önceden hissettirmediği için geç kalındığını, bununda tedavisini imkansızlaştırdığını söyledi. O günden sonra kendini bıraktı, dünyayla olan ilişkisini tamamen kesti. Ne kadar yaşayacağı konusunda hiçbir şey konuşmak istemiyordu. Tek söylediği seni üzmek istemediği ve bu yüzden asla ve asla sana bir şey söylenmemesiydi. Son zamanlarda durumu iyice ağırlaşmıştı. Artık söyledikleri bile anlaşılmıyordu ve nitekim 14 Nisan 1996’de öldü. Ölmeden önce kendini zorlayarak söylediği şey ise sana bir mektup yazdığı oldu. Ancak ben mektubu bir türlü bulamamıştım. Demek ki, hala seni gözetliyordu gittiği yerden ve o mektubu okuman için sana nasıl oldu bilmiyorum ama gözüktü bir şekilde. Böyle şeylere pek inanmam aslında ama, bunun başka bir açıklamasını göremiyorum.


Fulya derin derin iç çekerek ağlıyor, ağlarken ağzından “neden ?, neden o” diye sorular çıkıyordu. Ama Tanrı’nın emrine karşı gelinmeyeceğini de biliyordu. O gitmişti çoktan, artık yoktu. Yıllardır kendisini terk ettiği inancıyla yaşamak mı daha iyiydi yoksa böyle bir acı gerçekle yüzleşmek mi bilemiyordu. En iyisi mi onu anılarda en güzel bir şekilde hatırlamaktı. Tıpkı yıllardır yaptığı gibi bir hayalin peşinden kalkıp öğrendiği gerçek sayesinde, yine en güzel hayal olarak hatırlamak en doğrusuydu. Öyle yapacaktı. Bütün soru işaretlerinin karşılığı böylelikle cevaplarını bulmuştu. Artık ağlasa da , söylense de yersizdi. Önemli olan onun gittiği yerde huzurlu olmasıydı. Ve onu hayatının her anında en güzel şekilde sevgi dolu bakan gözleriyle ve kocaman yüreğiyle hatırlamaktı.



…SON …

MEHPARE ÖĞÜT
@ 2008

Arkadaşımla vedalaştım ve ona sana verilmek üzere bu mektubu teslim ettim. Sonuçta yaşamak kadar ölmek şansımda vardı. Ameliyathaneye giderken, seni bir kez daha görmek arzusu tüm benliğimi yakıyorken, bir daha görememe endişesi de içimi kemirip duruyordu. Ama şundan hep emin oldum. Seni büyük bir aşkla ölümüne sevdiğimden ve bu yeryüzünde senden başka kimseyi bir daha böylesine derinden sevemeyeceğimden.
Bu nedenle sana bu satırları yazdım ve umarım bana hiç ama hiç kızmazsın. Tek isteğim senin üzülmene engel olmaktı. Bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak eğer bir daha seninle yan yana, göz göze olamazsak bil ki, seni kalbimde götürüyorum ve gittiğim yerden her zaman seni koruyup kollayacağım. Şayet verilen ikinci bir şans olursa, bil ki işte o zaman seni hayatımın sonuna kadar yanımdan ayırmayacağım. Kendine iyi bak benim ıslak çimen gözlü sevgilim, kendine iyi bak. Seni seviyorum,

Yürekten sevgilerimle,
Hasan … ’


Mektubu bitirmişti ama, öğrendiği bu haber karşısında aklı karışmış, şaşkın ve üzgündü. Yıllarca onu, kendisini sevmediğini ve bu yüzden onu terk ettiği düşüncesiyle yaşamıştı. Oysa durum sandığının tam aksineydi. Böyle bir olayın onun başına gelebileceğini nerden bilebilirdi ki. Sürekli onu suçlayıp durmuştu. Niye ?, neden ? terk etti sorularını sormaktan asla vazgeçmemişti; ta ki bu zamane dek. Ve işte şimdi hayatın acımasız yüzünü ve kaderin ağlarını insanlar üzerine nasıl örebileceğini gördü. Beni seviyor, seviyormuş dedi içinden. Mektubu büyük bir titizlikle katladı, zarfın içine yerleştirdi ve göğsünün üzerine bastırarak gözlerini kapattı. Onu hayal etmeye çalıştı. İlk tanıştıkları anı, geçirdikleri günü ve onu son gördüğü anı. Sanki hiçbir şey yaşanmamışçasına Oturduğu yerden kalkarak odanın içindeki dolanmaya başladı. Ne kadar da çok kitap okumuştu. Tam karşısında gözüne çarpan kırmızı kaplı kitap ona yapancı değildi. Evet, bu kitap kendisinindi ve ona okuması için vermişti. Kitabın sayfaları arasında birkaç resim buldu. Gittikleri gölde ordan geçen bir çocuk çekmişti. O gün ne kadar da eğlenmişlerdi. Derin bir iç çekti. Odadan salona doğru çıktı. Şimdi ne yapmalıydı. Buradan nasıl çıkacaktı. Bir yolu olmalıydı ama ne. İşyerindekiler ve arkadaşları kim bilir nasıl da meraklanmışlardı. Bir kez daha kapıya doğru gitti. Kolu çevirdi ve açıldı.

