YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAMDAN DAMLALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


"Yeryüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir..." diyor, büyük önder Atatürk...Kadının önemini idrak eden bir anlayışla...Kadın, kimi erkeğe göre şeytan, kimi erkeğe göre melektir...Böylesine tezat bir anlayış, kadının çok yönlülüğünden, dinamikliğinden, olaylara yön veren davranış sergilemesinden, anneliğinden, fiziki görünüm üstünlüğünden, etkileyiciliğinden ileri gelmektedir...Bu nedenle kadını öven de yeren de sözlerle karşılaşırsınız güzel sözler antolojilerinde...

Lev Tolstoy:" Kadın, öyle bir konudur ki onu ne kadar incelersen incele, her zaman yepyenidir..." diyor...Doğrudur...Kadın, sürekli kendini yenileyendir...Kadının olduğu her yerde, mutluluk kıvılcımları çakar; onları çok iyi anlayanlar bu kıvılcımları ateşe dönüştürür ve kadının yarattığı bu atmosferden de olumlu etkilenir...Kadına ön yargılı olumsuz bakanlardan nefret ederim...Daha olayın ne olduğunu anlamadan, dinlemeden kadını suçlarlar...Ben, bütün kalbimle inanarak söylüyorum ki, istisnalar dışında kadın, Tanrı'nın bize bahşettiği yaratılmışların en başında yer alır; sadece annelikleri bile, onların takdir edilmelerine yeterli bir nedendir...

Kadını hor gören, aşağılayan erkekler, önce kendilerine baksınlar...Türk Atasözü: "Erkekler vefakâr, kadınlar cefakâr olmalıdır..."diyor...Hangi erkek, kadınların cefakâr olmadığını söyleyebilir?.. Ama ben vefakâr olmayan yüzlerce erkek gösterebilirim hiç zorlanmadan...Kadınlarımız, baş tacı edilmelidir; yüceltilmelidir,onların sevgisinden, şefkatinden her zaman yararlanılmalıdır...

Kadın, öncelikle iyi bir evlattır...Kız çocuklarının evlendikten sonra bile ailesinden kopmaması, ilişkisi farklı bir konumda da olsa sürdürmesi hiç mi dikkatinizi çekmiyor?.. Kadın, iyi bir ev hanımıdır, evini çekip çeviren odur...Evin baş sorumlusudur...Kadın, evden bir nedenle ayrıldığı zaman, şaşkındır geride kalan ev halkı...Onun eksikliği hissedilir her an...Kadın iyi bir eştir...Eşine bağlıdır, yuvasına sahip çıkan bir anlayışa sahiptir...

Bir kaynakta okudum, hayretler içinde kaldım...Diyor ki bu kaynak: "Eşiniz ne yaparsa yapsın, "evimin direğidir" diyerek susacaksınız. Onun özgürlüğü limitsiz olacak, "han" dediği yerde hamam yapılacak, bir eli yağda ve diğeri nerede belli olmadan yaşamasına yardımcı olacaksınız..." Yok ya, daha neler!.. Kadını, erkeğin kulu kölesi yapmaya çalışan bu zihniyeti protesto ediyorum, kınıyorum...Olmaz böyle şey!..Bakınız ne diyor Goethe:"İyi bir karın mı olsun istiyorsun, öyleyse tam bir koca ol!" Haklı değil mi?.. Sen tam bir koca mı oldun da kadından bu beklentileri sıralıyorsun?..

Değerli dostlar!.. Kadının mutluluğu, öncelikle erkeklere sonsuz özgürlük veren, kadını ikinci sınıf itibarda gören zihniyetin tasfiyesiyle gerçekleşebilecektir...Bu zihniyetin tasfiyesi ise, kadın-erkek birlikte mücadele ile mümkün olabilecektir...Bütün bu olumlu değerlendirmelerin dışında kalan kadınların da varlığını yadsımıyorum; ama onların sayılarının geneli etkileyecek oranda olmadığını da çok iyi biliyorum...Kendilerini hor gören, ezen, değer vermeyen, sadece kadını kullanmaya meyilli erkeklerin peşinde koşan kadınlarımızı da anlayamadığımı özellikle belirtmek istiyorum...

Saygı duyduğum, olmazsa olmazlarımızdan gördüğüm, cefakâr kadınlarımıza selâm olsun!..

İyi ki varsınız!

Asım ERDOĞAN




“Ben senin, sevgilin, eşin, baban, ağabeyin, arkadaşınım…Biri bitse biri kalır…Seni hiç bırakmayacağım…” diyor Cemal Süreya…Bu söze hayran olmamak mümkün değil…Evlilik, bu duyguları yaşatıyorsa insana, kuşkusuz mutluluk verir, birlikteliğin tadına vardırır…Öyle ya!..Hem sevgili, hem eş, hem baba, hem ağabey hem de arkadaş olabilecek kaç tane koca vardır bu dünyada?..Bırakın bunların tamamını sadece kocalığı bile beceremeyen o kadar çok erkek var ki!..Eşini anlamayan ve aslında hiç evlenmemesi gereken kocalardır bunlar…Hem kendilerine hem de eşlerine eziyet ederler…Bağrışmalar, hakaretler, kavgalar daha önceki yalnız yaşamı özletir her iki kişiye de…Evlilik de bir ıstıraba dönüşür…Oysa kocalar, bütün bu istenilen duyguları yaşatabilselerdi sevgili eşlerine, kendileri de mutlu olacak ve bu mutluluktan çocuklar da nasiplerini alabileceklerdi…

