Bazen kendini çok yalnız, çok korunmasız mi hissediyorsun!
Aldatılmış, kandırılmış, değersiz yahut kimsesiz...
Muhakkak öyle olmalı ki,
Gözlerin dolu dolu bakıyor...
Sığınacak bir yer, birini arıyorsun öyle değil mi!
Öyle olmalı ki titreyen bir kalple için dolu dolu...
Işte o an da sığınacağın, güveneceğin ve seni her halinle anlayacak bir tek varlık var ki O da şüphesiz Rabbin.
Ona sığın, ona güven ve bir tek onunla konuş; konuş ki yüreğinde ki tüm soruların cevabını alabilesin.
O ki seni her halinle anlar, kabul eder ve her an her yerde seni gözetir..
Unutma!
Bu dünyada gerçek olan tek şey ölüm...
Yaşamını zehir etme hiçbir şey ve hickimse için....

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
5 Şubat 2019




Bir yudum kahvenin heyecanı 
ve dudaklarımdaki izinin tadıyla 
kapatıyorum gözlerimi...
Sabah uyandığımda yanımda bulmak ümidi
ve eşlik eden sarılmalarının eşliğinde...
yeni bir güne daha günaydın diyerek
açmak istiyorum gözlerimi...

Sakın söz verme kimseye !

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
01 Şubat 2019






"Ormanı mesken edindin mi hiç benim gibi,
Sarayların yerine,
Irmaklar boyunca yürüdün mü
Ve kayalara tırmandın mı hiç?
Çiçeklerin kokusuyla yıkandın mı
Ve ışıkla kurulandın mı hiç?
Bir şarap misali içtin mi sabahın aydınlığını,
Sonsuz uzayın kadehlerinden?
Oturdun mu hiç akşam üstü benim gibi,
Üzüm asmaları arasında,
Altın avizeler gibi sarkarken salkımlar?
Susamışlar için birer pınardır onlar
Ve birer yemektir açlar için.
Birer baldır onlar, ıtırdır
Ve şaraptır dileyenlere.
Gece vakti çimenlere uzanıp
Gökyüzüyle örtündün mü hiç,
Geleceği boş verip
Geçmişi unutarak,
Ve bir denizken gecenin sessizliği
Dalgaları kulaklarına gelen,
Ve bir yürek varken gecenin sinesinde,
Senin yatağında çarpan?
Bana ney'i ver ve şarkılar söyle sen de,
Unut derdi de, dermanı da.
İnsanlar birer dizedir sadece,
Suyla yazılan birer dize."

Halil Cibran

Değişme Zamanı;

Beni yaratan güç, bana kendi yeni hayatımı değiştirme gücü de vermiştir.
Yeni yaşamıma şimdi başlayabilirim. Hemen şimdi.
Hepimiz bir yolculuktayız, bilsek de bilmesek de. Bu yolculukta tüm potansiyelimizi göstermek için buradayız. Çoğumuz düşüncelerimizin kendi etrafımızdaki olaylardan etkilenerek oluştuğunu düşünürüz. Dışarıdaki olaylar ile düşünce arasında direk ilişki kurarız . Düşüncelerini kontrol edemeyeceğini düşünerek düşünce hapsine gireriz çoğunlukla, çünkü kontrolün bizde olduğunu unuturuz.

Düşüncelerimi Değiştirme Zamanı;

Şimdi tam zamanı çünkü düşüncelerim geleceğimi oluşturur, düşüncelerimiz ile olası olayları kendimize çekeriz.

Bu evrenin insana verdiği ilahi ve mutlak bir güçtür. Bu çekim gücü tamamen yer çekimine benzeyen bir güçtür.

Düşüncelerim genelde olumsuz, kritize eden ve yargılayan türden ise ve başıma düzenli olarak benzer hadiseler geliyorsa… bir durup günlük düşündüklerime bakmalıyım…
İyileşmem ve şifalanmam başladı bile.
Vücudum kendi kendine iyileşmesini zaten biliyor.
Birikmiş negatif çöpleri atmanın şu an tam zamanı.
Vücudumu seviyorum, düzenli vücuduma faydalı, canlandırıcı ve arındırıcı yiyecekleri ve içecekleri bilinçli seçiyorum.
Yaşadığım ortamı şifalandırmam kendimi daha iyi hissetmek için ortamımı düzenliyor ve değiştiriyorum.
Bana keyif veren şeyleri yapıyorum.
Yeni yaşamım ve değişmem affetmeyi öğrenmem ile başladı.
Kalbimdeki sevginin beni tamamen yıkamasını ve tüm olumsuzlukları vücudumdan alıp götürmesine kalbimi açıyorum.
İçimdeki derin bilgeliğe tamamen güveniyorum.

