Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Gül ki sen, neş'enle gülsün ay, toprak, deniz.
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Bir güneştin bir zamanlar, ay kadar kaldındı dün,
Dün bir ay'dın, sislenen boşlukta yıldızsın bu gün;
Benzin uçmuş bak, ne rüya'dır, bu akşam gördüğün?
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Beklesin Türk Oğlu'nun azminden kuvvet bulmayan,
Sel durur, yangın söner elbette bir gün Ey Vatan
Süslenir, oynar yarın, dün ağlayıp matem tutan
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.

Cemal EDHEM YEŞİL
Beste: Musa SÜREYYA




Bana Küçükken anlatmadılar hayatı,
Söylemediler bana,
Yaşamak için,
Ayaklarım üzerinde durmak için,
 Cambazlık yapmam gerektiğini…
Ben küçücük yüreğimle,
Bir an önce büyümek isterken,
Çıktığım şu hayat yolunda,
Her virajda bir durak,
Her durakta bir engel,
Ve her engelde,
Bir darbe olduğunu,
Ö ğ r e t m e d i l e r …

Ersin Kayışlı



Hz. İsa (a.s) yarım kerpici başının altına koymuş, yatıp uyumuştu. Uyanıp gözlerini açtığında İblis'i başında bekler buldu. Ona.


- A melun başımda ne bekliyorsun? diye sordu.
İblis ona dedi ki:

- Başının altına koyduğun benim kerpicim. Bütün dünya benim malım olduğuna göre, bu kerpiç parçası da benim malımdır demektir. Madem ki malımı kullanıyorsun bana ortak oldun demektir.

Hz. İsa (a.s) kerpici başının altından aldı, fırlatıp attı. Yeniden uyumaya niyetlendi. İblis de savuştu gitti.

Ey dünya dertleriyle üzülen, ip gibi eğilip bükülen adam!

Madem sonunda herşeyi arkanda bırakıp gideceksin, açgözlülük yapmanın, durmadan mal yığmanın ne âlemi var?


Kaynak: Mantıku't Tayr, Feridüddin Attar


Ebu Said-i Mihne tekkede dervişleriyle oturuyordu. Birden içeriye perişan bir halde biri giriverdi. Yapılmayacak şeyler yapmaya, ağlamaya dövünmeye başladı. Şeyh onu yanına gelmiş, yerlere yıkılmış olarak görünce acıdı, kalkıp yanına gitti.

- Ey sarhoş, kendine gel. Burada öyle gürültü yapıp durma, neden ağlıyorsun? Ver elini bana, ayağa kalk, dedi.

Sarhoş ise dedi ki:

- Ey şeyh, Allah sana yardım etsin. El tutmak senin harcın mı? Sen başını al da git. Yıkılmak benim payıma düştü, bırak beni. Eğer herkes düşkünlerin elinden tutabilseydi, karınca yiğitlik meclisinin baş köşesine otururdu. Bu iş senin yapabileceğin bir şey değil, çekil başımdan!

Bu sözleri duyan şeyh yere yıkıldı, sapsarı yüzü kanlı gözyaşlarıyla kızıla boyandı.

Ey kendisinden başka var olmayan, ey herkesin feryadına yetişen, benim imdadıma sen yetiş. Düştüm ben, elimi sen tut.


Mantıku't -Tayr, Feridüddin Attar



Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma…

Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de…

Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

Yolcuya bakıp, yolunu tanıma.

Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.

Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;

Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;

Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal…

“En doğru yol: en dikensiz yoldur” diyenler seni aldatıyorlar.

Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

Aldırma…

Halil Cibran




"Gönülde de bir gizli gönül var."

-Mevlana

Mevlana'nın yakındığı olumsuzlukların başında dinin şekle, insanın da kalıba teslim edilmesi
gelmektedir. Bize bal taşımak için vasıta olan bir kavanozu, içine hiç parmak sokmadan bir
ömür yalayıp durmak ahmaklığı, özündenhikmetinden soyulmuş bir kalıplar yığınını kutsama
illetini çok güzel anlatır.

Rûmi, ruhundan uzaklaştırılmış bir dini gönülden uzaklık olarak görür. Kur'an, Allah'ın mal ve
evlat değil selim kalp istediğini ve son hesap gününde selim kalpten başka hiçbir şeyin işe
yaramayacağını bildirir, (bk. Şuara, 8889)

Gönül; gerçeği gören göz, erdiren öz, samimiyet, ölümsüzlük, isabet ve aşktır. Gönül, Hakk'ın
dinden ve insandan maksadıdır; hayatın bizden beklediğidir. Gönülden habersiz bir din
hokkabazlık, oyalanma ve gaflettir. Dinin şekil ve kural yönü vasıtalar yönüdür. Bu
vasıtalar(vesil)ı, iyi kullanıp gayeler (maksıd) alanına geçemeyen, dinden hiçbir nasip
alamaz. Diyor ki Rûmi: "Ömrün boyunca gönül rem
zinden bir harfin bile kokusunu alamadın; a Kur'an okuyan, hafızsın, ehilsin, ustasın ama, bu
böyle." (DK. 6/130)

Gönülsüz okunduğunda, Allah'ın rahmeti olan Kur'an bile kinlerin, düşmanlıkların leti
yapılabilir. Bu noktaya parmak basan Rûmi, şu muhteşem sözü kulağımıza ulaştırır: "Ağzınla
Ysin okuyorsun ama, kinle bütün bedenin sin gibi diş kesilmiş." (DK 6/436)

Sin, Arap alfabesinin üç dişi olan bir harfidir ve o haliyle bir testere ağzını andırır. Rûmi,
gönülden nasipsiz bir adamın bedeniyle Ysin okumasının onu testere gibi
kesmeyedoğramaya susamış halden çıkarmayacağına dikkat çekiyor. Çünkü gönülden uzak
düşmüş bir iman yapıcı iman olmaktan çıkıp yıkıcı iman haline gelir. Daha doğrusu yapıcı
iman, yerini yıkıcı inada bırakır. Bu inat, iman adı altında sahneye sürülürse de aydınlatma
yerine karartma, yapma yerine yıkma, ıslah yerine ifsd (bozma) sergilediği için insanlık buna
karşı tavır almak zorunda kalır. Ne yazık ki bu tavır alışın adı dine karşılık olmaktadır. Oysaki
bu, dine değil, dini çürüten örtülü inkra karşı bir tavırdır. O halde din adına ilk hareket, dini
içinden çürüten örtülü dinsizliği deşifre etmek olmalıdır. Kur'an birçok ayetinde, özellikle
Mûn suresinde bunu yapıyor. Ve bize gösteriyor ki, dine riyakrlığı sokanlar, görünüşte
namazniyaz içinde olsalar da, dini yalanlayan bedbahtlardır.