Kim istemez böyle bir evliliği diyen kocaların haykırışlarını duyar gibiyim…Benim eşim, Cemal Süraya’nın eşi gibi değil ki ben ona bütün bu duyguları yaşatayım…O benim, eşim, annem, kız kardeşim, arkadaşım olamadı ki ben tarif edilen koca gibi olayım!..Doğrudur…Ben, bu sözü duyduğumda eşim de bana aynı duyguların dişi karakterlerini yaşatıyor diyebilmiştim…O halde evliliğin büyüsü işte burada…Jack Lemmon diyor ki:”Bir zamanlar erkeğin üstün olduğuna inanıyordum…Sonra evlendim…Karım bu inancımı tamamen yıktı…” Demek ki kocaların en sivri düşüncelerini bile ters yüz edebiliyor kadınlar… Elbette kocaların karakteristik yapısı da kadının başarısında etkin rol oynuyor…Nitekim şöyle diyor Williame Shakespeare:”İyi adamdan kötü koca olmaz!..” Ne kadar doğru bir söz…O halde kadının başarısı, kocasının iyi adam olup olmamasıyla da yakından ilintili…İyi kadın, iyi adam…Mutlu evliliğin ilk adımı bu olsa gerek…

Mutlu erkeklerin ve kadınların evlilik kurumuna olumlu baktıkları bilinen bir gerçek…Mutlu bir yuvada çocukların da mutlu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz…Aldatmaların da en alt düzeyde olduğu bu tür evliliklerde hem erkek hem de kadın, yakın çevresindeki herkesi olumlu etkiler…Çünkü onlar aynı zamanda iyi bir baba, iyi bir anne, iyi bir kayınpeder, iyi bir kayınvalide, iyi bir anneanne, iyi bir babaanne, iyi bir dede olurlar…Sözlerim yanlış anlaşılmasın!..Boşanmış eşlerde de iyi bir baba, iyi bir anne vb. elbette olur ve biz bunları yaşayarak görebiliriz…Ancak, geri plandaki aile tablosu ne yazık ki istenilen biçimde olmaz!..

Bir arkadaşım anlatıyor:”Ben eşimle birlikte bir yere gidemedim…Örneğin köpeği birlikte gezdirmeye gidelim dediğimde, ne gereği var, mademki sen gidiyorsun, ben niye gideyim, der bana…Oysa ben onunla birlikte yürümek, konuşmak, dertleşmek için isterim bunu…Beni hiç anlamaz!..” Bu duruma üzülmemek mümkün mü?..Eşle birlikte olmanın nasıl bir duygu olduğunu eğer anlayamıyorsa bir erkek, evlilik neye yarar?..El ele tutuşmak, birlikte yürümek, birlikte alışveriş yapmak, birlikte şarkı söylemek, birlikte film izlemek, birlikte bir geziye çıkmak, birlikte yaşlanmak ne güzel bir duygudur, bunu yaşayabilene, tadını alabilene!..

Muzaffer İzgü şöyle diyor:”Ben, hayatta en çok eşimi sevdim…” Can Yücel’in “Ben hayatta en çok babamı sevdim..” sözüne nazire olarak… Bu sözün içinde anne sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi var, hem de coşkulu bir şekilde… Ne güzel bir şey bu sözü hissederek söyleyebilmek!..

Son söz Drusus’tan” İnsan hayatının en önemli olayı iyi bir eş seçimidir…” 

Asıl püf noktası bu olsa gerek… 

Asım ERDOĞAN






Elimde bir bardak çayla oturdum pencere kenarına…Geleni geçeni izliyorum, geçmiş günleri anımsayarak…İnsanların kimi koşarak, kimi kısa adımlarla aheste ilerliyor taşları oynayan kaldırımda…Yorgun ve uykusuz dolmuş durağına giden bu insanların acaba ne sıkıntıları, ne dertleri var? Sağlıklılar mı hastalar mı hiç bilmiyorum durumlarını…Aşk acısı ile kavrulup yüreği yaralanmış kaç kişi geçti acaba evimin önünden?..Sevdiğine sevdiğini söyleyemeden ömrünü tüketen var mı acaba aralarında?..Merak eden sorgulayan bakışlarla izliyorum onları…Bir yudum çay eşliğinde, yaralı gönülleri düşünüyorum, acılarını, ıstıraplarını tahayyül ediyorum…Üzülüyorum…Yaralı gönüllerin tedavisinin mümkün olmadığını, zaman içinde kabuk bağlayan yaranın, en küçük bir uyarıcıyla yeniden depreşiverdiğini biliyorum…Hepimizi biliyoruz ki: Seven asla unutmuyor, unutamıyor…

Hava, açık; ama serin…Ne de olsa kış aylarındayız…Atkısıyla yüzünü tamamen kapatmış, sadece gözleri açık kadınların telaşlı yürüyüşleri sürerken, birden apartman kapımıza hızla dalan bir kadınla bir erkek görüyorum…Şaşkınım…Erkek, bayanın kolundan tutmuş sertçe çekiştiriyor…Konuşmalarını duymuyorum; ama belli ki hakaret de ediyor…Doğruluyorum penceremde, tam camı açmak üzereyken, erkek beni görüyor ve hızla ayrılıyor apartmanımızdan…Biraz eğilip baktığımda kadının ağladığını görüyorum…Nedir bu sabah sabah?..Dertleri ne acaba?..Bir süre sonra kadın da ayrılıyor giriş kapımızın önünden…Onlar ayrılıyor ayrılmasına da beni bir düşüncedir alıyor…Sevgili iseler, nedir bu sokak ortası rezaleti?..Evli iseler hiç yakışır mı onlara bu davranış?..Daha nelere tanık olacağız acaba, diyerek, geçmiş günlerin aşklarını düşünüyorum iç geçirerek…O temiz, tertemiz aşkları…

