"Güzel ama bu neyi kanıtlar?"Bir matematikçi, Goethe'nin "Iphigenie"sini okuduğunda söylemişti bunu: Güzel ama bu neyi kanıtlar? Pek yerinde olmayan bir tümce ama binlerce şiiri karşısına alıyor. Bu tür şiirleri eleştirmek isteyen biri ne yapacağını bilemeyebilir, eleştirilecek birşey yokmuş gibi gelir ona, bildiği tek şey şiirin yazılıp basılmış olduğudur yalnızca. Doyurucu bir yapıtla ilgili olarak söylendi diye, matematikçimizin bu düşüncesini tümüyle yadsımak doğru olmaz. Ona Iphigenie'nin neyi kanıtladığı anlatılabilir; ama eğer bu herhangi başka bir yapıt için yapılamıyorsa, o zaman o yapıt önemsizdir, çünkü içerdiği bir anlam yoktur.

Bir şiirden ilk beklenen, okurunu içerdiği tinsel ortama çekmesidir. Bu, pek önemi olmayan, belirsiz, formal diyebileceğimiz bir işlemdir. Bir şiirin etkileme gücü, yerel, kişiye özel, ulusal ya da sınıfsal alanda kısıtlı kalabilir. Çoğu kişiyi etkisi altına alan şiirlerin, ille de en iyi şiirler olmaları gerekmez. Halkın söylediği şiirler, hiçbir zaman yalnızca halk şiirleri değildir. "Halk"ı etkilemeyen halk şiirleri de vardır. Şunu bilmemiz gerekir: Etkileme gücünü en üst düzeydeki sanat şiirlerinde bulabileceğimiz gibi,en değersiz şiirlerde de bulabiliriz; halk şiirleri kadar sone de, operet şarkıları da, doğum günü şiirleri de etkileyici olabilir.

Bir şiirin, herhangibirini hatta seni, içerdiği tinsel ortama çekiyor olması, henüz bir şeyi kanıtlamaz. -Sana henüz onu okuman gerektiğini kanıtlayamam demek istiyorum.-Şiirlerin bir şeyi kanıtlaması da zor gibi görünüyor. Diyelim ki, bizim matematikçinin karşısına Pisagor teoremini kanıtlayan bir şiir çıktı. O Zaman bu şiirin bir şeyi kanıtladığı sonucuna mı varacaktı acaba? Belki; ama biz ona,"Iphigenie"nin bir şeyi kanıtlamadığını söylediğinde yaptığımız gibi, belki yine karşı çıkardık. Evet, eğer şiir olarak boş ise, derinliği yoksa ve hiçbir ipucu vermiyorsa karşı çıkardık. Matematikçimizi etkisi altına alsa bile, belki de yine karşı çıkardık.

"Güzellik" kavramını ele almaksızın daha fazla ilerleyemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. Bu kavrama gereksinim duymamız hiç de ayıp değil, ama biraz sıkılıyor insan. Çünkü son derece belirsiz, çok anlamlı bir kavram; tümüyle "zevk"e bağlı olduğu düşünülüyor, zevk de "bilindiği gibi " bireysel, bu nedenle de "tartışılamaz".

Eğer fizyolojik alandan yola çıkar ve zevki fizksel olarak ele alırsak, o zaman tartışmaya da pek gerek kalmaz. Ağzımıza bir lokma alır, yüzümüzü buruşturur ve "çok ekşi" deriz. Bir mısra okuduğumuzda da, yine tatsız tuzsuz, yavan, zevksiz hatta iğrenç bir şey karşısında olduğu gibi hoşnutsuzluk duygusuna kapılabiliriz. Ayrıca fizyolojik zevkte bile, zevk almayı öğrenme diye bir şey vardır. Bu öğrenme yoluyla olabileceği gibi, yalnızca koşullarımızın değişmesine debağlı olabilir. Zevk değişebilir -fizyolojik olan da değişir-.

Mimariden bir örnek verebiliriz. ileri mimarlarımız son yıllarda yalın bir yapı sanatı üzerinde duruyorlar. Özetlersek, pratik olanı güzel buluyorlar. Burada ilginç olan, işçilerin reaksiyonu. Genel olarak bu yapı sanatını onaylamıyorlar. Düz çizgileri olan evleri beğenmiyor, onları kışla ya da tutukevi olarak adlandırıyorlar, yeni fonksiyonel mobilyaları da zevsiz bulup alabildiğine eleştiriyorlar. Yalın yapı sanatının tüm ürünleri onların ağızlarında yavan bir tat bırakıyor. Neden?
Mimarların çoğu gelişmiş kişiler olduklarından, en önemli ve en ileri sınıf olarak gördükleri işçilere yöneliyorlar ama bir işçi için evin ne demek olduğunu da unutuyorlar. Bir işçi için ev, hiçbir zaman sığınalacak bir yer, tüm gereksinimlerin olabildiğince pratik çözümlendiği bir mekanizma değildir.

Şairin Akıldan Korkması Gerekmez
Şiirlerini okuduğum birkaç kişiyi yakından tanıyorum. Bunlardan bazılarının şiirlerinde, şiir dışı alanlardaki konuşmalarına oranla çok daha az akıl ögesi görülmesi beni hep şaşırtmıştır. Acaba bunlar şiirin salt duygu işi mi olduğunu düşünüyorlar? Acaba salt duygu işi olan bir şey var mı? Eğer var olduğuna inanıyorlarsa, o zaman en azından şunu bilmelidirler: Duygular da aynı düşünceler gibi yanlış olabilir. Bu gerçeğin onları uyarması gerekir.

Birtakım şairler, özellikle de çiçeği burnundakiler, şiir yazarken havaya girdiklerinde, mantığın süzgecinden geçen herşeyin şiirsel atmosferi bozacağından korkarlar. Bu konuda söylenmesi gereken, bu korkunun ahmakça bir korku olduğudur. Büyük şairlerin yaratma eylemlerini konu alan yazılardan bilindiği üzere, onların şiir yazarken içine girdikleri atmosfer hiçbir zaman, öyle sağgörülü, soğukkanlı bir düşüncenin bozabileceği türden, yüzeysel, dengesiz, çabucak geçecek bir ruh durumuna benzemiyor. Belirli bir coşku ve uyarılma durumu hiçbir zaman soğukkanlılığın doğrudan doğruya karşıtı değildir. Hatta şunu da kabul etmek gerekir; düşünsel ölçütlere uyma konusundaki isteksizlik, şairin içinde bulunduğu atmosferin son derece verimsiz olduğunun bir göstergesidir. O zaman şiir yazmayı bırakmak gerekir.
Şiirin başarısı, duygu ve aklın eksiksiz uyumuna bağlıdır. Birbirlerini çağırıyorlar mutlu: Karar ver hangisi, o mu, bu mu!