Rûmi, bu Kur'ansal espriyi çok iyi yakalamış ve kullanmıştır. Şöyle konuşuyor: "Gönlünü
yıkayıp arıtmamışsın, yüzünü yıkamaktan ne fayda var sana? Hırstan, doymazlıktan
süpürgeye dönmüşsün, daima toztoprak içindesin." (DK. 2/223)

Özü bırakıp, kalıp ve kabuğa mahkum olanlar, dinde derinliği bir şuur ve basiret işi olmaktan
çıkarıp bir sayı tamamlama işi haline getirirler ve elbetteki aldanırlar. Allah'ı sayılara
mahkûm etmeye kalkan zihniyetten yakınırken şöyle dua ediyor Rûmi: "Herkesi boğ, şu
sayılardan kurtar bizi... Sayıların tadına düşmüşüz, başka bir tat ver bize." (DK. 7/347) Sayı
ve kalıp rekoruyla Allah'a ulaşacağını sananları, bir testi suyu, Dicle'nin sahibi sultana hediye
götürmek gibi bir ahmaklık sergileyen adama benzetir. Bunun yerine, boş testiyle huzura
çıkıp hiçliğini, yoksulluğunu itiraf etmek gerekir. Günahkr olarak boyun bükmek, sayı
ukalalığından yeğdir. Ama bu da bir gönül nasibi gerektirir, (bk. Mesnevi, beyt; 28492868)
Sayılara sığınma aldatıcı olduğu gibi kelimelere sığınma da aldatıcıdır. Diyor ki Mevlna:
"Salavt verip duruyorsun ama, Mustafa'nın temizliğinden neyin var, ona bak." (DK. 5/270)
Ruhsal erişi kelime ve laf hokkabazlığıyla ölçen karanlık bezirgnlığa şunu söylüyor: "Nice
inşallah demeyen var ki, canı inşallaha eş olmuştur." (Mesnevi, 1/27) Ve: "Akıllı hacı niceye

dek yedi yedi tavaf ederdurur. Ben, delidivne bir hacıyım, kaç kez döndüğümü saymam bile."
(DK. 4/371)

Rûmi'nin şekil meselesinde çattığı illetlerden biri de kıyafet ve duvar hegemonyasıdır.
Kalıpkıyafete teslim olanları: "İsa'yı bırakıp da eşeğine bakma!" (DK. 3/205) diye uyaran

Rûmi, şunu soruyor: "Hırkayla sarık da nedir? Bunları rehin vermek, himmetin aşağılığından
değil de nedir?" (DK. 4/401) Ve: "Senin dayanağın Tanrı'dır, sopa değil; at sopayı, vazgeç
ondan." (DK. 7/544) Ve: "Külahı bırak da başı ara; sır o başla ele geçer." (DK. 6/134)

Rûmi, günümüz dünyasında da Müslümanları kemiren şekilperestlik illetine parmak
basmakta, bu illetin, Hz. Peygamber'i bir kıyafet putu halinde algılayan gafletine şu darbeyi
indirmektedir: "Mustafa'nın şekli yok oldu mu, lemi Allahu ekber kaplar." (DK. 5/287) Ve
bunun aksi yapılıp Mustafa, bir bedevi kıyafetinin ihyasından mutlu olan bir ruh halinde
tanıtılınca, lemi sadece yaygara kaplar.

Kur'an, engizisyona giden yolları tıkamıştır. Bu tıkamada alınan tedbirlerden biri de
mabetduvar hegemonyasını yıkmaktır. İslam'da mabet vardır ama, resmi mabet yoktur. Yani
her mümin ibadetini dilediği yerde ve tek başına yapabilir. Hz. Resul bunu ifade için: "Bütün
yeryüzü bana ve benim ümmetime mescit yapılmıştır." diyor.

Bütün yeryüzünün mescit yapılması ve insanın duvarlardan, bu duvarları saltanat ve sömürü
aracı olarak kullanan odaklardan kurtarılması Kurana bağlı tevhit erlerinin temel
görevlerinden biridir. Mevlna bu görevi en iyi biçimde yapan Hak yolcuları arasındadır. Diyor
ki: "İsa dördüncü kat göğe çıktıktan sonra kiliseyi ne yapsın." (DK. 5/205) Ve: "Can İsasmın
mescidine gökyüzü tavanı daha layıktır." (DK. 7/326)

Hakk'ı büyük yeryüzü meydanında kucaklayamayanlar onu duvarlar arasında hapiste biri
sanıyorlar. Onların o duvarlar arasında bulacakları olsa olsa nefislerinin putudur, Allah değil.

Rûmi şöyle konuşuyor: "Ne aptaldır o adam ki sevgili onun evindedir de o eve gelmez, boş
yere olmayacak yerlerde koşup gezer."(DK. 3/130) Ve şöyle belirtir duvar hegemonyasından
kurtuluşunun mutluluğunu: "Hamdolsun Allah'a, mihrabın da haçın da hüküm sürdüğü şu
daracık yerden, onun aşkıyla sıçrayıp kurtulduk." (DK. 6/218)

Rûmi'ye göre dini, formüller, kalıplarkurallar halinde sundukları sanılan peygamberler,
esasında gönül mimarlarıdır. Uyanık ruhlar, nebileri böyle anlamış, dini de bu anlayışla
yaşamışlardır. Kalabalığın, nebileri kuralcılar olarak düşünmeleri, onların gerçek çehrelerini
göremediklerindendir. Yoksa hiçbir nebi, içi pisliğe boğulmuş bir çanağın dışını yıkayıp
yıkayıp övünmeyi hüner diye tanıtmamıştır. Şöyle diyor: "Canla, gönülle peygamberlerin izini
izliyorum; aşağılık kişiler gibi kaçmadım." (DK. 4/213) Ve: "Dinin içyüzünü, özünü dile;
kabuklarından vazgeç." (DK 2/441) Ve: "Kır da içini çıkar." (DK. 7/358)