Yıllar önce Hacettepe Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi aldım…Bu eğitim sırasında tanık olduğum aşkı ve bu aşk nedeniyle gönül yarası alan bir arkadaşımın öyküsünü aktaracağım sizlere…Bu öyle bir aşk ki dillere destan denilir türden…Aşk yarası da o ölçüde büyük…Karmaşık ve bir hayli de etkileyici…Ayhan ve Ceyda Kurtuluş’ta oturdukları için derslere birlikte gelirler, dersten sonra da eve yine birlikte dönerlerdi…Zaman içinde Ayhan Ceyda’ya ilgi duymaya başladı…Ceyda’nın bundan haberi yoktu… Biz arkadaşları bu ilgiyi fark ediyor ve Ayhan’ın Ceyda’ya aşkını itiraf etmesini bekliyorduk…Bir gün sohbet sırasında hiç tanımadığımız bir genç geldi masamıza…Ceyda gülümseyerek ayağa kalktı ve ona belinden sarılarak bizlerle tanıştırdı…Halasının oğlu Remzi idi bu kişi…Akrabası olduğu için kimse başka türlü yorumlamadı Ceyda’nın ilgisini…Zaman içinde Ceyda’nın eski neşesini kaybettiği, yüzü asık ve moralsiz dolaştığı görüldü…Ayhan, ona yardımcı olmaya çalışıyor;ancak istediği sonucu alamıyordu…Bu arada Ayhan’ın Ceyda’ya olan aşkı da büyüyor, kabına sığamaz hale geliyordu…
Bir gün Ceyda bana açıldı ve halasının oğlu Remzi’ye aşık olduğunu, onun da kendisini çok sevdiğini ancak öteden beri süren husumet nedeniyle ailelerin bu aşka karşı çıktığını söyledi…Ayhan adına çok üzüldüm…Ona anlatmalıydım Ceyda’nın gerçek aşkını…Okulun kantininde karşılaştım Ayhan’la…Münasip bir dille olayı aktardım…Çok üzüldü Ayhan!..

Yıkıldı adeta…Ceyda’nın onu çok sevdiğini öğrenmesini ve üzüntüsünün belli olmasını istemiyordu artık!.. Yine birlikte okula gelip gitmeye devam ettiler…Remzi’nin ve Ceyda’nın ailelerine rağmen aşkları da sürüyordu…Öyle seviyorlardı ki birbirlerini…Gizlice evlenmeye karar verdiler…Nitekim kısa sürede bu kararı eyleme dönüştürüp evlendiler…Ayhan artık Ceyda’yı kaybetmişti…Gönül yarası almıştı…Ağlıyor, kahroluyordu…

Mutlu bir evlilikleri oldu Remzi ve Ceyda’nın…Okula yakın olması nedeniyle Ceyda’nın öğrenci iken tuttuğu evde evlilik yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler…Bir yıl sonra, Ayhan ve Ceyda yine bir akşam eve dönerken karanlık bir bölgede Ceyda’nın erkek kardeşi elinde silahla karşılarına dikildi…Şaşkındı Ayhan!..Aniden ateşlendi silah ve Ceyda yere yıkıldı…Ceyda’nın kardeşi koşarak kaçarken, Ceyda, son nefesini Ayhan’ın kollarında verdi…

Ayhan, bu inanılmaz olayı unutamadı…Gönül yarası hep kanadı durdu…Yaptığı evlilik ve iki çocuğun mutluluğu da bu yarayı tedavi edemedi…Ceyda’nın mezarını sık ziyaret edenlerden biri oldu Ayhan!..Gözyaşlarını onun toprağına akıtarak…

Gönül yarası olan herkese bu yaşanmış öyküyü ithaf ediyorum…

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN





Kasım ayı geldi yine…Sonbahar tüm güzelliğiyle hüzün melodileri söylüyor bize…Dökülen yapraklar, içimizden kopup fırlayan anılarımızı simgeliyor…Sevmem sonbaharı…Ayaklarımın altında çıtırdayan yapraklar, sonbahar şarkılarını anımsatır bana…”Düşen bir yaprak görürsen, beni hatırla demiştin/Biliyorsun seni ben, sonbaharda sevmiştim” diyen Yıldırım Gürses’i, Seninle bir sonbahar mevsimiydi tanıştık/Sanki birbirimizi yıllarca aramıştık/Düşmeden el diline mesut günler yaşadık/Yabancı olduk şimdi, yazık birbirimize/İstersen gel dönelim, eski günlerimize” diyen Nesrin Sipahi’yi canlandırırım gözümde…Gözlerim nemlenir…Nedense ayrılıkları, ölümleri, acıları, sıkıntıları bir film şeriti gibi gözlerimin önünden geçirir sonbahar…Oysa bilirim, bugün o yapraklarını döken ağaçlar, ilkbaharda yeniden hayat bulacak, dallarına su yürüyecek, kokulu çiçekler açacak, moral verecek her birimize…Teselli etmez bu beni…Kimler görebilecek acaba o güzelim yeni baharı?..Bilebilir miyiz?..Hafiften başlayan hüzün tüm benliğimi sarıverir birdenbire…Sararmış, kurumuş yapraklar, rüzgarla savrulurlar sağa sola… Çöpçülerin, o sararmış, kurumuş yaprakları toplayıp plastik torbalara doldurması, geriye dönüşü olmayan bir yolculuğu dikte eder bana…Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirini mırıldanırım o an dize dize…Ölümün soğuk yüzünü hissederim…