-“Nasıl yani ?, Ama biraz önce o kadar uğraşmama rağmen açılmamıştı.”

Çıldırıyor muyum acaba diye düşünse de, bu sefer kapı gerçekten de açılmıştı. Bu olay karşısında ilginç demek sanırım yetersiz kalır. Salonda bıraktığı çantasını alarak koşar adımlarla evden çıktı ve bir taksiye atlayarak evine gitti. Saat zaten çok geç olduğundan işe gitmeyecekti. Yarına kadar makul bir bahane bulabilirim düşüncesiyle, kendini ilk iş olarak banyoya atmak oldu. Bu arada kafasından cevabını bekleyen yüzlerce soruyla boğuşuyordu. Telefonun sesiyle irkildi. Arayan kız arkadaşıydı.

- “Fulya, nerdesin sen ? sormadığım hastane, karakol kalmadı. Başına bir şey geldi sandım, nerdeydin söyler misin bana. İştekilerde merak etti ve hatta müdür bey bile. Seni o kadar çok merak etti ki, evine kadar şoförünü yollayıp kontrol bile ettirdi. Nerdeydin Fulya ? nerdeydin ? Söyle bana !

Fulya arkadaşının ardı arkası kesilmeyen sorularına bir karşılık vermeye çalışıyordu ama nafile. Sorularının sonunun geleceği yok gibiydi. Yorgun ve üzgün haliyle,

- Canım sonra görüşsek olur mu ? şu an kendimi iyi hissetmiyorum. Lütfen daha sonra ara olmaz mı ? O zaman sana her şeyi anlatırım, bütün merakını da gidermiş olurum.

Canciğer arkadaşı ile böyle konuşmak istemezdi ama o an ne konuşacak takati, ne de ruh hali buna müsait değildi. Yatağının içinde bir sağa, bir sola dönüyor, gözlerini kapatıp da uyumak bir türlü mümkün olmuyordu. Gözlerini her kapattığında onu görüyor, sanki yanındaymışçasına bir duygu tüm benliğini kaplıyordu…

Sabah, daha henüz yeni yeni ağarırken arka arkaya çalan kapı zilinden irkilerek kalktı yatağından. Sabahın köründe kimdi bu gelen. Bu saatte kimse gelmezdi. Kapının deliğinden baktığında önce kızıl bir saç ve sonra yeşil gözleri gördü. Ahh bu Yeşim’di. Kapıyı açtı hemen ve ;

- Allasen kuzum, sabah sabah rüyanda mı gördün beni, neden geldin ?
- İstemiyorsan gideyim Fulya, hem dün nerdeydin sen bana onun hesabını ver. Bu arada patrondan senin adına izin aldım. Bu kıyağımı da unutma.
- Patrondan izin mi aldın ! Off Allah’ım olamaz. Ne söyledin de aldın.
- Merak etme. Tamamen mantıklı bir bahane buldum o da hiç düşünmeden evet dedi ve hatta “sende izinlisin, git arkadaşına yardım et” demez mi, dünyalar benim oldu anlayacağın. Bu fırsat bir daha ele geçmez. O yüzden bak simit de aldım önce güzel bir kahvaltı yapıp ardından bana neler olduğunu anlatmaya ne dersin ??
- Sen delisin Yeşim, gerçekten delisin. Tamam, her şeyi anlatacağım sana.
- Söz mü !
- Söz, söz….