Gerçi kabuk ve kalıp özü bulabilmek için gereklidir, özü o taşır ama, bulmak ve öze geçmek
gayedir. Gayeyi yakalayamayan tembel ve karanlık benliğin kabuğu ilahlaştırmasına müsade
edilmemeli. Rûmi'nin şikyeti de esasen bu "kabuğu ilahlaştırma" illetindendir; yoksa o şeklin
ve kabuğun lüzumsuzluğunu asla söylememiştir. Diyor ki: "Meyva ham oldukça kabuğun
içinde kalması iyidir; fakat olgunlaştı mı artık kabuk zararlı olur. Kuş, yumurtanın içinde
kanatlandı mı bilki artık yumurta perdedir, kötüdür." (DK. 3/100) Başak yetişsin, olgunlaşsın
diye çekilir derdi, sapınsamanın. Sap ve samana sürekli bağımlı kalmak ise Rûmi'ye göre
eşekliktir: "Sen bir başağa benzersin, canın buğdaydır, bedenin saman; eşek değilsen ne diye
ot otluyorsun, yüzünü öze çevirsene." (DK. 7/115)

Nihayet bir nokta gelir ki, şekil ve kural gönül kuşunun ayağına pranga olur. Bu noktada:
"Gönül, din halkasından kaçıyor." (DK. 4/213)

Dine gönülle bakmayı, dini gönülle yaşamayı, dinde taklitçiliğe karşı da koyuyor Rûmi. "Suyu
başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır." diyen Rûmi, düşüncelerini şöyle sunuyor:

"Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerindedir, aşıklarmsa
gönüllerinde."

"Dillerde olan şey, "ben batanları sevmem" hükmüne girer; gönüllerdekiyse "kalan iyi
şeylerdir." der."

"Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne... Yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol
var."

"Gönül buluta benzer, göğüsler damlardır... Şu dilse oluktur sanki; yağmur oradan akar."

'Yağmur suyu gönülden göğüslere tertemiz yağar; fakat adamın içi pisse sözlerinin de
aslıfaslı yoktur."

Bu sözler, bulutu yağmur yağdıran, damı bulutu çeken, oluğu da suyu akıtan adama göredir."

"Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır... Başkalarının damlarındaki suyu aşıran,
söz nakledendir."

"Kimin gözyaşlarından nerkisler biter, güller açarsa odur aşık... Nerkisler toplayıp demet
yapansa bir iş başarandır ancak."

'Tartış zamanı, terazinin kefeleri denktir ama adamın dili doğru söylemedi mi, kefenin biri
ağıverir."

"Kim canının halini giyinmiş, canının rengine bürünmüşse hangi cevabı verirse versin,
gerçekte soru sormadadır o."

"Bilgisigörgüsü tam olan hekim, hastaya acı bir ilç da verse zulmediyor gibi görünür ama
zalim değildir, adalet ıssıdır o."

"İsterse karanlık olsun; ayak, ayakkabısını tanır; gönül de zevk yoluyla, vardığı konağın
hangi konak olduğunu anlar."

"Gönüle gir, şu tufanda Nuh'un gemisine at kendini... Durak korkulu ama gönlüne korku
girmesin kardeş." (DK. 7/628)

Rûmi'nin gönülşekil bahsinde altını çizdiği noktalardan biri de gönül sırrının insanla
eşanlamlı olduğudur. Gönülden habersiz bir dkı, bir medeniyet, bir fert insandan da
habersizdir. Ve gönlün ihya edildiğine en büyük delil, insanın ihya edilmesidir. İnsanın
ezildiği, horlanıp bir kenara itildiği bir dünyada ne dinden bahsedilebilir ne de Allah'tan.

"Otuz cüzü eline alıp çileye girdin; otuz cüz benim, vazgeç çileden." (DK. 7/543) diyen Rûmi,
gerçek Kuf'an'm insanın gönlü olduğunu, Kur'an okumanın da insanı okuyup anlamak
olduğunu söylüyor:

"Gönlün varsa gönül kbesini tavaf et... Anlam kbe'si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun
onu?"
'Tanrı, suret kbesini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur."
"Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kabe'yi tavaf etsen Tanrı kabul etmez."
"Malınımülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede ışık versin
sana."
'Tanrı kapısına binlerce altın torbası götürsen Tanrı, bize getireceksen gönül getir der."
"Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir... Bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür
bizim."
"Senin, bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş'tan da üstündür, Kürsi'den
de, Levh'ten de, Kalem'den de."
"Hor bile olsa gönülü hor tutma; o horluğuyla gene de pek üstünlük üstünüdür gönül."
'Yıkık gönül, Tanrı'nın baktığı varlıktır; onu yapan can, ne de kutludur."
"Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak, Tanrı'ya hacdan da yeğdir, umreden de."
'Tanrı defineleri, yıkık gönüldedir... Yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür."
"Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer kuşan da sırlar yolu, yüzüne açılsın."
"Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak."
"Gönüllerin yardımı seninle atbaşı beraber giderse kalbinden hikmet kaynakları akar."
"Dilinden sel gibi Abı hayat akar; soluğun, Mesih'in soluğu gibi hastalıklara ilç olur."
"Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatışa sığmaz."
Dışın ihyası uğruna için, şeklin kutsanması uğruna özün ihmali, insanın başlangıçtan beri en
büyük belası olmuştur: "Baş gözüyle bakış yüzündendir ki dünyada senin ve benim gibi
binlercesi, durmadan helak olur, kör olurgider."(DK. 3/122)
"İnsana bütün korku, içinden gelir; fakat insanın aklı, daima dışardadır."
'Yûsuf gibi, boyuna dışarıyı okşardurur; halbuki içinde, kanına kasdetmiş bir kurt vardır."
"İçinde, nasıl bir çirkin var; bir görse ödü patlar."
"O çirkinlik, bir saldırışta ölürgider; fakat insan, ona zebûn olmuştur." (DK. 6/230)
Şöyle sesleniyor. "Bal çanağının ağzı kapalı, sense üstünüyanını yalayıp duruyorsun. Çanağı
yere çal, kır, görmek duymaya benzemez." (DK. 5/179)
İnsanı erdiren, mutlu eden ve sırları çözen görüş, gönül gözünün görüşüdür. Der ki Rûmi:
"Baştan başa gönül kesil, çünkü Tanrı huzuruna yol bulan, sadece görüştür." (DK. 5/52) Bu>
görüşten yoksun bulunan filozoflar, daha doğrusu felsefe, kafa gözüyle baka baka
yorulmaktan öte bir şey elde edememiştir. "Gönülde İsa gibi babasız bir güzel resmedersin
de anlamada İbn Sina bile buzda kalakalmış eşeğe döner." (DK. 5/431)