Madalyonun öbür yüzü, çok farklıdır…Bayılırım sonbahar manzarasına…Renk cümbüşü, hüzünlenen yüreğimi hoplatır yerinden adeta…Kırmızı, yeşil, sarı, kahverengi, kızıl her renk öyle ahenklidir ki sonbaharda…Doğanın vedasına, şapka çıkarırım…Hele bir göl görüntüsü de eşlik etmişse bu manzaraya, doyamazsınız hazzına…Elimde fotoğraf makinesi, koşarım bir manzaradan diğer bir manzaraya…Sonbahar manzarası, kasım aşklarını da körükler…”Kasımda Aşk Başkadır” filmini bilirsiniz…Konusu şöyledir: “Nelson Moss (Keanu Reeves) yaşamını işine adamış tipik bir iş adamıdır…Bir ehliyet sınavında Sara(Charlize Theron) ile tanışır…Sara her ay evini ve kalbini problemli bir adamla paylaşır…Sara, Nelson’a 1 ay boyunca onunla yaşamasını teklif eder(Kasım ayı boyunca)...Nelson teklifi kabul eder ve aynı evde yaşamaya başlarlar; ama birbirlerine aşık olurlar…Bu hesapta yoktur…Sara, hayatında ilk kez bir erkeğe aşık olmuştur ve aslında kendisi kanserdir; fakat bunu Nelson’la paylaşmaz…Nelson Sara’nn kanser olduğunu öğrendiğinde, Sara, Nelson’dan ayrılmak ister...Nelson bu ayrılığa karşı çıksa da olaylar Sara ile ayrılması sonucunu doğurur…” Duygusal bir filmdir, “Kasım’da Aşk Başkadır” filmi…Bu filmi anımsarım, her sonbahar manzarasını izlemeye başladığımda…

Karamsarlık ya da mutluluk seçeneği karşınızda durur sonbahar mevsiminde…Ben, her yılın kasım ayında yaşarım bu ikilemi…Çünkü hüznün ve coşkunun harmanlanmasıdır sonbahar…Bir yanıyla hüzün verir, diğer yanıyla yüreği hareketlendirir, coşturur…Sonbahar, kuru, ruhsuz ağaçları, beklenilen soğuk havaları, kısalan günleri, koşuşturmaları, sıkıntıları, ister istemez anımsatır… Suratlarımız asılır, morallerimiz bozulur…Oysa kış da güzel bir mevsimdir…Kim sevmez kar yağışını ve o muhteşem kar manzarasını?..Öyle değil mi?..Önemli olan, her mevsime ikinci yüzüyle güzel yüzüyle bakabilmek, bunu başarabilmek…

O nedenle, sonbaharın ikinci yüzünü yani güzel yüzünü görmekte yarar var…Doyasıya yaşamalı tüm insanlar, sonbahar manzarasının hazzını…O halde, bırakınız lütfen, yüreğinize baskılamayı…Ayaklarınızın altında bastıkça çıtırdayan kurumuş yapraklar, bir melodi fısıldıyor gibi gelsin size…Parçalanmış bulutların arasında eskisi gibi güçlü olmayan güneşin batışı manzarası, sevgi dağarcığınızı artırsın yüreğinizde…Sonbaharın tüm renkleri ılık ılık aksın içinize…Aşık olun yeniden, eşinize, sevgilinize…Okşayın onların ruhlarını…Sonbaharın
coşkusunu yaşayın!..

İşte o zaman muhteşem yüzünü gösterecek size sonbahar!..


Asım ERDOĞAN





Kilit taşıyla döşenmiş virajlı bir yolda ilerliyoruz… Otomobilin açık camından içeriye nefis çiçek kokuları giriyor ve derin nefes alarak bu güzel mis gibi kokuları ciğerlerimize dolduruyoruz…Elimizde bir krokiyle ilerliyoruz…Çok site var bu bölgede…Kocaman demir kapıları hemen dikkati çekiyor…Her sitenin bir güvenlik birimi mevcut…Yanlış bir yola girmeyelim düşüncesiyle bu güvenlik birimlerinden birine elimizdeki adresi soruyoruz…Neyse ki doğru yolda olduğumuzu ve 2 kilometre sonra adrese ulaşacağımızı söylüyorlar…İçimiz ferahlıyor ve site binalarına hayran hayran bakarak 2 kilometre kadar gidiyoruz…Eşim, “İşte burası!..” diyor, krokiye tekrar bakarak…Site giriş kapısı tam karşımızda artık…Güvenlik bizi durduruyor…Telefon görüşmelerinden sonra içeriye girmemize izin veriliyor…Binalar A-B-C-D blokları şeklinde dizilmiş…Biz C bloğa doğru ilerliyoruz…Bina giriş kapısına ulaşıyoruz…Ev sahibi kapıdan girebilmemiz için gerekli şifreyi telefon ile bize iletiyor ve ancak bu şekilde içeriye girebiliyoruz…

Çıkacağımız 8.kat düğmesine asansörde basıp beklemeye başlıyoruz…Asansör kapısı açılıyor ve ev sahibinin daire kapısı açık bizi beklediğini görüyoruz…Kısa süren hoş geldiniz merasiminden sonra daireye giriyoruz…Öyle güzel bir daire ki bu gördüğümüz, şaşkınlığımızı belli etmeden salona doğru ilerliyoruz…Aman Tanrım!..Burası bir daire değil saray yavrusu…Salon kocaman ve mükemmel bir şömine ile hepimizi büyülüyor adeta…Salon penceresi enfes bir manzaraya açılıyor…Boğaz ayaklarınızın altında…Balkon sanki teras büyüklüğünde…Çiçeklerle bezenmiş…Sallanır koltuklar konulmuş…Tam bir dinlenme yeri…Boğaz manzarası harika!..Birbirimize bakıyoruz, gözlerimizle konuşarak…