Fulya yaşadıklarının hepsini noktasından virgülüne kadar eksiksiz anlattı arkadaşına.


Yazan : Mehpare ÖĞÜT
2008
10 Eylül 1995



Ebedi Aşkım,

Sana bu mektubu yazıp yazmamayı çok düşündüm inan, ama sonunda yazmaya karar verdim. Bu satırları benim için yazmak ne kadar zor ise, okumakta senin için bir o kadar zor olacaktır eminim. Çünkü bu mektubu aldığında ben çoktan gitmiş olacağım. Biliyorum bana kızacaksın bu şimdi mi bildirilir diye ama, günlerdir ve hatta aylardır içimi kemiren ve sana nasıl anlatacağımı bir türlü bilemediğim ve içinde bulunduğum bu durum hakkında seçeceğim kelimelerin ne kadar özenli ve bir o kadar da seni incitmeyecek olması için kim bilir bu kaçıncı yazıp yazıp attığım ve sonunda bitirdiğim. Bilirsin ben başından beri öyle edebi kelimeler edemem ve beceremem de. Yani kalas adamın tekiyim ama sen beni bu halimle kabul ettin ve sevdin. Buna rağmen yine de bu satırlarda kullandığım cümleleri kurmak için inan çok uğraştım tatlım. Her neyse, sana bu mektubu yazıyorum çünkü, biraz önce de bahsettiğim gibi senden çok uzaklara gidiyorum daha doğrusu gitmek zorundayım. Bu benim isteğim değil inan !
Bu bana verilmiş hayat rolümde uymak zorunda olduğum bir kural ve bu kuralı bozmam mümkün değil. Belki bu yazdıklarımla anlatmak istediğimi anlayamamış olabilirsin. Bu yüzden sana acı vereceğini bile bile bu satırları yazmak benim içinde kolay değil ancak bunu senden saklamak sana karşı haksızlık olur. Bu yüzdende cesaret edip de yüzüne söyleyemeyeceğim bu gerçeği bu mektup sayesinde sana açıklamak istedim. Umarım bu yüzden bana gücenmez ve beni anlarsın.

Bir süre önce, bir arkadaşımla birlikte yemeğe çıkmıştık. Gerçi sen de tanıyorsun onu. Kemal, bizim iş yerinden. Yemek sonrası birkaç kadeh bir şeyler içip evimize döndük ancak ben eve girer girmez kendimde bir değişiklik fark ettim. Önce bunun geçici bir şey olduğunu ve içtiğim iki kadeh içkinin etkisinden dolayı düşündüm ancak, bir türlü geçmek bilmedi ve gecenin sabahında arkadaşımı arayarak beni bir doktora götürmesi için eşlik etmesini rica ettim. Sağ olsun, onun da liseden bir arkadaşı doktormuş ve beni ona götürdü. Muayene arkasından yaptırmam gereken tetkikleri verdi ve benden Beyin MR’ı istedi. Her ne kadar korkmuyorum desem de o an, hayatımda ilk kez ölmek korkusu kaplamıştı tüm benliğimi. Bütün tahlillerimizi aynı gün içerisinde yaptırarak, birkaç gün sonra çıkacak sonuçlarla birlikte tekrar doktora gitmek için ayrıldık. O gün işten izin almıştım. Eve gelip kendimi kanepenin üzerine boylu boyunca attım. Saatlerce gözümü kırpmadan tavandaki avizeyi seyrettim. Aklımdan geçen onca soruyu bir tarafa atmaya çalışsam da, “Ya kötü bir şey çıkarsa, ne yapacağım” demekten kendimi alamadım ve sonunda beynimi kemiren sorular eşliğinde uykuya dalmışım. Uyandığımda baş dönmem geçmişti ve kendimi her zamankinden çok daha iyi hissediyordum. O gün her zaman ki gibi günlük işlerimi yaptım. Hatta senin için bir de süprizim vardı. Birlikte gittiğimiz piknikte kaybettiğin kolye vardı ya, onu bulmuştum ve sana getirecektim ama kısmet olmadı. Çünkü eve geldiğimde tıpkı bir önce ki gön olduğu gibi baş dönmelerim başlamıştı. Bu seferkiler daha şiddetliydi. Oturduğum yerden kalkamayacak kadar hem de. Arkadaşımı aradım ve bana yardım etmesini istedim. Kısa sürede geldi beni hastaneye götürdü. Tekrar bir kontrol başka tetkikler vesaire. Sonuçta acı gerçek yüzümde şiddetli bir tokat gibi patladı. Doktor bana dönerek,

-Üzülerek söylüyorum ama, beyninizde ur var..