Kafa gözüne bağlı kalanların din adına konuşmuş olmaları onları filozoflardan fazla farklı
kılmaz. Rûmi, fıkhın "caizdirdeğildir" tartışmalarını da belli bir noktadan sonra felsefenin
birbirini çürütmekten öte hüneri olmayan saçma tartışmalarına benzetiyor. 'Yürü, bilgi
öğrenenlere katıl; fıkıh bilgisinin çevresinde dön de caizdirdeğildir lafları başını yüceltsin
senin." (DK. 7/634) Ama şunu da unutmamalıyız ki: "Ebu Hanife, aşka ait ders vermedi; Şafii
aşktan rivayette bulunmadı. Caizdirdeğildir sözleri ecel vaktine kadardır; aşıkların
bilgisineyse son yoktur." (DK 5/117)

Nihayet Rûmi işin özetini gündeme getiren soruyu soruyor:

"Ölümsüz olarak dünyayı parlatan, fakat ne küfür, ne de iman olmayan ışık nerede?
Meknsızlık denizi incilerle dolu, fakat içinde insanlık incisi bulunan hangisi?" (DK. 6/225)
Böylece Rûmi, tüm gelenekselformel kabullerin ötesinde bir insan gerçeğine çağırıyor ve bu
gerçeği yakalamada gönül denen bakış ve eriş kudretine sarılmayı öneriyor: "Gönül,
göklerden de yüce, göklerden de geniş!" (DK 6/283) diyen gönül eri Mevlna sözü kendisine
de getiriyor ve: "Benim yüzümü kafa gözüyle göremezsin." (DK. 5/66) diyor.
Mevlna düşüncesinde gönlün bir adı kalp, bir adı da candır. Can, tüm ölümsüzlüğün sembol
adıdır. Can, Allah'tan bizde olandır. Çan'ın karşıtı ten'dir ki Rûmi onu, iğretinin, ölümlünün
sembol adı olarak kullanır, insanda can süvari, ten binektir. Can, yani gönül tüm varlığı
güden süvaridir.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK





Yazmayacağım işte hiçbir şey…
Tüketmişiz tüm sözcükleri nasıl olsa
Bir parça gülüş, bir parça söz
Yaşamak bile zorunlu ihtiyaç…

Kapatın tüm perdeleri
Girmesin gün ışığı içeri
Susturun tüm zilleri
Bozmasın, gelip de hiç kimse keyfimi…

Atacağım dolaplardan
Ne var ne yok eskilerden kalma
Yenilerini alıp da
Dizeceğim boylu boyunca…

Canım isterse kalkacağım yataktan
Zorlayamayacak kimse beni
İstersem yıkanacağım
Varsın, dağınık kalsın saçlarımda…

İçtiğim bir bardak çay
Onu da içmem bundan sonra
Katık ettiğim peynir düşünsün halini
Kim yiyecek diye senden sonra…

Alıp da başımı
Gezeceğim şehri bir uçtan bir uca
Basılmadık yer bırakmadan
Keyfine varacağım dolaşmanın da…

Yazmayacağım işte hiçbir şey
Okuyan yok nasıl olsa.
Okusaydık adam olurduk
Söylenmiş bir yalan nasıl olsa…


  EYLÜL 2017

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL





Gün biter gülüşün kalır bende
anılar gibi sürüklenir bulutlar
Ömrümüz ayrılıklar toplamıdır
yarım kalan bir şiir belki de

Aykırı anlamlar arayıp durma
güz bitip sular köpürür de
kapanmaz gülüşünün açtığı yara
uçurum olur zaman her gece

Her gece yeni bir savaş baslar
acı ses olur, ses deli yağmur

Sığındığım her yer adınla anılır
ben girerim sokağı devriyeler basar
Bir de gülüşün eklenir kimliğime.


Ahmet TELLİ



Geçenlerde, eski ve en başarılı öğrencilerimden biri, bir dergi, yayımlamak üzere kendisinden
bir öykü istediğinde, bu teklifi şöyle reddetti:

“Teşekkür ederim ama yazmayı bıraktım.”

“Ama niçin?”

“Yazmak çok zor, çoğu zaman düş kırıklıkları ile dolu. Sahip olduğum her şeyi verdim ama ne yazık ki yeterli değilmiş.”

Bunu söyleyen, yeni başlayanların çokça kıskanabileceği başarılı bir yeni yazardı. Çünkü beş
öyküsü satılmış, iki tanesi ulusal dergilerde yayımlanmış ve bunların hepsi iki yıldan az bir
zamanda gerçeklemişti. Yeni bir taktikle yanaşmaya karar verdim:

“En başarılı bulduğun romancının adını söyle.”

“Balzac.”

Hah, şimdi tuzağıma düşmüştü. Balzac’ın öğretmenleri Balzac'a “tahta kafa” adını
takmışlardı. Ailesi onun edebiyatla ilgili girişimlerini engellemek istemişlerdi. Balzac iki yıllık çalışmanın sonunda manzum trajedisini gururla gösterip okuduğu zaman çığlık atmışlardı. Tanıdığı tek eleştirmen olan bir arkadaşı, ona, yazardan başka her şey olabileceğini
söylemişti. Balzac ününü kazanmadan önce, sekiz yıl içinde otuz bir ciltlik kurmaca yazılar
yazdı. Büyük ve önemli kitapları da yoldaydı.