Ev içinde hizmet eden bir görevli bayan geliyor saygılı bir selamlama ile…Bize ikram edecekleri yiyecek ve içecek çeşitlerini sorup ayrılıyor salondan…Çok şık giyinmiş bu bayan için hizmetçi tanımlamasını kullanamıyoruz haliyle…Tedirgin oturuyoruz…Resmi bir hava kol geziyor evin içinde…Bir ara şoför geliyor ve evin şımarık kızını alışveriş için götürmek üzere salondan da görülen giriş kapısında bekliyor…Kız eşyalarını otomobile götürmesi için ona veriyor ve şoför de selam vererek hızla çıkıyor açık kapıdan…Kız babasını ve annesini öpüp bize de belli belirsiz bir selam verdikten sonra ayrılıyor aramızdan…

Kaç odalı diye soruyorum bir ara…7 odalı olduğunu öğreniyorum…Merak etmiyor değiliz; ama ev sahibinden ev görmek ister misiniz teklifi gelmediğinden, sadece tasavvur ediyoruz bu 7 odayı…Dairenin içinde özel bir havuzun da olduğunu öğreniyoruz bir ara…Vay beee!..diyoruz içimizden…Ev sahibiyle ve hanımefendiyle ne konuştuğumuzu tam hatırlamıyorum…Bir şeyler sordu ev sahibi bize, biz de yanıtlar verdik otomatik…O kadar...Aklımız fikrimiz evin dekorasyonunda ve bize olağanüstü gelen büyüklüğünde…

İzin isteyip ayrılıyoruz evden, pardon saraydan…Yol boyunca bu sarayı konuşuyoruz…İçindekiler ne şanslı diyoruz…Dişimizden tırnağımızdan ayırarak zar zor sahip olduğumuz evimiz geliyor aklımıza…Nasıl kazanılabiliyor bu kadar para?..Aklımız almıyor…

Ankara’nın gecekondu bölgelerini bilirsiniz…Derme çatma evlerden oluşur…Çatıları eğretidir, kiremitler uçmasın diye üzerlerine ağır taşlar konulur…Otomobilimizle ilerliyoruz dar sokaklardan…Çocuklar bağıra çağıra oyun oynuyorlar…Adresi soruyoruz bir eve…Yarım yamalak anlatıyor bize…Sağa dön, oradan tekrar sola dön ve düz ilerle…Dediğini uyguluyoruz…23 numaralı ev görünüyor nihayet…Park edecek bir yer bulamıyoruz…Evin penceresine teğet bir biçimde yanaştırıyoruz otomobili…Sokağın çocukları sarıyor etrafımızı…”Biz o teyzeyi çok severiz!..” diyorlar…Gülümseyerek ilerliyoruz eve doğru…Kapı demeye bin şahit ister…Öyle kötü ki…Tokmağına vuruyoruz…Gıcırdayarak açılıyor kapı…Nur yüzlü teyze karşılıyor bizi…Evin içi çok karanlık…Dışarının bol ışığından sonra gözlerimiz etrafı göremiyor bir müddet!..Bir sedir, pencerede iki saksıda fesleğen var… Pencere camlarından biri kırık, mutfak bölümü hemen kenarda yıkılacak gibi duran bir tezgah ve onun üstünde birkaç raflı bir dolaptan ibaret…Yanda bir oda daha var; ama o odanın kışın damının aktığını söylüyor ve bu yüzden hep burada oturmak zorunda kaldığını söylüyor, bu temiz yüzlü teyzemiz…

Birer bardak çayını içiyor ve ayrılıyoruz evden…İçimiz acıyor…Oğlu lüks içinde yaşarken annenin bu perişan durumu, “Nasıl bir dünya düzeni bu!..” dedirtiyor bize…

Evet!.. boğaza nazır o saray yavrusunda oturan beyefendi, bu köhne, yıkılacak gibi duran gecekonduda oturan annenin öz evladı… Yanlış okunmadınız, öz evladı…

Yorum sizin!


Asım ERDOĞAN





Hiç kimseyle görüşmek istemediğiniz özel dönemleriniz olmuştur…Öyle bir dönemdir ki o…Telefona bile yanıt vermek istemezsiniz…Canınız istemez, sohbet etmeyi…İçiniz buruktur çünkü…Boş boş bakarsınız etrafa…Gönül yorgunluğu diyoruz biz buna…Vücut yorgunluğundan daha yıpratıcı, daha etkileyici bir sıkıntı…İyi niyetli uyarıların bile acıttığı, tahammül gösterilmediği hatta zaman zaman hırçın davranıldığı anlardır o özel dönemler…Anlayışlı olursa dostlarınız, sorun geçicidir, bir süre sonra kendiliğinden sona erer…Tersi durum söz konusuysa, kırılanlar, alınanlar ve küsenlerle uğraşmak zorunda kalırsınız daha sonraki günlerde…


Geçen hafta benim de öyle özel bir dönemim oldu…Kimseyle görüşmek istemedim, telefonlara yanıt vermedim, inzivaya çekildim bir anlamda…Koca Tevfik Fikret’in Aşiyan’ı geldi aklıma…Keşke benim de bir Aşiyanım olsa…Kimselerin rahatsız edemeyeceği, o özel dönemde yalnız kalabileceğim bir mekan…Ne iyi olurdu; ama yok ne yazık ki!..Neden inzivaya çekilmek istediğimi hiç sormayın…Gönül yorgunluğu deyip geçelim…Her sorunun çözümü için adres sizseniz eğer, bunalıyorsunuz…Haydi koştur oraya, haydi koştur buraya…”Aaa bak!..O işi de bu arada görüversen!..” “Aman gitmişken, Filana da uğra…” sözleri gönül yorgunluğunun fitilini ateşliyor hemen…Beklediğiniz sevgiyi, ilgiyi, teşekkürü göremediğiniz anda, manen yıkılıyorsunuz…Sizi hiç aramayanlar, beni niçin aramıyorsun, diyebiliyor, size hiç yardım etmeyenler, bana neden yardımcı olmuyorsun diyebiliyor, sizden uzaklaşanlar, benden niye uzaklaştın diyebiliyor…Akıl sır erdiremiyorsunuz olan bitene…Ben, bu tabloda gösterilen gibi değilim, fedakârca koşturduğum halde neden taktir edilmiyorum, diyor, üzülüyorsunuz… Siyasetin çirkin yüzünü görüyorsunuz…Dış güçlerin emelleri rahatsız ediyor sizi…Yorgun gönlünüz esir alıyor bedeninizi…