Şiiri Elekten Geçirmek
Amatör şair, şiire düşkünlüğü arttığında, şiirinin yaprakları tek tek koparılan bir çiçek gibi incelemesinden hoşlanmaz; tomurcuk gibi narin oluşumlardan koparılan sözcük ve imgeler ile getirilen katı mantık onu rahatsız eder. Buna karşı söylenecek söz, çiçeklerin bile içine birşey batırıldığında solmadığıdır. Şiir eğer, yaşayacak güçteyse, zaten yaşar ve en güçlü operasyonlara bile dayanır. Yek bir kötü mısranın bir şiiri hiçbir zaman tümüyle yok edemeyeceği gibi, tek bir iyi mısra da onu kurtaramaz. Kötü mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma, bir başka yeteneğin öteki yüzüdür; kendisi olmadan şiirden gerçek anlamda zevk almanın söz konusu olamayacağı bu yetenek, iyi mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma yeteneğidir. Bir şiir bazen çok çabuk yazılır, bazen de uzun çalışmalar gerektirir. Amatör şair, eğer şiiri ulaşılmaz görüyorsa, birşeyi unutuyor demektir; şiiri yazan şair, okurun da yaşayabileceği türden sıradan duyguları onunla paylaşmak istemektedir; ancak, şiirin formüle edilmesi bir işlem sonucudur; geçici olan durağanlaştırılmış, bir ölçüde masif bir görünüm kazanmıştır. Şiiri uzlaşılmaz gören kişinin, ona yakınlaşması da zordur. Eleştirel ölçütlerin uygulanmasında özde yatan yine de hazdır. Bir gülün yaprakları tek tek koparıldığında, her biri ayrı güzeldir.

Eleştirel Tutum
Eleştiriyi ölü, verimsiz, zaman aşımına uğramış bir şey olarak düşünmek çok yanlış.Kritiğin böyle algılanmasının yaygınlaşmasını Bay Hitler ister. Gerçekte ise eleştirel tutum, tek verimli olan, insana özgü olandır. Eleştirel tutum, işbirliği, ileriye yöneliş ve yaşam demektir. O olmadan, sanattan gerçek tat alınamaz.

Varoluşumuzun artık politikadan soyutlanamadığı günümüzde, eğer şiirin üretim ve tüketimi mantık ölçütlerinin ortadan kaldırılmasına bağlı olsaydı, o zaman şiirin varlığını sürdürmesi de söz konusu olamazdı. Duygularımız (içgüdüler, coşkular) tümüyle paslanmış durumda olup, maddesel gereksinimlerimizle sürekli bir çatışma içinde bulunmaktadır.

Eleştiri, hoşa gitmeyen bir kusur bulma işlemi biçiminde olsa bile, hiçbir zaman haz almayı engellemez. Proleterya eğer eleştiriyi zevkle yerine getirme yeteneğine sahip olmazsa, burjuva kültür mirasına nasıl sahip çıkabilir? Tarihsel bilinç eleştirel bilincin kendisidir; o olmadan proleteryanın bunu gerçekleştirmesi olanak dışıdır; bu bilinmelidir. Burada yapılması gereken, nesnenin içinde bir zamanlar yetkin olanın duyumsanmasıdır; bu yetkinlik zamanla olumsuza doğru bir değişim göstermiş, yetkinliğin içindeki öz artık görünmez, kırıcı bir deyişle, artık tat alınamaz duruma gelmiştir.

Bertolt BRECHT

Çeviren: Yıldız ECEVİT
 Kaynak : http://www.halksahnesi.org/yazilar/siir_mantik/siir_mantik.htm





gönlümdekileri yazsam aklımdakiler şaşar
yaram derindir mecalim yok sözle işgale
ne derlerse desinler sevdim, seveceğim ömrüm oldukça
İster yerin üstünde, isterse yerin altında 
durana kadar dünya döndüğü müddetçe...

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2017


İnsanın içindeki yalnızlığını başka birinin yalnızlığı ile paylaşmak istemesi kadar doğal ne olabilirdi ki ! Gördüğüm gördüğün olsun, dokunduğum dokunduğun ve öptüğün dudaklarım. Bir tek, bir tek kalbim var sana verebileceğim. Bir de tutman için sana doğru uzanan ellerim.

Geç kalınmış bir birliktelik belki de bizimkisi. Yıllar içerisinde acıları yoğurduğumuz, hüzünlerde boğulduğumuz, mutluluğun adını bile unuttuğumuz. Unuttuğumuz diyorum,  sahi biz en son ne zaman mutlu olmuştuk.  Ne zaman ağız dolusu gülmüş ve ne zaman bir “ohh” çekmiştik.  Çok gerilerde kalmıştı muhtemelen ve o gün bugün değin yalnızlığımızla birleştirip ruhumuzu, amaçsızca dolaşıp durmadık mı yeryüzünde.

Hep bir arayış içerisinde, hep bir sorgulayışın peşindeydik bunca zamandır. Peki ne geçti elimize. Koca bir hiç değil mi! Oysa, onca arayış içerisinde beklentilerimizi karşılayacak bir şeyler olmalıydı bu hayatta! Olmalıydı ama olmadı. Üzüldük, kahrolduk ya sonra,  ne geçti elimize! Hiçbir şey. Demek ki bunca üzülmeye,  bunca düşünmeye değmezmiş yaşadıklarımız. Olsun varsın. Bunların hepsi de bizim için bir deneyimdi. Deneyim olmadan yaşamı öğrenmek ise mümkün değildi. Çünkü yaşam deneyimler sonucu oluşuyordu ve her deneyim, kişiliğimizi geliştirmek ve ruhumuzu yüceltmek adına önemliydi, gerekliydi… Ve işte şimdi, tam da olmak istediğimiz gibi, ait olduğumuz yerdeyiz.

Sen Ben’de Ben Sen’deyim… Var mı ötesi…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL

2017 “Sana Dair Karalamalarım”


“İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Kim söylemiş bu güzel sözü bilmiyorum, geçenlerde gazetede bir köşe yazarı tarafından günün sözü olarak yazılmıştı…

 Aklıma takıldı, yoğunlaştım bu sözün üstüne, inandığım şeyler hep göremediklerim miydi, ve en sonunda inandıklarımı görebiliyor muydum diye…

 İnançla hayal arasında nasıl sıkı bir bağlantı vardır diye…

 Hayatta bir şeylere inanmak, yaşama bağlı olma isteğini arttırır, bunu bir çok kez yaşadım, gördüm…

 Fakat şu bir gerçektir ki, bir şeylere inanmakla bitmiyor olay…

 Çaba gerekiyor, emek gerekiyor, olumlu düşünce gerekiyor ve hayalleri inanca, inancı gerçeğe çevirmek gerekiyor…

 Bunlar olmazsa, kalbimizdeki inanç, göremediklerimize inandığımız ve bu inandıklarımızı en sonunda göremediğimiz için dünyamızı karartıyor, bizi bambaşka bir insana çeviriyor…

 John Fowles, “Fransız Teğmenin Kadını” adlı o mistik romanında, Charles adlı zengin bir soylunun Sarah adında bir hizmetçiye bir anda aşık olup, onun ortadan kaybolmasından sonra içindeki o nerden geldiği belli olmayan büyük bir inançla yıllarca izini sürmeye başlar bu esrarengiz kadının….

 Nerde olduğunu bilmeden, şehir şehir dolaşarak, günlerce, aylarca sürer bu arayış…

 Ne olursa olsun Charles’ın içindeki inanç bitmez, tek dayanağı odur çünkü…

 Göremediği bir şeye inanmıştır ve ne yazık ki,

 Başka güvenebileceği bir şey kalmamıştır…

 Ne olursa olsun sevdiği kadını bulacaktır, onu göremese bile ona inanmaktadır, onun yanında olmasa bile onu sonsuz bir aşkla sevmektedir….

 Peki siz olsanız ne yapardınız?