Hepimizin içindeki bu bilgelik evrendeki bilgelik ile çok iç içe ve benzer bir ağ ile bağlı neredeyse. Bu bilgelik ağı bizim tüm sorularımıza yanıt verebilir.
İçsel bilgeliğimize güvenmeyi kendimize öğretmeliyiz.
Günlük işlerinizi yaparken sezgilerinizi dinleyin. Her an sezgilerinizin size yardım ettiğini hatırlayın. Sezgilerinize güvenin…
Ben affetmeyi seçiyorum…
Kendimizi ‘ben haklıyım’ hapishanesine hapsetmişsek, özgürleşemeyiz… affetmeyi bilmiyor olsak ta.
Affetmeyi arzulamamız gerek. Evren bizim arzumuza bir yanıt bulup bize çözümler getirecektir, sadece arzulayın…
Kendimi ve başkalarını affetmek beni geçmiş zamandan salıverir ve serbest bırakıp özgürleştirecektir.
Affetmek neredeyse sorunların hepsinden bizi alıp özgürleştirir.
Affetmek kendime verdiğim en büyük armağandır.

Ben affediyorum ve kendimi özgür bırakıyorum.
Yaptığım her şeyi çok haz alarak yapıyorum.
Unutmayalım, bugünü tekrar yaşamak şansı bize tekrar geri verilmeyecektir.
Yaptığım her şeyde bir zenginlik, neşe, keyiflilik ve haz almak var.
Kalbimi ve sezgilerimi dinlediğimden günün her dakikası benim için önemli daha olumlu yaşayabilmem için…Kendi dünyamda çok huzurluyum, dünyayı ve hayatı hala öğreniyorum.
Nasıl ki bir bilgisayarın detaylarını öğrendikçe ondan çok daha iyi randıman alırız…bizim hayat tecrübemizde öyledir.
Hayatın,evrenin, dünyanın ve kendimizin ilahi sırlarını öğrendikçe ve uyguladıkça varoluşumuz anlam kazanır ve ruhumuzun bir aşk misyonu olduğunun farkına varırız.
Evrende bir ritim var ve ben bu ritmin parçasıyım.
Evren benim her yaptığımı destekler.
Ben düşüncelerimi olumlu seçtiğim sürece evren bana sadece ve sadece her şeyin olumlusunu ve en güzelini getirir.
Evrenin bana en hayırlısını getireceğine tamamen güveniyorum.
Yaşadığım yer en mükemmel yer.
Yaşadığım yer gelişen ve evrimleşen bilincimin bir uzantısıdır.
Yaşadığımız yerden nefret edersek. Bu hissi her yere taşırız ve mekanları insanları olumsuz etkileriz.
Sahip olduklarına minnetkar olmak size sadece bolluk ve bereket getirecektir. Taşındığınız yerden arkanızda sevgi bırakın ki oraya yeni taşınan için sevgiyle başlanabilecek bir ortam olsun.
Siz bıraktığınız her şeyi sevgiyle bırakın ki sizin bulunduğunuz yerlerde sizde sevgi bulun.

Ben geçmişi salıverip özgürleştirebilirim…herkesi affederek…Tüm yaralı hislerin gitmesine izin vermeyebiliriz fakat bu yaralı hisler bizi ilerletmez. Bizi olduğumuz yerde bırakır.
Geçmişi bırakıyorum…şu anki vakit daha anlamlı ve keyifli…Ben kendimi şu ana kadar tanıma fırsatı bulup ruhumun gelişimi için yolculuğumda karşılaşıp tanıdığım, beni yaralayan, üzen öğrenmemi sağlayan herkesten minnettarım…

Bu yüzden yolculuğumdaki yoluma uğramış ve canımı acıtmış herkesi affediyorum…
Tüm tanıdıklarımı geçmişin zincirlerinden serbest bırakıyorum.
Tüm yaralı hislerimi, acılarımı serbest bırakıyorum.
Kendimi daha yeni maceralı, keyifli tecrübelere açıyorum.
Güç şu anda ve şimdi…
ne kadar zamandır sorunum olduğu hiç önemli değil.
Şu an karar vermem her şeyi değiştirir… düşünmemi değiştirmem her şeyi değiştirmem demektir.

LOUİSE HAY 






Yüreğinizi yazıya dökün.