Gönül yorgunluğuna depresyon diyor doktorlar…Bence Anadolu tabiri gönül yorgunluğu her zaman depresyonla açıklanamaz…Gelip geçici, sadece kısa bir dönem süren gönül yorgunlukları da var…Hepimizde ara sıra görülen…Düşünebiliyor musunuz?..Art arda dördüncü ilişkisi de hayal kırıklığıyla sonuçlanan bir kişinin gönül yorgunluğu normal değil mi sizce de?.. Kuşkusuz bu durum, beşinci ilişkiyi aramasına engel değildir; ama yorgun düşen gönlün, bedeni sarsması kaçınılmazdır…Bilgi arttıkça gönül yorgunluğu da artıyor ona paralel…Siyasetteki çalkantılar, ülkenin içine düştüğü ekonomik sıkıntılar, cinayetler, trafik kazaları, vurdum duymaz siyasetçiler vb… gönül yorgunluğunun yükünü artırıyor…Bilgeye sormuşlar en mutlu insan kimdir, diye…Dağdaki çobanı işaret etmiş Bilge... Neden diye sormuşlar, hemen… Çünkü demiş insan bildikleriyle yaşar, onun bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı... Kendisini mutsuz edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil…Doğrudur…Bakıyorum da liseli gençlere, çok rahatlar…Bilmedikleri için rahatlar…Ergenlik sorunları ile boğuşuyorlar, okul, dershane, flört ekseninde yaşam çizgileri…Öğrendikçe görüyorlar, ülkenin durumunu, adaletsizliği, yozlaşmayı, yalanı dolanı, rantı, rüşveti, soygunculuğu…Başlıyor gönül yorgunluğu…

Sizler de gönül yorgunluğu yaşıyor musunuz?..Evet yaşıyoruz, dediğinizi duyar gibiyim…

Duygusal insanların her an yaşayabileceği bir durum gönül yorgunluğu…Bir ömür sürmemesi dileğiyle…

Özdemir Asaf’ın şiiriyle tamamlayayım yazımı…Şiirin adı: Çağrışımlar… 

Çok küçük bir yalanı 
Çok büyük bir orantıda 
Dinlediniz mi? 
Çok büyük bir yalanı 
Çok yalın bir doğrultuda 
Söylediniz mi? 
Gecikmiş bir gizlemi, 
Birikmiş bir özlemi 
Sakladınız mı? 
Gelmeyecek bir gideni, 
Olmayacak bir nedeni 
Beklediniz mi? 
Bir gerçeği erken, 
Bir açlığı tokken 
Anladınız mı? 
Hep mi hep ölecekmiş gibi, 
Hiç mi hiç ölmeyecekmiş gibi 
Yaşadınız mı? 
Yalanı sürmeye sürmeye, 
Yanlışı görmeye görmeye 
Saklandınız mı? 
Doğruluğun yönünde, 
Doğruların önünde 
Aklandınız mı? 
Ortamsız bir yaşamda, 
Yaşamsız bir ortamda 
Harcandınız mı? 

Asım ERDOĞAN






Sabahın erken saatleri…Gün henüz ağarıyor…Hoş bir loşluk kaplamış her yeri…Sessizce yatağımdan kalktım…Ev içi adımlarıma dikkat ederek balkona çıktım…Balkonumuz camla kaplı…Pencereyi açtım ve derin derin soludum havayı…Dışarıda in cin top oynuyor, kimseler yok…Oradan oraya uçuşan kuşların cıvıltısından başka herhangi bir ses de duyulmuyor…Binalar taş yığını gibi…İnsanlar uykuda…Bahçe dingin…Çiçekler arasında olmak istedim birden…Onları okşamak, koklamak geldi içimden…Yumuşak adımlarla çıkış kapısına doğru ilerledim…Eşim ve kızım da uykuda…Onları uyandırmadan sessizce süzüldüm dışarı…Apartman kapısı her zaman sesli kapanır…Bunu bildiğim için usulca kapattım kapıyı…Bahçe beni bekliyordu…Adımlarımı attıkça sabahın serinliği yüzümü okşuyordu adeta…Bahçenin tam ortasında durdum…Ne kadar güzel görünüyordu çiçekler…Çimlere basa basa dolaştım bahçeyi…Doğa ile baş başaydım…Huzur doldurdu oluk oluk yüreğimi…Yaşıyordum, sağlıklıydım ve mutluydum…

Yaşama sevinci yaşam kalitesine de bağlı kuşkusuz…Geçim sıkıntısı içinde olan ya da herhangi bir sağlık sorunu yaşayan bir insanın bahçenin ortasında benim duyduğum huzuru duyması ya da aynı keyfi alması beklenemez…Ama sağlıklı ve ekonomik sıkıntısı olmadığı halde mutsuz olan o kadar çok kişi var ki…Özellikle sözüm onlara…Ne istiyorsunuz?..Niçin bu hayatı kendinize zindan ediyorsunuz?..Yazık değil mi size, ailenize ve yakın dostlarınıza?..Yakınınızdaki bir moral bozukluğunun domino taşı gibi sizi de etkileyeceğini niçin hesaba katmıyorsunuz?..Unutmayın!..Siz sevgi dolu iseniz enerjinizle ihya olur sevdikleriniz…Hep taktir etmişimdir bu tür insanları…Onların hiç mi sorunları yok?..Elbette var; ama yaşama sevinci ile dolu yürekleri, sorunlarını çözmede en büyük katkıyı sağlıyor onlara…