 Kısa bir süre içinde gördüğünüz bir insana çılgınlar gibi aşık olduğunuzun biraz geçte olsa farkına varsaydınız ve ona koşarak gittiğinizde yerinde bulamasaydınız, üstelik nereye gittiğine, kimin yanında olduğuna dair en ufak bir detay bile öğrenemeseydiniz, ama ne olursa olsun içinizde bir inanç olsaydı?

 Ben bu kitabı okurken Charles istediği kadar inançlı ve inatçı olsun, ne olursa olsun Sarah’ı asla bulamayacak ve bu kayboluşun etkisi bir kabus gibi çökecek onun yaşamına diye düşünüyordum…
Ama öyle olmadı…

 Yüreğindeki inanç, Charles’ı sevdiği insanı bulmak için zorladı, gidebileceği her yere gitti, bakabileceği her yere baktı, girip çıkmadığı yer kalmadı…

 Gazetelere ilan verdi, özel dedektifler tuttu, yolda gördüğü herkese onu sordu….

 En sonunda günün birinde Londra’da Sarah’ı bulmaları için tuttuğu özel dedektiflerden onun bulunduğuna dair bir telgraf aldı, koşa koşa gitti ona, içindeki inancın bir gün gerçekleşmiş olmasının verdiği sevinç ve hüzünle….

 Onun yanına geldiğinde gördü ki, karşısında artık sevdiği insan yoktu…

 Evet, görmediği bir şeye inanmıştı yıllarca ve bunun ödülü olarak en sonunda onu görebilmişti…

 Ama acı bir hüsranla bitti bu inancın sonu, Sarah onu çılgınlar gibi sevdiğini bildiği halde Charles’a “uğraşacak yeni ve daha güzel şeyler” bulduğunu, hatta yaşamında başkasının olduğunu söyleyerek bu inancı, bu yarınlara umut veren sevgiyi bir anda yok etti…

 Charles, onca zaman göremediği bir şeye yürekten inanmış ve bunun ödülü olarakta onu en sonunda görebilmişti, ama tüm bu umut, çaba ve inanç onun hayatını mahvetmekten başka bir işe yaramadı…

 Bu trajedinin sonu şu cümlelerle anlatılıyordu:

 “Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir? Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik…hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı….”

 Evet, Charles’ın inancı gerçekleşmişti ama boşa çıkmıştı…

 İnanmanın ona verdiği ödül acı bir deneyimden başka bir şey olmamış, belki onu daha güçlü ve olgun yapmış belki de insanlara ve sevgi kavramı üstüne güvensiz ve olumsuz bir bakış açısı kazandırmıştı…

 Hayatta her şey gelebilir insanın başına, kesin olan tek bir şey vardır ki, tüm inançlarınıza, umutlarınıza, beklentilerinize, hüsran ve hayal kırıklıklarınıza rağmen dünya dönmeye devam ediyor ve inancınız bir kez olsun boşa çıktıktan sonra her şeyden vazgeçmek yapılabilecek en basit şey oluyor…

 Siz ne yapardınız bilmiyorum, ama eğer benim sevdiğim insan ansızın ortadan kaybolsaydı ve içimde hala bir şeyler olduğunu hissetseydim, ne olursa olsun onu bulurdum, en azından içimde kalanları söylerdim ve kendi iç huzuruma kavuşurdum….

 Tüm bunları yapabilmek ve yürekten hissedebilmek için göremediğim bir şeye inanmak pahasına, sırf o sevginin varlığı, o sevgilinin yokluğu içimi acıtmasın, beni saplantılı bir varlığa çevirmesin diye, durmaksızın arardım onu….

 Bulduğumda karşıma nasıl ve ne tavırla çıkacağını bilmeden, kalbimdeki inançla, her şeyi göze alarak…

 Çünkü sonunda ne olursa olsun, inancımın ödülünü alacağımı bilirdim ve karşı taraf ne yaparsa yapsın, inancımın verdiği ödül, içimde kalanların dışarıya vurulması ve karşımdaki insanın ne olursa olsun onu sevdiğimi bilmesi bana yeterdi…

 Belki size az şeyle yetinmek gibi görünebilir tüm bunlar, ama ne kadar inanırsanız inanın, sonunda elde edeceğiniz ödül sizin istediğiniz gibi olmayabilir…

 Bir gün taparcasına sevdiğiniz insanın karşısına çıkıp onu ne kadar sevdiğinizi, onun için her şeyi göze alabileceğinizi söylediğinizde size hiç ummadığınız bir şekilde karşılık verebilir…

 Belki içinizdeki inanç hüsran dolu bir hayal kırıklığına, belki de eşi benzeri bulunmayan bir mutluluğa sebep olabilir, ama tam olarak ne olacağını kimse bilmez…

 Charles sevdiği insanı bulacağına inanmasaydı belki de içinde kalan sözlerle, hislerle ve yok olan sevgilisinin hayaliyle günden güne kötüye gidecek, belki de intihar edecekti…

 İnandı ve buldu, ödülünü aldı…

 Belki istediği ödül bu değildi ama hiç değilse içinde kalan tek bir şey olmadı, yapabileceği, söyleyebileceği her şeyi söyledi…

 Sonra yaşamaya devam etti…

 Böyle platonik bir aşkın acısından sonra bile bir “inanç zerreciği” buldu içinde…

 Çünkü bir kere inanıpta hüsrana uğramak, bir daha hiçbir şeye inanmamanız anlamına gelmez, aksine sizi daha çok inanmaya ve kendinize güvenmeye teşvik eder…

 Tabi bu görüş, bakış açısına göre değişir…

 Hayat, öyle mistik, tuhaf, beklenmedik ve farklı kavramlar barındırır ki içinde, yaşayan varlıklar olarak bir şeylere inanmak, bir şeyleri umut etmek ve bir şeyler yapabileceğimize inanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur…

 Her şey istediğimiz gibi olmayabilir, çünkü çoğu şey bizim kontrolümüzde değildir…

 En azından inançlarımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun sonunda göremediklerimize inanmanın ödülünü kazanmanın mutluluğunu yaşayabiliriz…

 En azından sevgi ve saygımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun en sonunda ulaşılmaz sandıklarımızı sevmenin ve belki de sevilmenin ayrıcalığını yaşayabiliriz…

 “İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Bu ödülün ne olacağını bilmeden, tatlı bir sürprizle mi yoksa sizi yıkmaya yetecek bir hüsranla mı karşılaşacağınızı bilmeden, inancınıza güvenerek yola çıktığınızda, bence kaybedecek fazla bir şeyiniz yoktur, en sonunda kazanacağınız ödül olumlu veya olumsuz da olsa, sizi daha farklı ve güçlü bir insan yapmaya yetecektir…

 Kaynak: “Fransız Teğmenin Kadını” John Fowles, Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul
 Hatice Mine BAHADIR



Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel... bir örnektir.

Çinliler
bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.
Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem
tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı
tohum bu yılda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci
yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet
beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.

Akla gelen
ilk soru şudur :
Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı
Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik ?...

Bir
başarının şartları her zaman çok basittir.
Bir süre için çalışın,
Bir
süre tahammül edin.
Her zaman inanın

Ve hiç bir zaman geri dönmeyin...






Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

-Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? -Bakın göstereyim, demiş, ermiş:

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da 'derviş kaşıkları' denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş sofradakilere,

"Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz." diye bir de şart koymuş. Peki!" deyip içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

 Bunun üzerine, "Şimdi.." demiş ermiş:

-Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun." denilince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte!" demiş ermiş ve eklemiş:


-Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz ve şunu da unutmayın, hayat pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

Hepimizin sofrasında, yüreğinde; sevgi, dostluk, kardeşlik olsun...



Bir şeyin olmasını çok istiyor ancak olmuyor mu, neden olmuyor diye soruyor musun kendine yoksa zaten olmayacağı bellimiydi diyorsun…. Yanlış yapıyorsun. Bu evrende olmayacak ne olabilir ki. Yer gök dua ile kurulmuşken. “Olmuyor”, “Belliydi olmayacağı” gibi söylemler yerine istediğin şeyi doğru olarak istiyor musun düşün bir kere. Belki de tüm sorun ve sorunun cevabı burada yatıyor. Olamaz mı olabilir… Şimdi gözlerini kapa ve sadece kalbinin atışlarını duy. Şu anda neyin olmasını istiyorsan çok samimi bir şekilde iste Rabbinden. İstemeyi bilmiyorsan o zaman sorun sendedir demek ki… Ve bir kere değil olana kadar iste.

Her sabah gözlerimizi açtığımızda yeni bir hayatın başlangıcı müjdeleniyor bizlere. Şükürler olsun bugüne de uyandık diyebilmek nasıl da güzel bir söylemdir. Bugünü de gördük. Göremeyebilirdik de. Bu, Yüce Rabbimizin takdiridir ki hayat ibremiz durmuş ise bunu değiştirmek elimizde değildir. Evet, yeni bir güne uyandık. Çok şükür Allah’ım. Bugün hava çok güzel, bugün her şey gözüme bir başka güzel görünüyor. Bugün çok güzel bir gün olacak ve ben çok iyi biriyim, harikayım, güzelim. Çünkü Yaradanın bahşettiği tüm iyilik ve güzellikleri kendimde taşıyorum. Kendime güveniyor ve kendimi seviyorum… İşte size enerjinizi yükseltecek ve sizi pozitif hale getirecek olumlamalar… Bunları yapmak zor mu sizce ? Hayır, elbette değil. Önemli olan sadece yapmak. Düşünün bir, sabah kalkıyorsunuz ve suratınız bir karış. Yanınızdaki eşiniz, partneriniz ya da aile üyelerinize o asık suratınızla günaydın demek mi sizi ve onları daha mutlu eder yoksa güler yüzle söylenen bir günaydın cümlesi mi. Ya size, nasıl söylenmesini isterdiniz. İnsan olarak üzerimizde büyük bir enerji taşıyoruz ve maalesef bu enerjimizi doğru kullanmıyoruz. Eğer enerjimizi doğru olarak kullanırsak inanın ki günümüz beklentimizin de üzerinde olacak ve bu enerjimizi hem evimizde, hem de çalışma ortamımızda ve gittiğimiz her yerde yayacağız tıpkı kullandığmız parfüm gibi. İş yerinizde, evinizde, arabanızda mutlaka meditasyon müziklerini dinlenmenizi tavsiye ediyorum. Bu sizi ruhsal olarak sakinleştirecek, ruhunuzu dinlendirecek ve kendinizi zinde hissetmenize yarayacaktır. 

Örnek olarak kendi dinlediğim
https://www.youtube.com/watch?v=GbD91FnNaqg müzikleri size tavsiye ediyorum…

Kendimce paylaştıklarımdan sonra olumlamanın tanımı nedir ? diye bir soru soracaksınızdır elbette.

Olumlama;
1 . Olumlamak eylemi.

2.MANTIK TERİMİ
terimleri arasında olumlu bağıntı, ilinti bulunan, olumlu bir önerme öne sürme, şeklinde tanımlanmaktadır.
"Bütün insanlar ölümlüdür dersek, insanla ölüm arasında bir bağıntı bulunduğunu öne süreriz ki bu olumlamadır"

Aslına bakarsanız olumlama yapmak demek pozitif düşünmek demektir. Bu yüzden ağzımızdan çıkacak her bir kelimenin ve düşüncenin önemi çok büyüktür. Öyle ki olumlama yapmanın ilk ve en büyük şartı pozitif düşünmek ve evrene mesajımızı doğru olarak iletmektir. Biraz önce yukarıda demiştim ki güne güzel başlamak, gülerek günü karşılamak ve kendimizi sevdiğimizi söylemek bizi iyi hissettirecek ve güne pozitif olarak başlamamıza neden olacaktır. Ve tabiî ki de dua etmek. Duanın gücü bütün evrenin kapılarını size açacaktır. Çünkü dua ve olumlama aslında aynı şeylerdir. Yaptığınız her olumlama Yaradana ulaşan dualarınızın bir karşılığıdır. Dua edin. Her nerede olursanız olun duanızı ne kendinizden, ne evinizden ne de çevrenizden esirgemeyin. Dua etmek bir terapidir, Yaradan ile sizin aranızda olan… Çünkü bize, düşündüğümüz ve istediğimiz her şeyi veren sadece ve sadece Yüce Allah’tır. Aklımızdan ve kalbimizden geçen ve dilediğimiz her şey düşüncelerimiz, yaydığımız o büyük enerji ile Allah’a anlık ulaşmakta ve O’da zamanı geldiğinde bize onu vermektedir. Yeter ki istemeyi bilin.
Ben size kendimden bir örnek vermek isterim bu konuda…
Ben, yedi yıl önce kaybettim babamı. Mide kanseri teşhisi konulmuştu ve o gün beynimden aşağı kaynar sular dökülmüştü. Hocalar en fazla altı ay yaşar demişti. O an hissettiğim duyguyu tarif etmem imkansız size. Altı ay yaşar, sonrası yok… Hiçbir şey düşünemez haldeydim. Anneme, kardeşime nasıl diyecektim bunu. Şu an vardı ama altı ay sonra yoktu. Bunu kabul etmek imkansızdı. O an için karmakarışık düşünceler içerisindeydim. Günlerimiz hastane ve ev arasında geçmeye başlamıştı. Birçok kişiden gün geçtikçe ağrılarının artacağını ve hatta dayanılmaz olacağını duymuştum. Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü babam kendisi için hep “Allah şifalığımı verecek” diye söylemlerde bulunuyordu. Aslına bakarsanız babam kendince olumlamalar yapıyordu. Ve ben bir gün internet ortamında tesadüfen izlediğim bir video sonunda aslında bu hastalığın korkulacak bir hastalık olmadığını, sıradan basit bir grip virüsü olarak düşünmeye başladım. İzlediğim video “Top Secret” adlı bir belgeseldi. Bu belgeseli özellikle aramadım ama nasıl olmuştu da benim önüme gelmişti hala anlamış değilim. Bu belgeselde olumlu düşünmekten, olumlu düşünmenin bize geri döneceğinden ve mesajımızı evrene doğru iletmemizden bahsediyordu. Evet, bu çok güzel bir şeydi. Olumlu düşünmek… En kötü anımızda bile… Babamın hastalığı kötü bir hastalıktı ve ne yazık ki bu hastalığın evreleri olduğundan ilerlemeye başlamıştı. Benimse tek isteğim babamın hiçbir ağrı çekmemesi, canının yanmamasıydı. Bu belgeseli izledikten sonra içimde öylesine bir rahatlama oldu ki anlatamam sizlere. Gerçekten de bu adı kötü olan sıradan bir hastalıktı. Demek ki pozitif düşünmek babamı iyileştirmese bile en azından acı çekmesini önlemişti. Çünkü benim yaydığım enerji babama da yansıyor, onu rahatlatıyordu. Ve o hiçbir zaman iyileşme ümidini kaybetmemişti. Ve en fazla altı ay yaşar diyen hocalara inat on ay yaşadı. Ve ölümü de bir o kadar güzel oldu. Ölümden korkan biri olarak ilk defa babamda gördüm ölümün güzelliğini. Ruhunu teslim ederken nasıl da rahat bir şekilde bedeninden vaz geçtiğini. Rabbime şükürler olsun milyon kere. Ve her zaman şükretmeye devam edeceğim bana, aileme, sevdiklerime verdiği ve vermediği şeyler için de.. Veriyorsa da vermiyorsa da bir nedeni vardır. Yeter ki istemeyi bilelim insan olarak, kul olarak, dua edelim, olumlama yapalım ve enerjimizi yayalım çevremize.