O andan itibaren söylenen hiçbir şeyi duymuyordum. Arkadaşımın, doktorun ve hemşire hanımın sesi kulağımda adeta yankılanıyor, yankılanıyordu. Kendime geldiğimde ertesi gün öğleden sonrası olmuştu çoktan. Bir sakinleştirici yapmışlar ve ancak kendime gelebilmiştim. Doktor bey beni ziyarete geldiğinde durumumla ilgili daha teferruatlı bilgi verdi. Ameliyat olmam gerektiğini ve bunun şart olduğunu söyledi. Yoksa, yoksa öleceğimden bahsetti. Ölmek, o an insanın kendine konduramadığı bir hastalığın pençesinde olduğunu bilmesi kadar korkunç bir şey yok inan. Ameliyat olmam gerekiyordu, olmazsam ölecektim. Nitekim olmasam bile gün gelip ölüm beni yakalayacaktı zaten. Sonunda ameliyat masasından kalkamamakta vardı. En sonunda olmaya karar verdim. Çünkü seninle olmak ve hayatımın geri kalan kısmını seninle yaşamak istiyordum. İkinci bir şansım olabilirdi ve ben bunu değerlendirmeliydim.
Tek bir şartım vardı o da, bu ameliyat olup bitene ve ben tamamen iyileşene dek sana söylenmeyecekti, söylemeyecektim. Çünkü senin üzülmeni, gözünden tek bir damla yaş dökmene dayanamazdım. Bu beynimdeki urun verdiği acıdan çok daha fazla acı verirdi bana.

Beklenen gün gelmiş, ameliyat önlüğünü giydirmişlerdi. Benim yanımda olan tek bir arkadaşım vardı. Onun desteği sayesinde kendimi daha güçlü hissediyordum ve bir de sana duyduğum ölümsüz aşk…


Yazan : Mehpare ÖĞÜT
2008
Neydi bu, bir tür şaka mı yoksa görmekten kurtulamadığı uzun bir rüya mıydı. Hayatının sonuna kadar burada kalmayacaktı herhalde. Mutlaka onu merak eden birileri arkadaşları dostları olacaktı. Hiç olmadı iş yerindekiler meraklanacaktı. Evin içinde bir o tarafa, bir bu tarafa gidip geliyordu ki, çalışma odasında masanın üstünde duran mektup geldi aklına. Hemen odaya gitti, masanın üstünde duran mektubu aldı; evirdi, çevirdi ve sonunda açmaya karar verdi. Mektup açacağıyla zarfın yan tarafından dikkatice açtı ve içinde ne olduğunu ve kimin tarafından kim için yazıldığını bilmediği mektubu büyük bir heyecanla açtı. Açmasıyla birlikte içinden düşen kolyenin kulaklarında bıraktığı ses ile irkildi. Yere eğilip kolyeyi aldığında gözleri adeta fal taşı gibi açılmış; nerdeyse küçük dilini yutacak gibiydi.
Islak çimen yeşili gözleri büyüdü, büyüdü; gözyaşlarıyla doldu ve yanaklarından süzülmeye başladı. Her saniye ağlamasının şiddeti artıyor, ne düşüneceğini bilemiyordu. Sanki üzerinde yıllardır taşıdığı ağır bir yükün altında ezilmişçesine hissederek, çalışma masasının hemen sağındaki kırmızı deri koltuğa oturdu. Gözleri kıpkırmızı bir halde elinde duran kolyeye bakmaya devam etti. Bu kolye yıllar öncesinden sevdiği adam tarafından kendisine doğum gününde hediye edilmiş olan kolyeydi. Onu büyük bir mutlulukla takmış, bir Pazar günü kasabanın 5 km uzağındaki ormanda yaptıkları piknikte kaybetmişti. Demek oluyordu ki, kolyeyi bulmuş ama kendisine vermemişti. Çünkü onu o piknikten sonra 2 kere görmüş ve bir daha da ona ulaşamamıştı. Aramadığı yer kalmamıştı. Şehirdeki tüm hastanelere, otellere sormuş soruşturmuş ve hatta kayıp ilanı bile vermişti Ancak kendisine ait hiçbir bilgiye ulaşamamıştı. O günden sonra da içine kapanmış ve uzunca bir süre kendisine gelememişti. Gelemezdi de !... Bir insan sevdiğini kaybedince, hele hele de bu insan evlenme teklifi eden insan olunca daha bir kötü oluyordu. Yürüdükleri tüm yollarda, attığı tüm adımlarda ve bütün köşe başlarında onun hatırası gözlerinin önüne geliyor, arkadan gördüğü her erkeği o sanıyordu. Bir ara arkadaşları ona psikolojik yardım almasını önermişlerse de O tepkisini “Ben deli değilim, sadece” diyen ve bitiremediği cümleler kuruyor ardından da saatlerce dinmeyen gözyaşlarına teslim oluyordu. Sonuçta onu kaybetmişti ve bu gerçeği er ya da geç kaybedecekti. Ne kadar zor olsa da bundan kaçış yoktu artık…
Elinin tersi ile gözyaşlarını sildi ve elinde duran mektubu araladı. Bu mektubu okuyup okumamaya bir türlü karar veremiyordu ama içinden bir ses “okumalısın” diyordu. Titreyen elleriyle mektubu sıkı sıkı tutuyor ve okumak için kendinde güç arıyordu. “Belki de bana ait değil bu mektup ve bu kolye. Sonuçta bu bir kolye ve başkasında da aynısından olması kadar doğal bir şey olamaz değil mi “ diye düşündü ama tüm düşünceleri bir anda uçup gitti. Çünkü bu kolye ona özel yapılmıştı ve bunun bir benzeri daha yoktu.
Sonunda mektubu okuyacaktı er geç ve uzatmanın bir anlamı da yoktu. Hayatında hiçbir şey için bu kadar heyecanlanmamıştı ve bu kadar merak etmemişti. Yıllar sonra belki de kendisine bırakılmış bir mesajdı ve gönderilememişti ya da yeni gönderilmek üzereydi. Hiçbir şey bilmiyordu ama belki de birazdan bir şeyler öğrenecekti. Yıllar sonra da olsa…