Öğretmenliğe yeni başladığım yıllarda, okuldaki öğretmen arkadaşlarım, daha önce aynı okuldan emekli olmuş öğretmen çiftin evlerine konuk olacaklarını söylediler…Emekli öğretmenlerden biri Türkçe öğretmeniydi…Deneyimlerinden yararlanırım düşüncesiyle ben de katılmak istedim…Olumlu yanıt aldım ve hep beraber Cebeci’de bir teras katında oturan çifti ziyarete gittik…Çiçeklerle donatılmış teras balkonuna aldılar bizi…Öyle güzeldi ki atmosfer…Hayran kaldım…Öteden beri teras katlarını sevmişimdir…Çünkü bahçe ihtiyacınızı da giderebiliyorsunuz geniş balkonunda…Manzara da genelde güzel olur bu katlarda…Sohbet ilerledi ve Hulusi öğretmen benim Türkçe öğretmeni olduğumu öğrenince çalışma odasına götürdü beni…Odanın dört bir yanı kitaplarla çevriliydi…Bir kenarda duran küçük bir masa ve onun üzerinde daktilo makinesi vardı…Kitaplarına göz gezdirdim…Bütün klasik romanlar, İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı vb…şeklinde tasnif edilmişti…Yazarlardan konuştuk…Romanlardan konuştuk…Beni çok mutlu eden sohbetin bir yerinde yaşama sevincinden söz etti Hulusi öğretmen!..Yaşama sevincini yok ettiği annesinden söz etti uzun uzun…Gözleri buğulandı…

Hulusi öğretmen, evlenmeden önce, henüz üniversitede okurken annesiyle tartışmış ve evi terk etmiş…Zaten kalp hastası olan annesi, ayrılık acısına fazla dayanamamış ve vefat etmiş…Hulusi öğretmen cenazeye de gitmemiş, mezarının nerede olduğunu bile öğrenmemiş…Yalnız kalan babası, kısa bir süre sonra yeniden evlenmiş…Durum böyle olunca, artık baba evine hiç uğramamış Hulusi öğretmen!..Günün birinde bir mektup gelmiş Hulusi öğretmene…Annesi tarafından yazılmış bir mektup…Babası ona göndermiş bu mektubu…Mektupta yazılanları okudukça ağlamış Hulusi öğretmen!..Yüreği dağlanmış…”Ne vardı mektupta?” diye sordum, Hulusi öğretmene…Mektubu sakladığı kutudan çıkardı ve bana uzattı… “Yüksek sesle oku!..”dedi…Şunlar yazılıydı mektupta:“Sevgili yavrum!..Artık dayanamıyorum senin yokluğuna…Kahroluyorum…Sen benim yaşam kaynağımdın…Yaşama sevincimdin…Gittin ve ben de yitirdim içimdeki bu sevinci…Öleceğimi hissediyorum…Bu mektubu da sana ölmeden önce son defa yazıyorum…Mutlu ol yavrum!..” Mektupta kurumuş göz yaşlarının izleri de vardı…Üzüldüm ve usulca masaya bıraktım mektubu…Hulusi öğretmen, annesinin yaşama sevincini söndürmüş ve bir anlamda ölümüne neden olmuştu…Vicdan azabı kıvrandırıyordu onu…Pişmandı; ama o anda yapabileceği hiçbir şey de yoktu…

Yaşama sevincinizi yüreğinizden eksiltmeyiniz…Kim bilir belki de siz, sizi çok seven bir kişinin yaşama sevincisinizdir…



Asım ERDOĞAN


Hüznün, penceresini ağır ağır araladığı bir aydır Eylül...
Yaza vedanın içi burkan, ruhu da sarartan bir aydır Eylül...
Yaz aşklarının son demleridir Eylül...
Yazlıkların bir bir boşaldığı, sahil kentlerinin asıl sahiplerine bırakıldığı bir aydır Eylül...
Yaprakların sarardığı, dallardan bir bir düştüğü, rüzgarlarla sağa sola savrulduğu bir aydır Eylül...
Eylül, eğitim-öğretim yılının başlangıcıdır...
Kitap, dergi, defter, kalemdir Eylül...
Dedelerin torunlarıyla kavuştuğu ya da ayrıldığı bir aydır Eylül...
Gün batımında, sahil keyiflerinin, balık ve rakının, çıplak ayakla yürümenin, şezlong muhabbetlerinin sonu, yemek artıklarıyla mutlu bir yaz geçiren sokak hayvanlarının yalnızlığıdır Eylül...
Eylül, kış telaşının başlangıcıdır...
Kombidir, doğal gazdır, kömürdür, sobadır Eylül...
Sinemaların, tiyatroların buram buram kokusunu hissettiğimiz aydır Eylül...
Sanattır, kültürdür, edebiyattır Eylül...
Kar, fırtına, yağmur, sel, kısa gün habercisidir Eylül...
Çizme, bot, palto, şemsiyedir Eylül...
Eylül, kış muhabbetlerinin müjdecisi. aynı kentte yaşayan dostların buluşmasıdır...
Balık mevsiminin açıldığı tezgahların her çeşit balıkla doldurulduğu bir aydır Eylül...
Patlıcanlar, domatesler bitmeden, lahana ve pırasaların da çıktığı bir aydır Eylül...
1 Eylül "Dünya Barış Günü"dür...

Severim ben Eylül'ü...Acısıyla tatlısıyla...Sevinciyle hüznüyle...