Güne pozitif başlayın, olumlama yapın, dua edin, şükredin…. Her gününüze…


Sevgiyle
Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL 




İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın
biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde
gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir
meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin
iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden
bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu.
Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu.
Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş
düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir
sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü
ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu.

Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla
uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç
kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı.

Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir
kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun
yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi,
taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir
kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı,
taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene
kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle
yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü
evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının
önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını
gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın
engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini
topladılar ve sonra kadına doğru uçtular.

Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve
dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey
canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü
buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken
bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da
silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları
elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek
selamladılar.

Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı
çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili
avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir
uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve
büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak,
gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına
birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu
aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler
kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar,
içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış,
galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü
kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü
olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu.

Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua
etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar,
dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu
kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı,
kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal
gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu:'' Sen kimsin?'' - Adam
şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı:''Riva Belediye
Başkanı.''

Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu
gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu:''Biliyordum,
sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili
ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz,
ben avcı Gracchus'um.''

''Kuşkusuz,'' dedi Belediye Başkanı. ''Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan
uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi:''Salvatora'', -bu benim adım-
''penceredeki güvercine bak!'' Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar
büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: 'Ölü avcı Gracchus yarın geliyor,
kent adına onu karşıla.''

Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: ''Evet,
güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva'da kalacağıma
inanıyor musunuz?''

''Bunu henüz söyleyemem'', diye yanıtladı Belediye Başkanı.''Siz ölü değil
misiniz?''

''Ölüyüm'', dedi avcı, ''görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş
olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya'da-bir Alp keçisini kovalarken
kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm.''

''Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz'', dedi Belediye Başkanı.

''Bir bakıma öyle'';, dedi avcı, ''bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal
yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği,
yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum,
yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım
dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir
kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum.

''Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?'' diye sordu Belediye Başkanı,
alnını buruşturmuştu.

''Ben'', diye yanıtladı avcı, ''sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin
üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir
yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu
avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin.''

''Gülmüyorum'', diye itiraz etti Başkan.

'';Çok anlayışlısınız'', dedi avcı. ''Hep hareket halindeyim. Ama çok
neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir
yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel
yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya
vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme
getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç
de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah,
ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun
püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise
mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var,
herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel
boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı
ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç
kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak
havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum.

Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman'da, Alp keçisini kovalarken
kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre
oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte
tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı
anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık
duvarların duyduğu şarkıyı duymadı.

Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her
zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp
attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim.
Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi.''

''Kötü bir yazgı'';, dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru
itti''

''Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?''

''Hayır'', dedi avcı, ''avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla
dolu olan Kara Orman'da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş
ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. 'Kara
Orman'ın büyük avcısı' diyorlardı bana. Bu suç mu?''

''Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim'', dedi Belediye Başkanı, ''ama
bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?''

''Kayıkçı'', dedi avcı.''Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım
etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin
bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından
kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir
gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden
haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri
bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini
bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta
iyileşebilir.

Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi
tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma
bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri
sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan
atmak yeterli oluyor.''

''Olağanüstü'', dedi Belediye Başkanı''olağanüstü bir şey. -Peki Riva'da bizim
yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?''

''Düşünmüyorum'', dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için
elini Başkanın dizinin üstüne koydu.

'' Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın
dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor.''


FRANZ KAFKA




MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ

İlk olarak Promete’nin insanlara yazıyı, matematiği, astronomiyi, tıbbı, hayvanları evcilleştirmeyi, gemi yapmayı, kâhinliği öğrettiği efsanesi nedeniyle, batı dünyasında, bütün kültürlerin Yunanlılardan kaynaklandığı inancı yüzyıllar boyu süregelmiştir. Diğer taraftan, Tevrat da bir kısmı tanrı tarafından yazdırılmış, bir kısmı İsrailliler tarafından yaratılmış ilk dinsel ve edebî kitap olarak kabul edilmişti.

Geçen yüzyıl içinde, Mezopotamya’da yapılan kazılardaki buluntular, çıkan binlerce yazılı belgenin çözülüp okunması ile her iki inanç da kökünden sarsıldı. Çünkü Promete’den an az 2000 yıl önce Sumerliler bunların hepsini bulmuşlar, yapmışlar ve kullanmışlardı. Diğer taraftan Tevrat’taki birçok konuların Sumerlilerden kaynaklandığı, metinler okundukça meydana çıkmış ve çıkmaktadır.

Bilindiği gibi Sumerlilerin en önemli bulgularından biri, dillerine göre bir yazı icat etmeleri, onu geliştirmeleri ve kil üzerine yazarak zamanımıza kadar ulaşmasını sağlamaları olmuştur. Bulunan belgeler arasında büyük değeri olanlar edebî yazıtlardır. Bunlar daha çok Sumerlilerin tanrıları ve dinleri ile ilgili konuları kapsamaktadır. Sumer yazarları ve ozanları tanrılarıyla ilgili çeşitli efsaneler yaratmışlar, şiirler yazmış, ilâhiler bestelemişlerdir. Bunlardan başka, destanlar, ata­sözleri, hikâyeler gibi konular da bulunuyor bunlar arasında.

Sumerlilerin dinleri ve edebî yapıtları gerek kendileri zamanında yaşayan, gerek daha sonra gelen Ortadoğu milletlerini etkisi altına alarak izleri, bir taraftan Yunanlılar yoluyla Batı dünyasına, diğer taraftan Tevrat ve Kur’an’a kadar ulaşmıştır.

Sumerlilerden Tevrat’a geçen konular üzerinde Batıda bazı yayınlar yapılmışsa da bu hususta ülkemizde bir yayın yoktu. Aynı konuların Kur’­an’da bulunup bulunmadığı, bulunuyorsa ne düzeyde olduğu soruları beni bir hayli meraklandırmıştı. Bu nedenle geçtiğimiz aylarda Sumer edebiyatından ve efsanelerinden Tevrat ve Kur’an’a geçen konuları karşılaştırmak suretiyle oldukça ayrıntılı bir yazı hazırladım. 1

Sumerlilerin dillerinin Türkçeye benzediği ve dağlık yerden göç ettikleri kamsı gittikçe yaygınlaşmaktadır. Bu nedenle Orta Asya Türk Kültürü ile onların kültürü arasında bir bağlantı bulabilir miyim, düşüncesi ile Prof. Bahaâttin Ögel’in Türk Mitolojisi 2 kitabını zaman zaman incelemekte idim. Hakikaten bazı parellellikler tesbit ettim. Bunları bir başlangıç olarak bu kongrede sunmaya karar verdim. Fakat araştırma­larım ilerledikçe konunun daha genişleyeceğini ve kongre süresini aşacağım anlayarak araştırmayı kısa kesmeye mecbur oldum.