Sonra John Fitzgerald ile ilgili bir yazı okumaya başladım. Fitzgerald'ın ilk ekonomik
başarısını, otuz yıl denedikten sonra Papa Bir Mormonla Evlendi (Papa Married a Mormon) ile kazandığını anlatıyordu. Güldü ve başını salladı. Profesyonel yazı yazmak isteyen üniversite öğrencilerine ders Vermek oldukça eğlenceli bir şey. Aynı zamanda sıkıntı ve bunalım da yaratan bir şey. Benim birçok yetenekli öğrencim, tam kendilerini geliştirmeye başladıkları sırada vazgeçtiler. Aynı zamanda Westem Revieu, Reader's Digest, The Saturday Evening Post ve The New Yorker gibi dergilerde öğrencilerimin yazılan çıkıyor. Ama bir arkadaşım gelip de çocukların ne oranda başarılı olduğunu sorduğunda, “Sen bir de bırakanları, vazgeçenleri görecektin,” diyorum. Neden böyle yapıyorlar? Neden bir zamanlar istedikleri tek şey olduğunu düşündükleri yazmayı bırakıyorlar?

Bir kez William Faulkner ile konuşma şansım olmuştu. Bana yazma dersini anlattırdı.
“Öğrencilerin yazı mı yazmak istiyor, yoksa yazar olmak mı:'” diye sormuştu bana. Sorumun
cevabı burada işte. Bazı öğrenciler ve yazma işine kendi başlarına göre başlayanlar yanlış
nedenlerle yazıyorlar. Daha mürekkebi kurumadan, taslaklarını dergilere gönderiyorlar ve
yayıncılar da onları utandırmakta geç kalmıyor. Konuşulmak için yazıyorlarsa da biraz zaman
geçince yazmanın ne kadar gereksiz olduğunu anlıyorlar. Bu çocukların büyük bir kısmı,
Faulkner’in haklarında konuşmayı düşündüğü çocuklar. Yetenekleri var. Yazmak istiyorlar.
Ama bir hocaları onları itmekten vazgeçtiği zaman, onlar da bırakıyorlar. Neden? Ben bazı
sorulan ve cevaplarını biliyorum. İşte burada bunları anlatacağım: Birçoğu yaşamlarını
kazanmak zorunda. Sizin gibi, benim gibi. Başarılı yarı-zamanlı, öğrenciler perişan durumda.
Sarah Jenkins romanını kuaförde saç kurutucuların altında, otobüse bindiğinde, on beş
dakikalık aralarda yazmıştı. Şimdi kendi arabası, hatta şoförünü işe alacak parası var ama o
eski yazı ortamlarını arıyor.

Kimse bu çocuklar dikkate alınıyor. Esprili bir bakış açısıyla, kimse bir yazara benzemez.
Bazılar ailesinden gördüğü kadar herkesten anlayış bekler ve yardım arayarak yazar. Bir de
daha şanssız olanlar var ki, onlar ailesi tarafından bile yanlış anlaşılıyor. Birkaç sene önce bir
öğrencim “McCall’s” adlı öyküsünü sattı. On beş gün boyunca karısı ve ailesi ona yardım
etmeye çalışırken bir felakete sürüklediler. Her öğleden sonra çocukları evden uzaklaştırıp,
ortalığı toplayarak onu daktilosu ile yalnız bırakıyorlarmış. İki üç saate ve de büyük bir
sessizlik içinde çalışma ortamı sağlanmaya çalışıldıktan sonra öğrencim kapıda belirdiğinde
hoplaya zıplaya gülerek üzerine atılıp neler yazdığım soruyorlarmış. Elbette bu koşullar
altında çalışmalar hiç de iyi gitmemiş ve bu sıkıntı, bu baskı bir süre sonra dayanılmaz olmuş.
Zavallı çocuk o günden beri hiçbir şey yazamamış.

"Bir editör olsa da öykülerimi yayınlasa."

Çoğu zaman onların, eğer yazdıklarını basacak birinin olduğunu bilseler, her gün
yazacaklarını söylediklerini duydum. Elbette kim yazmaz ki. Önemli olan kimse ilgilenmezken yazmaya devam etmek, yalnızlık ve korku ile yüzleşmek. Öğrencilerimle doğrudan konuşurum. Onlara bu yayıncılık mekanizmasının nasıl işlediğini anlatmaya, sınıfa yayıncıları davet ederek onları tanıtmaya çalışırım. Çünkü rekabet her geçen gün daha da kızışıyor. Son olarak onlara yazabileceklerini ya da vazgeçebileceklerini söylüyorum, seçimi kendilerinin yapacağını ve kolay olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Eğer yine de yazmaya kararlılarsa, onların tarafındayım. Ve yıllar sonra bana yazmadıklarını söylerken çok mutsuz görünüyorlar.
Onlara bir yol bulmaları için yardım etmeye çalışıyorum. Onların kafasındaki sorun tek bir
noktada düğümleniyor. Gün yeterince uzun değil. Bu yılların eskitemediği bir bahanedir. Ben
de ihtiyaç duyduğumda hep bu bahaneye başvururdum. Ancak bu tamamen bir saçmalık.
Çoğumuz, bizden çok daha yoğun olan ama başarıyla devam eden yazarlar tanıyoruz.
Caroline Miller, Pulitzer Ödülü'nü kazandığında otuzlu yaşlarının başındaydı. South Georgia
Okulu’nun müdürü ile evliydi. Üç çocuğu vardı ama parası ve zamanı pek yoktu. Miller, kek
almak için gittiği markette kasada bile yazıyordu.

Zaman zaman tekrar başlamalarına yardım edebiliyorum. Onların gerçek problemi ile ilgili
öyküler anlatıyorum. Bir günlük tutmalarını öneriyorum çoğu zaman. Böylece yazmak
sıradan bir eylem haline gelecektir. Somerset Maugham’in sözünü hatırlatıyorum: “Yazmak
bir alışkanlıktır. Alışması kolay, bırakması zordur.”