Cemal Süreya'nın Eylül'le ilgili şiiri ne kadar güzeldir...

Eylül’dü.
Dalından kopan yaprakların
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.

Eylül’dü.
Di’li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu.
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.

Eylül’dü.
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bi anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ.
Gözlerini sildi zaman..

Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.

Eylül yazılarında hep hüzün vardır... Hüzünse en yakışandır bize der, Hilmi Yavuz!..

Hoş geldin Eylül!..Hoş geldin yüreğimize!..


Asım ERDOĞAN





Gençlik yıllarında şiir yazmayanımız yok denecek kadar azdır bilindiği gibi…Alırız kağıdı kalemi elimize, kafiyeli, genellikle aşk temalı şiirimizi oluştururuz büyük bir mutlulukla…Çoğunlukla taklit şiirlerdir bunlar…Edebi değeri yoktur…Biz edebi değerde olup olmadığına da aldırmayız zaten…O, bizim şiirimizdir ve duygularımızı yansıttığı için çok değerlidir; yürekten kopup gelmiştir çünkü….Öğretmenlik yıllarımda, öğrencilerim şiirlerini getirirlerdi bana…”Hocam nasıl olmuş?” diye…Şiirin yazılması ve öğrencinin bunu zevkle yapması bile yeterli bir özelliktir benim için…Onların heveslerinin kırılmaması çok önemlidir o dönemde…Bu yaşta yazılan şiirlerin, edebi değer taşıması da beklenemez zaten… St. john Perse:”Şiir, insanın görünmez yüzüdür…” diyor…Ne kadar doğru….Yazdığı şiirle, şair görünmeyen yüzünü açığa çıkarmaktadır aslında…

”Otuz Beş Yaş” şiirinin şairi, Cahit Sıtkı Tarancı, şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer verir, hep ölümün üstüne üstüne gider...Bunu neden yapar bilinmez… Yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olur... Ölüm temasını bu kadar çok işlemesi, Cahit Sıtkı’nın görünmeyen yüzünü yansıtır bize…

”Merdiven” şiirinin şairi Ahmet Haşim, şöyle açıklar şiir anlayışını: “Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında, ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir… Düzyazıda anlatımı yaratan öğeler şiir için söz konusu olamaz… Düzyazı us ve mantık doğurur, şiir ise algı bölümleri dışında isimsiz bir kaynaktır… Gizliğe, bilinmezliğe gömülmüştür… Şairin dili, duyumların yarı aydınlık sınırlarında yakalanabilir… Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir… Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler boş bir hayal kuruyor demektir…” Evet! Burnundan nefret eder Ahmet Haşim, hiç beğenmez burnunu…Onun melankolik hali, şiirlerine de yansır…Haşim'in sosyal tarafı bulunmayan içe-kapanıklığı, çirkinlik ve yabancılık kompleksleriyle açıklanabilir…

“İstiklâl Marşı” şairimiz olarak bilinen Mehmet Akif Ersoy, aruzu kullanmadaki başarısıyla dikkat çeken şairlerimizdendir…”Çanakkale Şehitleri” şiirini, her okuyuşumuzda tüylerimiz diken diken olur, duygulanırız…Cehaletten, gafletten, yanlış tevekkül anlayışından, birliğimize-beraberliğimize sokulan fitne fesattan, kula kul olmaktan, ilimden irfandan uzak kalmaktan, hep yaka silkmiştir Mehmet Akif…

“Sessiz Gemi” şiirinin şairi, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul şairi olarak da anılır…Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştır, büyük şair…Aruzu mükemmel kullanır…Lirik-epik şiirlerinin konularını aşk, tabiat, deniz, ölüm ve sonsuzluktan da alır. İç ahengi her şeyden üstün tutuşu, şiiri "musikiden başka türlü bir musiki" kabul edişi; "Ok" şiiri bir yana, bütün şiirlerini, bu ahengin sağlanmasına daha elverişli gördüğü aruzla yazmasına neden olur…

Han-ı Yağma “ şiirinin şairi Tevfik Fikret’in dünya görüşü, çağının koşullarını aşar... Özgürlük ve eşitliğe inanır, o… Sınıfsal çıkarlara dayalı yönetim biçimini eleştirir, belli egemen sınıfların yönettiği devlete ve bu devletin koyduğu yasalara karşı çıkar. ..Zaman içinde küser ve Aşiyan’ına çekilir…”Sis” şiiri de unutulmazlar arasında yer alır…

“İstanbul’ u Dinliyorum” şiirinin şairi Orhan Veli Kanık, şiire getirdiği yenilikler yüzünden önceleri büyük ölçüde yadırganır, çok sert eleştiriler alır ve küçümsenir…Onun şiirlerinin şiir niteliği taşımadığı bile söylenir…Garip akımının Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte öncüsüdür o…Orhan Veli’nin şiirleri içinde “Anlatamıyorum” ayrı bir yer tutar…Bu şiir, tek sözcüklü bir dizeyle biter ve anlatamıyorum sözcüğü, aslında çok şey anlatır, okurlarına…

Nazım Hikmet, bir dönem adının anılmasının bile suç olduğu büyük bir şairdir…”Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum, hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler. ..Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin daha güzel günler için savaşından, hem bir tek insanın sevda kederlerinden söz eden şiirler yazmak istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan söz eden şiirler yazmak istiyorum, der Nazım Hikmet…Kendisine yapılan haksızlıklara rağmen, insanını seven ve bundan hiç vazgeçmeyen şairimizin şiirleri bugün de beğenilerek okunur…

Şiir dünyası bir deryadır…Bu deryadan bir damla sundum sizlere…Tadımlık…

Sevgiyle kalın! Asla şiirsiz kalmayın!


Asım ERDOĞAN