Bahaattin Ögel, Türk mitolojisi temelinin uzay ve dünya ile ilgili inanış ve anlayış olduğunu yazmış. Sumer mitolojisinde de böyle. Sumerliler yaradılış ve evrenle ilgili düşüncelerini toplu bir halde yazmamışlar Ancak bunlar, destanların baş kısımlarında veya ortalarında kısım kısım anla­tılmış. Aynı geleneği Türk destanlarında da buluyoruz.

Sumer yaradılış efsanesine göre, önce her taraf derin ve geniş bir su ile kaplıydı. Bunun adı tanrıça Nammu. Bu tanrıça sudan bir dağ çıkarıyor. Oğlu hava tanrısı Enlil onu ikiye ayırıyor, üstü gök, altı yer olu­yor. Göğü, gök tanrısı An, yeri de yer tanrıçası Ninki ile hava tanrısı Enlil alıyor. 3 Buna göre önce evreni meydana getiren suda olan ana tanrıça ile hava tanrısıdır. Gök ve yer birer tanrı değil onların sahibidirler.

Türk efsanelerinde çok çeşitli yaradılış motifi var 4 Buna rağmen ana motif birbirlerine benziyor. İlk olarak evren büyük bir sudan oluşuyor. Tanrı Ülgen, bazısında insan olan kişi, bazısında şeytan olan Erlik ile bu suların üzerinde uçuyor. Birinde denizden bir taş çıkarak Ülgen’e konacak bir yer oluyor. Başka birinde Erlik, diğerinde kişi, bir diğerinde ise yaban ördeği suyun içinden toprağı çıkararak yeri meydana getiriyor.

Bir başkasında ise Su içindeki tanrıça Akana veya Ak-ene, Ülgen’e yeri ve göğü nasıl yaratacağını söylüyor (s. 332). Ülgen de yere ve göğe “ol” diyor, onlar da oluyorlar (s. 433).

Ülgenin yer ve göğe “olun” demesi ve evreni 6 günde yaratarak yedinci gün dinlenmesi Tevrat ve Kur’an’daki Allahın “ol” diyerek yeri göğü 6 günde yaratması ve yedinci günü dinlenmesi motifi ile paraleldir.

İnsanın yaradılışı: Sumer’de tanrılar çoğalmaya başlayınca kendi iş­lerini yapıp yetiştiremediklerinden yakınıyor ve bütün tanrıların yara­tıcısı tanrıça Nammu’ya gelerek işlerini yapacak kimseler yaratması için yalvarıyorlar. O da oğlu bilgelik tanrısı Enki’yi derin uykusundan uyan­dırarak tanrıların işlerini görecekleri yaratmasını söylüyor. Enki de annesine derin sudan çamur almasını, ona tanrıların görüntüsünde şekil vermesini, ona bu işte yer tanrıçası ile doğum tanrısının yardım edece­ğini söylüyor. Enki, ey anneciğim! yeni doğanın kaderini söyle, diyor, so­nunda o bir insan oluyor. 5

Türk efsanelerinde insanın yaradılışı: Bunların birinde tanrı Ülgen deniz yüzünde toprak parçası görüyor. Bu toprağa “insan olsun” diyor, o insan oluyor. Adı Erlik. Bu tanrı ile kendini bir tutmaya kalkınca, tan­rı etleri çamurdan, kemikleri kamıştan 7 insan daha yaratıyor Türk Mem­lük efsanesinde, bir mağaraya dolan çamurlardan, yağmur ve sıcak etkisiyle 9 ay sonra ilk erkek meydana geliyor. Buna “Ay Atam” demiş­ler, tekrar mağraya dolan çamurlarla 9 ay sonra da bir kadın dünyaya gelmiş. Buna da “Ayva akyüzlü” demişler. Başka bir efsanede tanrı in­san şeklinde 7 erkek ve 4 kadın yapmış. Diğer bir Altay efsanesine göre tanrı Ülgen insanın etlerini topraktan, kemiklerini taştan yapıyor. Kadını da erkeğin kaburgasından. Kadının, Tevrat’a göre Adem’in kabur­gasından yaratılması, Adem ile Havva’nın cennetten kovulması motifi hak­kında Ögel kitabının 475’inci sahifesinde bazı yorumlar yapmışsa da yine bu hikâyenin kaynağı Sumerlilere dayanmaktadır.

Sumer’de Dilmun adında saf temiz tanrıların yaşadığı bir ülke var. Hastalık, ölüm bilinmeyen yaşam ülkesi. Fakat orada su yok. Su tanrısı, güneş tanrısına, yerden su çıkararak orasını tatlı su ile doldurmasını söylüyor. Güneş tanrısı istenileni yapıyor. Böylece Dilmun meyva bahçele­ri, tarlaları ve çayırları ile tanrıların cennet bahçesi oluşuyor. Bu bahçede yer tanrıçası 8 şifa bitkisi yetiştiriyor. Bunlar meyvelenince bilgelik tan­rısı Enki hepsinden tadıyor. Yenmesi yasak olan bu meyveleri yiyen tan­rıya, tanrıça çok kızıyor ve onu ölümle lânetleyerek ortadan yok oluyor... Diğer tanrılar büyük güçlüklerle yer tanrıçasını bularak tanrıyı iyi et­mesi için yakarıyorlar. Tanrıça, tanrının 8 bitkiye karşı hasta olan 8 or­ganı için birer şifa tanrısı yaratıyor. Bunlardan 5 tanesi Tanrıça. Hasta olan organlardan biri kaburga. Onu iyi eden tanrıçanın adı, kaburganın hanımı anlamına gelen Nin.ti’dir. Bu kelimede Nin hanım, ti kaburga­dır. ti’nin diğer anlamı “yaşam” dır. Bu hikâye Tevrat’a geçerken ka­burgadan bir kadın yaratılmış ve ti kelimesinin ikinci anlamı alınarak “kaburganın hanımı” yerine İbranicede “hayat veren hanım” anlamı­na gelen “Havva” adı verilmiştir. 6

Özbeklere göre İnsanın ilk atası Kil Han imiş. Ögel, bunun İran’da­ki Kil Şah’ın bir devamı olduğunu söylüyor. Tevrat’taki “Adam”ın anla­mı da kırmızı toprak.

Görüldüğü gibi gerek tek tanrılı dinlerde, gerek Türk efsanelerinde, Sumer’de olduğu gibi, evren sudan, insan topraktan meydana gelmiştir.