Fred Shaw





Eskiden düştüğümüz zaman
Yaranın üstüne yaprak basmayı öğretmişti büyükler
Korkma geçer diyerekten…

Ne tuhaf ki yara kururdu bir süre sonra
Ve koyu bir renk alaraktan
Azalırdı acısı da…

Sonra,
Düşe kalka büyümeyi öğrendik hayat yolunda
Eriştik en nihayetinde olgunluğa
Ve yine öğrendik ki;
Aldığımız yaralar değilmiş canımızı yakan.
Aslolan yaraları açanlarmış, kapanmayan…

Kiminle kesiştiyse yolumuz
Başlardık en güzelinden muhabbete
Sevgiden, aşktan, gelecekten söz etmeye
Hayallerimizi sıralayıp birbirimize
İçerdik üstüne birer fincan kahveyi de…

Zamanla ne o yollarımızın kesiştiği insanlar,
Ne muhabbetler, ne de edilen sözler kaldı geride…
Ve suya düşen hayallerin üzerine içilen kahvelerinde
Kalmadı ne tadı, ne de hatırı eskisi gibi yerinde…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2017 Ağustos 22

….

Vaktiyle İstanbul’da Yemiş İskelesi’nde bir kahveci vardır...
Kahvesine bir gün bir Yeniçeri gelir ve şöyle der;
- Hey arkadaş!. Hep müşterilerine birer kahve yap, lakin şu kâfire yapma (Köşede oturan Rum gemi kaptanını işaret eder).
Kahveci herkese kahve yapar verir ve ardından iki kahve alıp Rum'un yanına oturur.
"Biz de seninle içelim" der.
Yeniçeri; "Heeyy!.. Ben sana o kafire kahve yapma diye tenbih etmedim mi?" diye çıkışınca kahveci "Kaptana yaptığım kahve senden değil, ocaktandır ağa!" cevabını verir.
Aradan zaman geçer. Sisam Adası'nda büyük bir isyan baş gösterir.
O zamanın Üsküdarlı kahvecisi de Yeniçeri ocağında kayıtlı asker olduğu için adaya sevk edilmiş ve esir düşmüştür.
Sisam’da asi Rumlar, ele geçirdikleri Türk esirleri bir meydanda müzayede ile satar.
Yemiş İskelesi'nin kahvecisi de esirlerle birlikte o meydanda satışa çıkarılır.
İstekliler kaç kişi ise karşılarına dizilip, bekleşirler. O sırada tepeden tırnağa silahlı bir Rum gelir.
İlk, bir paradan başlar. Bir anda beş paraya, on paraya kadar çıkar.
Sıra kahveciye gelince o silahlı adam yekden, "Beş kuruş!" diye bağır. Arttıran olmayınca da esiri alıp bir muhafız nezareti altında şehirden çıkarır.
Kahveci, "Beni beş kuruşa aldığına göre kim bilir ne gibi işkencelerle öldürecek!?.." diye düşünür.
Issız bir yerde o silahlı Rum, "Korkma! Sen beni tanımadın ama ben seni tanıdım. Hani bir Yeniçeri bana hakaret ettiği zaman sen onu dinlemeyip bana kahve ikram eden Yemiş İskelesi’ndeki kahveci değil misin?" der ve kucaklaşırlar.
Bir fincan kahvenin hatırını orada görülür.




"Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle..
Dinleme bile, sadece bekle..
Bekleme bile
Gerçekten sakin ve yalnız ol
Dünya özgürce sunacaktır kendini sana..
Maskesinden sıyrılmak için başka seçeneği yok
Huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine..."


Franz KAFKA






Yazma çabalarınızın en başında, genellikle düşüncelerin yetersizliği başlıca sorunu oluşturur.
Hatta yazı makineleriyle yaşamayı öğrenmiş olan birçok profesyonel yazar bile bu zorlukla
karşılaşır. Çoğu edebiyatçı, herhangi başka bir andan, sonunda bu noktaya gelir. Alaysı ve
gülünç biçimde, “Yazacak bir şey bulamıyorum!” der talihsiz yazar kendi kendine ve onun
için çok sıkıntılı olan bu durumda, tiksinti içinde yazmaktan vazgeçer.
Belki de vazgeçmesi gerekir. Yazmak, dünyada kesinlikle bir gönüllü çabadır. Yolun
başındaki yazar, yaşamı ve çevresi hakkında, yazılması mümkün olmayan düşünceler geçirir
aklından. Yazamayınca da suçu yanlış yerde arar ve kurmaca becerisini asla gösteremez.
Yapın hakkında çeşitli düşüncelere sahip olmadan öykü yazmanın mümkün olmadığı açıkça
ortada. Gerçek daha yalın ve daha rahatsız edicidir. Yolun başındaki yazar, iyi öykü
düşüncelerinin ortaya çıkması için gerekli çalışmayı yapmayı reddeder ve başarısız olur.
Düşünceler istemez ama moral güç ister. Şaşırtıcı ve özgün düşünceler bulmak önemli
değildir, çalışmak için yeterli olan sağlam bir düşünce akışının nasıl oluştuğu önemlidir.
Olgun düşünceler ancak olgunluktan, deneyimli insanlardan çıkar. Ama eğer yazar
olgunlaşmayı ve deneyim kazanmayı beklerse, orta yaşta böyle düşüncelere sahip olabilir. Bu
düşünceler de yalnızca olgundur, sanat yapmak için yeterli değildir. Yeteneğiniz, anlatım
alışkanlığınız, her şey öğrencilik yıllarınızdadır.
Öykü düşünceleri oluşturma, bir yöntem sorunu, özellikle bir enerji sorunudur. Edebiyat
kilerleri boş olan birçok genç yazarla bu sorunu tartışarak, çalışmalarıyla ilgili önemli yanlış
anlamalar yüzünden kötü işler çıkardıklarını öğrendim. Bu yanlış anlamaların en önemli olan
üçü üzerinde duralım:

I) Esinlenmeyi beklemek: Genç yazarlar, hatta has edebiyata gönül vermiş olanlar da,
yazmanın bir tür rahiplik işlevi, radyo dalgaları gibi gökten yayılan büyük düşüncelerin
peşine düşerek yapılan kutsal bir sanat olduğunu düşünüyorlar. Gerçekte yazmak çaba
gerektirir. Sözcüklerin kağıt üzerine koyulmasını, bunu birisinin yapabilmesini gerektirir.
Kaçan bir şey yoktur, ama düşünceler vardır. Çalışmak size nasıl yardım edebilir? Yazmak
için, ya bazı düşüncelere sahipsinizdir ya da değilsiniz. Hepsi bu!
Ama hepsi bu değil. Öykü düşünceleri oluşturmak, tıpkı el yazısıyla yazarken olduğu gibi,
örgütlü, enerjik ve dikkatle gerçekleştirdiğiniz çalışmalarınızın bir boyutudur. Eğer
esinlenmeyi beklerseniz, iyi bir düşünceyi hatırlamaktan çok unutmaya hazırlanmış
olursunuz. Öykü düşünceleri oluşturmanın yolu, bunun için bir şeyler yapmaktan geçer.
Düşüncelerinizi ve her türlü gözlemlerinizi not defterlerine, gazete sayfalarına, kağıt
parçalarına yazın. Bunu alışkanlık haline getirin. Malzemelerinizi ilk seferinde fazla
acımasızca sansür etmeyin. Bırakın gelsinler. Daha sonra üstünden geçersiniz. O zaman en
iyilerini alın ve gerisini atın. En büyük yazarlar, ürettikleri yıllar boyunca, daima not defterleri
tutmuşlardır. Sizin bunu daha dikkatli yapmanız gerekir.

Il) Kendine inanmamak: Genç yazarlarda, yazma güdüsü okuma güdüsünden önce gelir.
Büyük yazınsal sanat çalışmaları onu derinden etkiler. Diğerlerinden daha iyi olma
tutkusuyla yakar ve aynı kalitedeki yapıtı daha kısa sürede gerçekleştirebilmesi için aceleci
bir girişimle ileri fırlatır. Saygıdeğer bir tutku! Bununla birlikte, bir genç yazarın ilk
karalaması, bu muhteşem performansıyla üstünde yükseldiği zemin karşılaştırıldığında,
kötüdür. Kendi düşüncelerini basmakalıp, kötü ve çocukça bulur. Konuları büyük
ustalarınkine benzeyen düşüncelerinden ve denemelerinden vazgeçer. Bunlar onun için çok
fazladır. Ve umutsuzluğa düşer.

Genç yazar, hayran olduğu sanatçıların hiçbir zaman tipik olmayan başyapıtlarım nadiren
hatırlar. Bu yapıtlar, bütün bir ömrün ürünlerinden yapılmış dikkatli seçimlerdin En büyük
ustaların kimi başyapıtlarındaki tutku ve Yüceliğe sahip olmadığı için kendi düşüncelerinizi
cesurca ifade etmekten kaçtığınız konusunda, kendinize karşı dürüst değilsiniz. Kendi
köklerinize sahip çıkın, tıpkı ustalar gibi. Kendinize zaman tanıyın. Başka birinin biçimini
taklit etmeye çalışmayın. Kendinize inanın. İlk ürün hiçbir şeydir; yerleşik alandır,
alışkanlıktır her şey.

III) Gerçek yaşamla ilgilenmemek: Genç yazarların on tanesinden dokuzuna, ne konuda
yazmak istediklerini sorun, çok azının cevabı derin olanla, sonsuz olanla, insan olmakla ve
kendi yaptıklarıyla ilgili olacaktır. Hatta yazdıklarını okuduklarında, kendi kendilerine, “Ah,
evet, yaşamla ilgiliyim, bundan eminim,” derler ve yazarlıkta başarılı olabilmek için
ilgilenmeleri gereken düşünceler içine girmezler.

Fark şurada yatıyor: insanlarla olmayı seviyorsunuz; bazı arkadaşlarınız var; dedikoduculuğu
ayırabiliyorsunuz; “karakterler” konusunda okumayı seviyorsunuz ama bu yeterli değildir.
Bütün bunları yapabilirsiniz. Henüz yazınsal düşünceyi, araştırmayı ve çözümsel kavrayışı
içeren gerçek bir ilgi içerisinde değilsiniz. Saldırgan ve dinamik olmayan insanlarla, sabırsız
ve çok dinamik olabilirsiniz. Dinsel ya da ahlaki bir idealist olabilirsiniz. İnsanların ahlak
çöküntüsü sizi şoka uğratabilir. Eğer siz yalnızca onların iyiliğini ve kötülüğünü
düşünüyorsanız, gerçek bir yazınsal duygu içine giremezsiniz. Bir yazarın işi, yargıda
bulunmaktan çok betimlemektir. Edebiyat, insan zaaflarının bir kaydıdır. Bu zaaflarla
ilgilenirken hoşgörülü almalısınız ve onların nedenlerine inerken meraklı bir tahammül
göstermelisiniz.

Yukarıda genel olarak açıklanan düşünceleri uygulayabilmek için, lütfen, birçok genç yazar
tarafından başarıyla uygulanmış olan aşağıdaki önerileri göz önünde bulundurun.

Başlarken: Eğer kendinizi öykü düşüncesi oluşturmaya hazır hissediyorsanız ve yazmak için
yeterli gücü bulamıyorsanız, panik yapmayın. İçinde bulunduğunuz olumsuz durum,
düşüncelere sahip olmamanızdan değil, onları yazmak için gerekli alışkanlığı oluşturmamış
olmanızdan kaynaklanmaktadır. Yapmanız gereken ilk şey, kendi kendinize “yazı makinesi
paniği”ni yenmektir. Herhangi bir şey yazın. Bir yazma alışkanlığı oluşturmaya başlarken,
kağıt üzerine sözcükler düşürmeye başlarken, yazdığınız şeyin kalitesi, yazma ısrarınızı
geliştirmede güvenilir bir yoldur. İlk önce yalnızca niceliksel amaçla yazın. Kendinizi gereken
hızda yazmak için eğittiğiniz zaman, günün ilginç olayları üstüne yüz sözcük söyleyin, bu
notlarınızın niteliğini geliştirmek için çalışmaya başlamaya hazırsanız, onları seçin ve en iyi
düşünceleri alarak belirli bir sitemle öyküleştirmeye başlayın.