Yazan : Mehpare ÖĞÜT
2008
Gecenin bir yarısı yeniden ama bu sefer bir tıkırtıya uyandı. Yan tarafta ki oda da bir ışık yanıyordu. Evin sahibi geldi diye düşünerekten olduğu yerden kalktı ve odaya doğru yöneldi. Odada kimse yoktu. Ama daha önce kilitli olan odanın

kapısı ardına kadar açıktı. Merak ve endişe dolu gözlerle kapıya doğru yürümeye başladı ve sonra tüm cesaretiyle odaya girdi.
Kimsecikler yoktu. Çalışma masasının üstünde henüz açılmamış bir zarf ve mektup açacağı duruyordu. Küçük bir oda olmasına karşılık duvarlara özenle monte edilmiş boydan raflarda sayısız kitap, dergi ve hatta eski plaklar bulunmaktaydı. Plaklar o kadar eskiydi ki eski yılların en önemli sanatçılarına aitti. Birkaç kitabı karıştırdı, dergilere baktı ama aklı masanın üzerindeki mektupta kalmıştı.
‘Başkasına ait şeylere dokunmamalısın” dediğini duyar gibiydi ama, içindeki o merak duygusu onun “dokunmamalısın” emrini ortadan kaldırıyordu. Aslında doğruydu. Burası başkasının eviydi ve o mektup da bu evin sahibine aitti. Belli ki gönderilecekti ama sanırım ev sahibi unuttuğu için gönderilememişti.
En iyisi evine gitmekti. Evine gidip sıcak bir banyo yapıp iş saatine kadar dinlenmeliydi. Salona dönüp çantasını aldı ve yattığı yeri düzeltti. Son olarak da çalışma odasındaki elektriği kapatmak için geçmişti ki, az önce masanın üzerinde duran mektup yerinde yoktu. Biraz önce ordaydı halbuki. Ne olmuş olabilirdi ! Kaşla göz arasında nasıl kaybolabilirdi. Hem evde kendisinden başka kimse de yoktu. Yoksa aklının oynadığı bir oyun muydu bu. Hemen evden çıkması gerektiğini düşündü. Elektriği kapayarak kapıya doğru hızlı adımlarla yürüdü. Ancak kapı açılmıyordu. Ne kadar zorladıysa da bir türlü açılmıyordu. Neydi bu bir rüya mı, şaka mı, yoksa gerçekten de aklının oynadığı bir tür oyun mu ??
Hemen telefon etmeliydi, arkadaşına ya da en iyisi acil yardımı aramalıydı. Bilmiyordu, ne yapacağını, ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Telefon salonda olmalı diye düşündü. İşte orda küçük konsolun üzerinde duruyordu. Ahizeyi kaldırdı ama ses gelmiyordu. Telefon kapalıydı ya da bozuk herneyse. Anlaşılan ev sahibi gelene dek burada hapis olarak kalacaktı.
Sabah olmuş, güneş çoktan doğmuştu. Oturduğu yerde uyuyakalmış olacaktı ki, boynunda dayanılmaz bir ağrı vardı.
“Offf “diye iç geçirdi. “Nerden geldim ben buraya, keşke hiç gelmeseydim.”diyerek kalktı ayağa. Pencereleri açtı. İçeri dolan temiz hava ve baharın o güzelim çiçek kokusu bir anda odayı doldurdu.
Artık bu evden bir yolunu bulup gitmeliydi hemen.