 Türklerin Yeraltı Dünyası hakkındaki inanışları da Sumerlilerin ina­nışına benziyor Sumerlilere göre Yeraltı Dünyasında ölüler nehir yoluyla götürülüyor. Nehrin sonunda Yeraltı tanrıçası Ereşkigal’ın 7 kapıdan ge­çilen sarayı bulunuyor. Oraya gitmek isteyenler için bazı yasaklar var. 7 Aynı motif Türk efsanesinde de bulunuyor. 8 Ögel Kur’an’daki cennetin ırmağı olarak yorumlamak istemişse de bunun Sumer’deki Yeraltı nehri olduğu kuşkusuz. Aynı nehir Tevrat’ta, Şeol, Yunan’da Hades olarak bu­lunmaktadır.

Sumer metinlerinde gök gürültüsü bulutlarını simgeleyen İmdugud adlı kutsal bir kuş var. Bu kuş kaderleri veriyor, sözüne karşı gelinmi­yor ve yardımlar yapıyor. Onun kanatları açılınca bütün göğü kaplıyor. 9 Bu kuş Akadlılarda Anzu adını alarak birinci yüzyıla kadar çiviyazılı metinlerde varlığını korumuştur. Bazen kartal olarak da algılanan bu kuş ve yılanla ilgi bazı hikâyeler var Sumer metinlerinde. Bunlardan bi­rinde aşk tarnıçası İnanna tanrılar bahçesinde dalsız budaksız bir ağaç yetiştiriyor. Ağacın tepesine Imdugud kuşu, ortasında Lilit isimli bir cin ve köküne de bir yılan yuva yapmış. Bu yüzden tahtasından yapmak is­tediğini yaptırmak için ağacı kestiremiyor. Gılgameş imdadına yetişip on­ları kaçırıyor ve ağacı keserek tanrıçaya veriyor. 10

İkinci hikâye: Kral Etana’nın çocuğu olmuyor. Çocuk yaptıran bitki gökte imiş ama göğe çıkma imkânı yok. O, bir gün bir çukura düşmüş kartal yavrularını bir yılanın yemesinden kurtarıyor. Kuş buna çok se­viniyor. Buna karşılık olarak, kralın otu alabilmesi için kanatlarının üze­rine bindirerek göğe çıkarmaya başlıyor. Kuş her yükselişte aşağıda ne gördüğünü sorması üzerine kral evvelâ geniş bir alan olduğunu, gittikçe onun küçüldüğünü, en sonunda da birşey göremediğini, korktuğu için hemen indirmesini söylüyor. 11

Üçüncü hikâye: Kahraman Lugalbanda, Zabu ülkesinden kendi şeh­ri olan Uruk’a dönmesi için, İmdugud kuşunun dostluğunu kazanmak istiyor. Kuş yuvasında bulunmadığı zaman yavrularına yağ, bal, ekmek veriyor ve onlara bakıyor. Kuş yavrularına böyle güzel bakana candan dost olmaya, ona yardım etmeye karar veriyor ve Lugalbanda’nın şehri­ne rahatlıkla dönmesini sağlıyor. 12

Bu üç hikâyedeki kuş ve yılan motifi Asya efsanelerinde çeşitli şekil­de bulunuyor. Telüt Türkleri arasında Merküt soyundan bir boya göre sağ kanadını güneş, sol kanadını ay kaplayan kutsal bir gök kuşu var (B. Ögel, s. 599). Sibirya’da şehirlerin ve yurtların yanında bir sırık üzerin­de ağaçtan yapılmış bir kuş resmi bulunuyor. Kuşa gök kuşu, direğe de göğün direği deniyor. Orta Asya ve Sibirya efsanelerinde bu direk “Hayat ağacı” gibi anlatılmış. Hayat ağacı yerle göğü birleştiriyormuş (B. Ögel, s. 598). Bu kuş ve ağaç İnanna’nın bahçesine diktiği dalsız budak­sız ağaca benziyor. Sibirya ve Orta Asya şamanları kartalı tanrı elçisi olarak görmüşler, esasen Şamanlığın babası da kartal imiş. Altaylıların Kögütey destanında kahraman Karabatur, atlarım çalan Kaankerede adın­daki kuşu ararken onun iki yavrusunu ejderden kurtarıyor. Kuş da Ka­rabutur’a atlarını geri veriyor? Yolda düşmanları tarafından öldürülen kahramanı, kuş hayat suyu vererek canlandırıyor. 13

Kırgızların kahramanı Ertöştük, tepesi göklere uzamış bir çınar ağacı üzerinde Alp Karakuş’un yavrularım yemeğe gelen ejderi öldürüyor. Kuş da ona birçok iyilik yapıyor. 14

Başka bir efsanede Ertöştük’ü kuş yeraltından yeryüzüne çıkarıyor. Çıkarken yiyecekleri bitiyor. Adam etlerinden koparıp veriyor. Yeryü­züne çıktıklarında adamın etlerini iyi ediyor kuş. Bu iyileştirmenin, ku­şun hayat ağacı üzerinde olmasındandır, deniyor (B. Ögel, s. 541).

Bir Uygur efsanesinde, Bilge Buka’nın atalarından birinin dibinde yattığı ağaca bir kuş gelerek ötmeğe, daha sonra adamı tırmalamaya baş­lamış, o sırada ağaçtan zehirli bir yılan indiğini görerek adam kuşu bı­rakmış. Bu kuşa Uygurlar tanrı gözüyle bakıyorlarmış (B. Ögel, 86).

Ögel, bu kuş motifinin eski İran Zend Avesta’dan gelmiş olabileceği­ni söylüyor. Bunda Hazer denizi ortasında bir ağaç üzerinde bir kuş bu­lunduğu yazılı imiş. Tahmuruf ve zal’in tılsımları bu kuştan geliyormuş. İranlılar buna Sireng veya Simurg diyorlar. Araplar da adı Anka, Züm­rüdü Anka. 15 Bunun Araplardan İran’a geçtiği de söyleniyormuş. Buna karşılık Ögel’e göre Türklerdeki Hüma kuşu, peygamberin hadislerinde cennet kuşu olarak bildirilen kuşmuş. Bu cenette oturuyor, zaman za­man 7 kat göğe çıkıp tanrıya gidip geliyor, deniyormuş. İranlılar bunun Çin topraklarında yaşayan bir kuş olduğunu, savunuyorlarmış. Çin ede­biyatında “Cennet Kuşu” motifi büyük önem taşıyormuş. Bu kuş moti­finin, “gök gürültüsü kuşu” adı altında Alaska’dan Güney Amerika’ya kadar bulunduğunu müşahade ettim. Çeşitli adlar almış ve efsanelere karışmış bu tanrısal kuş hikâyesi İ.Ö. en az 3000 yıllarında Sumerliler­de başlamış olduğunu gördük. Hüma kuşunun da aynı kaynaktan geldi­ği kuşkusuzdur Çünkü Sumer’in taıırısal bahçesinde, cennet bahçesindeki dalsız budaksız bir ağaç üzerine tünemiş bu kuş 7 kat göğe çıkıyor.

Görüldüğü gibi, Sumerlilerin İmdugud kuşu, Akatlılarda Anzu, Arap­larda Anka, Zümrüdü Anka, İran’da Simurg, Hindlilerde Garuda, Türklerde Hüma adları altında çeşitli efsanelere konu olarak sürmüştür. Amerika yerlileri arasına kadar uzanan bu kuş motifi de Sumerlilere mi dayanıyor, yoksa hepsi birden daha önce var olan bir kültürden mi alın­mıştır, bunu şimdi söyleyemiyoruz.