Not defterleri ve dosyalar: Her iyi donanımlı yazar, günün ya da gecenin kimi zamanlarında
kısa notlar almak için bir cep defteri taşır ve çalışmalarında kurgu ve taslaklarını öyküleme
ve tasnif etme yollarını bilir. İlk önce uygun boyutlarda kullanışlı bir not defteri edinmek iyi
olur. İkinci olarak, bir ofis dosyası edinmek gerekir. Bir yığın ambalaj kağıdı bile bu amaca
cevap verebilir. Ustalığa giden en iyi yollardan birinin, çeşitli konularla ilgili olarak
dosyalanmış malzemelerin içinden, belirli bir konuyu çoğaltmak olduğunu hatırlayın. Bu
yüzden işinizin mekanik gibi görünen bu bölümünü küçümsemeyin.

Okumalar: Çok okumalısınız. Özellikle öğrencilik günlerinizde oburca okumalısınız. Yaşam ve
dünya ile ilgili bilgilerinizi artırmak için çok okumalısınız ve başka yazarların bu işi nasıl
yaptıklarını öğrenmelisiniz.

Romantizm kompleksi: Bu ifadeyi, kendi yaşam ve çevrelerinin ilginç olduğuna inanmayan
yeni yazarlar için kullanıyorum. Bunlar uzak iklimlerdeki insanların, olayların, yabancıların
daha etkileyici olduğunu düşünürler. Ancak bu durum, yazınsal materyalin miktarının, bir
yerde yaşayan insan sayısı ile orantılı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Kendinizi yazın: Kurmaca yazmak bütün sanatlar içinde en mahrem olanıdır. İçinde çok
değerli, kutsal, biricik coşkular taşıdığını düşünen ve bunlarla başkalarını etkileyerek popüler
olmayı uman kişi, başka şeyler yapmalıdır. Emin olun, sizin en iyi yazınız, en çok size ait
olandır. Düşleriniz, tutkularınız nelerdir? Onları yazın. Yaşamınızdaki dönüm noktaları
nelerdi? Hangi etkenleri içeriyordu? Ne oldu? Yaşadığınız her deneyimin önemi nedir? Diğer
insanları onların içine koyarak, bu bunalımlar etrafında öyküler tasarlamaya çalışın. Ama
aynı duyguları ve aynı konuları koruyarak yapın.

Eviniz bir laboratuardır: Çoğu genç yazar kendi evindeki insanlık durumlarına yoğunlaşmış
bir çalışmayla kazanabilir. Kendi aile çevreniz sessiz olabilir ve size oldukça sıradan gelebilir.
Ama ilişkileriniz ve arkadaşlarınızın oldukça dramatize edilmiş hayali önerileri öykü
düşüncesi oluşturmanıza yarayabilir. Örneğin, bir genç kız kardeş ya da erkek kardeş gözlem
altındadır. Onu bir öykü tasarımı içinde izleyin. Ne görüyorsunuz? O ne yapıyor? Onları içine
çeken sorunlar neler? Onun kahramanı kim? Bu kahramana hangi davranışlarla ve nasıl
tapıyor? Kahramanının bazı yüz kızartıcı şeyler yapmış olduğunu öğrendiğini varsayın. Onun
üzerindeki etkisi ne olmalı? Ne yapmayı planlıyor?

Yoğun bireysel çalışmalarınızın yanı sıra, yaşamın bazı özel dönemlerine dokunmanız iyi olur.
ilk elden çalışabileceğiniz özel bir toplumsal soruna eğilmeniz iyi olur. Bu sorunu, özellikle
her evresinin duygusal niteliğini keşfetmek için arayarak çalışın. Sabırlı olun. Eğer eğitim,
boşanma, kent politikası, gençlik ya da çalışma ahlakı gibi konuları seçerseniz, konunuzun
macera, trajik ya da komik yanlarının bulunup bulunmadığına ve hangi noktaya
yoğunlaşacağınıza dikkat etmelisiniz. Herhangi bir mistik “düşünüp taşınma” süreciyle usta
olabileceğinizi tasarlamayın. Yazın!

Yaşamın gizlerini çözün: Bütün gözlemlerinizde, olayların gerisindeki daha önemli nedenleri
araştırın. Büyük insan sorunlarının, bulundukları yeri size göstermek için hoplayıp
zıplamadıklarını, bağırıp çağırmadıklarını hatırlayın. Bir insanlık durumunun en önemli
yanının, onu tanımadan anlatılamayacağı, akılda tutulması gereken en önemli şeydir.
İnsanlar hakkındaki belirsiz düşünceleriniz üzerinde biraz derin düşünürseniz başarılı
olabilirsiniz. “Yazmayan” bir yazar olmayın. Karakterlerin davranışlarını ele veren bütün
ayrıntıları yazmalısınız.

Büyük yazarlardan öğrenin: Bazı yazarlarda karakterler kendileriyle ilgili sözcükler kağıda
düşürülürken ortaya çıkmazlar. Turgenyev, doğru dürüst öykü yazmaya başlamadan önce,
belirsiz, başıboş karakterlere çalıştı. Çehov da başlangıçta benzer şeyler yazdı ve attı.
Neredeyse her yeni başlayan yaza. başlangıç saatini çok fazla erteler. Güzel bir bitiş kurgusu, mükemmel bir yapıt, yüksek tutku umarlar. En büyük yazarlar, tekrar ediyorum, bunu
yapmazlar. Yeni başlayanlar da yapmamalıdır.

Bu yazıda, öykü düşünceleri oluşturma konusunda eksik de olsa bazı doğruları vurgulamaya
çalıştım. Ancak yolun başındaki yazarların, başarılı olma sürecinde anlamakta zorluk
çektikleri gerçekleri belirttim. Bu gerçekler sonuç verici yöntemler gibi görülüyor. Eğer
kuşkunuz varsa, önerilerimi mahkûm etmeden önce onları deneyeceğinizi umuyorum.
Sonuçlarına kefil oluyorum.

 Thomas H. UZELL