Ama nasıl ? Kapı kilitli, telefonsa çalışmıyor !.
“Bir yolu olmalı, mutlaka olmalı” diye düşündü içinden...İşine yarayacak herhangi bir alet olup olmadığına baktı ama bulamadı. Mutfaktan aldığı bir bıçak yardımı ile kapıyı ne kadar zorladıysa da başarılı olamadı.


Yazan : Mehpare ÖĞÜT
2008
En son merdivenlere oturmuştu ve sonra üstüne düşen ağırlıkla birlikte uykuya teslim olmuştu. Bu neydi, bir rüyamı yoksa başka bir şey miydi ! Yattığı yer o kadar rahattı ki, bu kadar uzun süre uyumasına şaşmamak gerekirdi. Belli ki, burası evin salonuydu. Çok fazla büyük değildi ama, özenle döşendiği her halinden belliydi. Duvardaki tablolar ve yerdeki kırmızı halı, evin sahibinin zevk sahibi olduğunun en büyük kanıtıydı. Buna rağmen evin içine inceden inceye sızan ışığın dışında bir tek yan odadaki pencereden gelen aydınlık vuruyordu. Biraz daha yürüyerek ışığın geldiği odaya yöneldi. Burası da diğer oda gibi çok sade ama bir o kadar da güzel döşenmiş bir odaydı ve belli ki oturma odası olarak kullanılıyordu. Camın önünde ise maun renkte küçük bir yemek masası ve sandalyeleri yer alıyordu. Odanın hemen solunda ise bir kapı daha vardı. Keşfe çıkmış kaşifler gibi hissediyordu kendini ve her gördüğü yeni şey onda merak uyandırıyordu. Kapının koluna dokundu fakat kapı açılmıyordu. İkinci bir defa ve bu sefer daha güçlü bir şekilde bastırarak kapıyı açmaya çalıştı ama boşunaydı. Kapı kilitliydi. Peki ama neden bir tek bu kapı kilitliydi. Belki de eski eşyaların koyulduğu ve depo olarak kullanılan küçük bir odaydı sadece. Üstünde durulacak bir konu değildi ve evin diğer bölümlerini görmek istiyordu. Odadan çıktı ve tam karşıda ki kapıya yöneldi. Burası evin mutfağıydı. Çok büyük olmasa da oldukça şirin bir yere benziyordu. Genelde pembe rengin hakim olduğu mutfakta eksik bir şey yok gibiydi. Tertemizdi. Bu arada karnının acıktığını hissetmiş olmalı ki, etrafta yiyecek bir şeyler aradı. Buzdolabını açtı, çok fazla bir şey olmasa da kaşar peyniri ona göz kırpıyordu.

“Sanırım bekar birisi olmalı evin sahibi, yoksa dolap ağzına kadar dolu olurdu” diye düşündü.