Sumer’de kahramanlar tanrılarla bağlantılı, insanüstü güçlere sahip. İlk işleri ülkeye zararlı olan büyük güçteki hayvanı öldürmek. Aynı mo­tifi Türk kahramanlarında da buluyoruz.

Sumer’de 7 temel sayı olarak görülüyor. 7 dağ aşmak, 7 kapı geçmek, 7 kat gök, 7 tanrısal ışık, 7 ağaç gibi. Türklerde temel sayı 9 olmasına karşın 7 sayısı da bulunuyor. Ögel’e göre bu Mezopatomya’dan batı Türk­lerine geçmiş. Göktürk devrinde Kozmolojik bir anlam kazanmış. 7 ik­lim, 7 yıl, 7 gün, 7 gök kısrağı gibi (B. Ögel, s. 314).

Türklerde tanrı ülkeyi uygarlaştırıyor. Sumer inanışına göre de tan­rılar şehirleri, kurumları yapıp insanlara vermişlerdir.

Türk Kaganı, tanrı tarafından çeşitli güçler verilerek insanları ida­re etmek üzere tahta oturtulmuştur. Sumer’de tanrılar şehir beylerini kendileri geçerek ve güçler vererek kendileri yerine ülkeyi idare ettiri­yorlar

Türklerde dağlar tanrıya yakın sayıldığından kutsal olmuşlar. Kur­banlar verilmiş, dağlara. Sumer’de de dağlar tanrılarla insanlar arasın­da bağlantı kurdukları düşüncesiyle kutsal sayılmış. Onun için dağ olmayan Mezopotamya’da Sumerliler tanrı evlerini yapay tepeler üzeri­ne yapmışlardır.

Sumerliler kendilerine “Karabaşlı” derlerdi. Bu deyimin Türkler­de olup olmadığını merak ediyordum. Divan-ı Lûgat-it Türk, cilt III, s. 222’de, Türkler arasında erkek ve kadın kölelere “Karabaş” deyimi kul­lanıldığı yazılı. Manas destanında ise Manas ziyafete yalnız çağrıldığın­da “karabaşlı kişiyiz” demiş. Bu yalnız başımıza “yiğidiz” demekmiş (B. Ögel, s. 513). Alanguva hikâyesinde, Alanguva ışıktan olan çocukları için onların tanrı oğlu olduklarını, “karabaşlı” insanlarla karıştırılma­malarını söylüyor. 16

Sumer’de birbirine karşıt olan nesnelere kendi özelliklerini saydıra­rak atışmalar yaptırılmıştır. Kuş balık, bakır gümüş, kazma saban, yaz kış gibi. Bu Türklerde de varmış. Buna “aytışma” deniyor. Bunun örne­ğini Divan-ı Lûgat-it Türk yaz ile kışın atışması olarak buldum. 17 Konu değişik ama motif aynı. Türklerde de Sumer’de olduğu gibi yaz ve kış tanrıları bulunuyor.

Sumer bilgin ve yazarları vaktiyle yaratılmış ve düzenli olarak işle­yen kozmik varlıkları ve kültür olaylarını m e kelimesi altında toplamış­lardır. Bir tablet üzerinde 100’den fazla m e bulunmuşsa da bunların ancak 60 kadarı okunabilmiştir. Bu kelimenin anlamı bilinmiyor. Bir­birlerine karşıt kavram ve nesneleri içeriyor gibi görünüyor. Kavga ba­rış, doğru yanlış, beylik tanrılık, krallık çobanlık, yalancılık doğruluk, fahişelik gök cenneti fahişeliği gibi. 18 Bu tarz Türklerde de var: Tanrı şeytan, iyilik kötülük, bilgi cehalet, sadakat vefasızlık, yükseklik alçak­lık, ölür yaşam gibi. Buna dualizm deniyor. Ögel’e göre İran mitoloji­sinden girmiş Türklere. Eski Türk Maniheizminde bunlar iki yıldız, daha doğrusu iki kök sembolü ile ifade edilmiş. Hayat ve ölüm ağacı kökleri olabileceği söylenmiş (B. Ögel, s. 421).

Burada Sumer kültürü ile Türk kültürü arasındaki parelellikleri elim­den geldiğince özetlemeye çalıştım. Bunlara daha birçokları ekleneceğinden kuşkum yok. Rahmetli Prof. Bahaeddin Ögel’in belirttiği gibi, Türk efsane ve destanlarında komşularından, Mani dininden, budizmden, Lama dininden, İran’dan, Hrıstiyanlık ve Müslümanlıktan birçok etkiler bulunduğu anlaşılıyor. Sumer etkisi bunlar yoluyla mı gelmişti, yoksa vaktiyle aynı Topraklar üzerinde yaşamış olmalarından mı kaynak­lanıyordu?

Bunu bugün söyleyecek durumda değiliz. Yalnız şunu belirtmeden geçemeyeceğim; Sumerlilerin yaradılış efsanesinden biraz farklı olan Babil yaradılış efsanesinden Türklerde bir iz bulamamam oldukça ilginç.

Aziz Atatürk’ün büyük bir içtenlikle arzuladığı bu tür araştırmaları, daha derin ve kapsamlı olarak genç kuşakların yapacağı ümidiyle sözlerimi bitiriyorum. Teşekkürlerimle.

 DİPNOTLAR

 * Sümerolog, 2. Kısım L. 51/4, Ataköy-İstanbul

1 Muazzez İlmiye Çığ, Sumerlilerden Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlığa Ulaşan Etkiler ve Din Kitaplarına Giren Konular, yayınlanmak üzere.

2 Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), cilt I, Ankara 1989.

3 Samuel Noah Kramer, History Begins at Sumer, Tarih Sumer’de Başlar, çeviren: Muazzez İlmiye Çığ. Ankara 1990 s. 64-69.

4 Türk Mitolojisi kitabında yaradılış efsanelerine ait sahifeler: s. 279, 432, 446, 451, 465, 466, 469, 475, 483, 486.

5 Samuel Noah Kramer, The Sumerian, Their History, Cultur and Caracter Chicago 1963, p. 150-151.

6 S. N. Kramer, a.g.e ., s. 123-124.

7‘ S.N. Kramer, a.g.e ., s. 203.

8 B. Ögel, a.g.e ., s. 111-112.

9 Thorkild Jacobsen, The Treasures of Darkness, A History of Mesopotamian Religion, Ameri­ka 1978, p. 128.

10 S.N. Kramer, a.g.e ., s. 123-124.

11 Ay. es ., s. 43-44.

12 A .g.e ., s. 179-180.

13 Murat Uraz, Türk Mitolojisi, İstanbul 1992, s. 288-289.

14 Ay. es ., s. 288-289.

15 Bu kuşa ait ayrıntılı bilgi için bkz .: Jussi Aro, Anzu and Sumurgh, Kramer Anniversary, Vo­lume, Alter Orient und Altes Testament, Band 25 (1976), p. 25-28. Araplar bu kuşun Kaf dağında yaşadığına, tüyünü ele geçirenlerin ölümsüz olacağına inanıyorlar.

16 Murat Uraz, a.g.e ., s. 323.

“ Divanü Lûgat-it Türk, Tercümeei: Besim Atalay, cilt I, e. 248, 529, III, s. 178, 278, 367. ‘° S.N. Kramer, a.g.e ., s. 116.




e-kaynak: http://www.akmb.gov.tr/ata/metinler/sempozyum/3.turkkulturuCII-23.htm