Kaşar peynirinden büyükçe bir parça kesti ve yemeğe başladı. Eski olduğu tadından belliydi. Mutfaktan çıktı tekrar salona döndü. Koltuğa oturdu. Ne yapması gerekiyordu, gitmeli miydi yoksa kalmalıydı. Bir teşekkür etmesi gerekirdi sanırım ev sahibine. En azından onu merdivende uyumaktan kurtarmış ve rahat etmesi için de dışarı çıkmıştı. İnsanlara güveniyordu ki, onu evinde bırakmayı göze almıştı.
Aslında eve dönmesi gerekiyordu Vakit çok geç olmuştu. Ve o bu saatte asla dışarıda olmaktan hoşlanmayan biriydi. Biraz daha beklemekten bir şey çıkmazdı ve taksiye atlayıp evine gidebilirdi.
Başını koltuğa dayadı ve onu düşünerek yeniden uykuya daldı.
Yazan : Mehpare ÖĞÜT
2008
Image Hosted by ImageShack.us


Çıktığı merdiven basamaklarının her birinde nefes alıyor, aldıkça kalp atışlarının hızı artıyor, arttıkça heyecanlanıyordu. Aslında yorulan bacakları değil ruhuydu. Sanki kırk yıl birden yaşlanmışçasına yorgundu yüreği. Yıllardır görmüyordu. Şimdiye kadar nerde olduğunu bile bilmiyordu. Ta ki, en yakın arkadaşı söyleyene kadar. Ona kardeşinden bile yakın olan arkadaşı sayesinde onun izine ulaşmıştı ve işte yıllar sonra onu görecekti. Nasıldı acaba ? Hala eskisi gibimiydi. Yoksa kendisi gibi O’da yılların yorgunluğu ile mücadele etmekte miydi. Hiçbir şey bilmiyor ve hatta düşünmek bile istemiyordu. Tek isteği vardı o da, bir an önce onu görebilmek…

Son iki kat kalmıştı. Eskiden kalma yedi katlı binanın en üst katındaydı. Asansör vardı var olmasına ama, gözü hep korkmuştu binmekten. Ya asansörde kalırsam diye ve bu yüzden merdivenleri tercih ederdi hep. Neyse sonuncu kata gelmişti işte. Biraz sonra kapıyı çalacak ve karşısına geçip “Ben geldim” diyecekti. Diyebilecek miydi acaba ! Belki de onu gördüğüne sevinmeyecekti ve hatta niye geldin bile diyebilirdi. Olsun varsın, ne derse desin önemli olan tek gerçek vardı o da, yıllar sonra onu görecek olmasıydı. İçindeki heyecan gitgide artıyor, sanki kalbi dışarı fırlayacakmış gibi oluyordu.

İşte kapı tam karşısındaydı. O an kararsız bir şekilde zile doğru uzattı elini. Çalıp çalmama arasında gidip geliyordu. Geçmişe gidip geliyor, iç hesaplaşması yapıyor ama onu görme isteği ile bir türlü gerçekten ne istediğini bilmiyordu. En sonunda tüm cesaretini toplayarak zile bastı. O an düştü düşecek gibi sarsıldığını hissetti. Destek almak için sağ omzunu duvara yasladı. Açan yoktu kapıyı. Sonra tekrar bastı ve ardından bir kez daha. İçerden hiçbir ses gelmiyordu. Belki de dışarı bir iş için çıkmıştı ya da alışveriş yapmaya gitmişti. Hatta tatile bile gitmiş olabilirdi. Olabilirdi çünkü arkadaşı onu gördüm dediğinden bu yana nerdeyse dört gün geçmişti. Bu süre içerisinde de belki iş amaçlı belki de tatile gitmiş olabilirdi. Bütün ihtimaller bir yana bekleyecekti. Bunca yıldan sonra bulmuşken onu, bir kere olsun görmeden gitmek olmazdı. Çantasını altına alarak merdiven basamağına oturdu. “Ne kadar beklemem gerekiyorsa o kadar bekleyeceğim” diye yarı sesli, yarı sessiz mırıldandı içinden.
Merdivenin karşısındaki kırık camdan yüzüne doğru vuran akşam güneşi gözkapaklarını ağırlaştırmış, üzerine bir uyku hali çökmüştü. Ne kadar direndiyse de sonunda yenik düşmüştü. Saatler sonra gözlerini yavaş yavaş açtı, etrafına merak ve endişe dolu gözlerle baktı. Nerdeydi ? Burası onun evi değildi. Buraya nasıl gelmişti, hiçbir şey bilmiyor ve hatırlamıyordu.



Yazan : Mehpare ÖĞÜT
2008