Asla konunuzdan ve konunuza karşı olan tutkunuzdan utanç duymayın.
"Yasaklanmış" tutkularınız, büyük olasılıkla yazmanız için sizi tetikleyecek. Tıpkı uzun zaman
önce ölmüş babasına karşı yaşamı boyunca öfke duymuş olan Amerikalı büyük oyun
yazarımız Eugene O'Neill, yaşamı boyunca annesine karşı öfke içinde olan Amerikalı büyük
nesir ustamız Ernest Hemingway, yaşamları boyunca kendini öldürmenin coşkunluğuyla
akıllarını çelen baştan çıkarıcı Ölüm Meleği'yle mücadele veren Sylvia Plath ve Anne Sexton
gibi. Dostoyevski'de şiddetli bir kendini yaralama ve Flannery O'Corınor'da "inanmayanlar'ın
sadistçe cezalandırılmaları içgüdüsü. Edgar Allan Poe'daki delirme ve geriye döndürülmez,
ağza alınmaz bir suç işleme korkusu bir ihtiyarı ya da bir eşi öldürme, birisinin "çok sevilen"
kedisinin gözlerini çıkarma. Saklı kalmış benliğinizle ya da benliklerinizle mücadeleniz
sanatınıza yol verir; bu hisler, yazmanızı yönlendiren ve başkalarına belirli bir uzaklıktan
"çalışmak" olarak görünecek saatleri, günleri, haftaları, ayları ve yılları olanaklı kılan ateştir.
Zar zor anlaşılan bu dürtüler olmasa, görünüşte daha mutlu bir insan ve toplumunuzun daha
ilgili bir yurttaşı olabilirsiniz fakat muhtemelen esaslı bir şeyler yaratmazsınız.
Daha yaşlı bir yazar, yeni bir yazara ne tür bir öneri vermeye cesaret eder? Ancak yıllar önce
kendisine söylenmiş olmasını isteyebileceği şeyi: Cesaretiniz kırılmasın! Etrafınıza yan yan
bakışlar atmayın ve kendinizi akranlarınız arasındaki başkalarıyla kıyaslamayın! (Yazmak bir
yarış değildir. Aslında "kazanan" kimse olmaz. Tatmin, çabada ve nadiren neticede gelen
ödüllerdedir.) Ve yine; yüreğinizi yazıya dökün.
Farklı şeyleri ve gerekçelendirme yapmadan okuyun. Okumak istediğinizi okuyun,
başkalarının size okumanız gerektiğini söylediği şeyi değil (Hamlet'in dediği gibi,
"'meli,malı'nın ne demek olduğunu bilmiyorum"). Sevdiğiniz bir yazara dalın ve onun ilk
yapıtları da dahil olmak üzere yazdığı her şeyi okuyun. Özellikle de ilk yapıtlarını. Büyük bir
yazar, büyük, hatta iyi olmadan önce, belki de tıpkı senin gibi bir yol arıyor, el yordamıyla bir
ses edinmeye çalışıyordu.
Özellikle kendi kuşağınız için değilse de, kendi zamanınız için yazın. "Gelecek nesil" için
yazamazsınız öyle bir şey yok. Mazi olmuş bir dünya için yazamazsınız. Bilinçsizce var
olmayan bir okuyucuya sesleniyor olabilirsiniz; memnun olmayacak birini ve memnun
etmeye değmeyen birini memnun etmeye uğraşıyor olabilirsiniz.
(Fakat kendinizi "yüreğinizi yazıya dökmek" konusunda yetersiz hissederseniz ürkek,
utangaç, başkalarının hislerini incitmekten ya da yaralamaktan korkmuş gibi, makul bir
çözüm bulmayı ve takma isimle yazmayı isteyebilirsiniz. "Kalem adı"nda mükemmel bir
biçimde özgürleştiren, hatta çocuksu bir şey var: yazı yazdığınız ve size ekli olmayan bir
araca verilen hayali bir isim Koşullarınız değişirse, yazan kimliğinize her zaman sahip
çıkabilirsiniz. Her zaman yazan kimliğinizi terk edebilir ve bir yenisini yaratabilirsiniz. Erken
yayımlanmak, şüpheli bir lütuf olabilir: hepimiz ilk kitaplarını yayımlatmamış olmak için her
şeyi verebilecek ve var olan tüm kopyaları satın almak için dolanan yazarlar tanırız. Çok geç!)
(Pek tabii ki, öğretmeyi, dersleri, okumaları içeren profesyonel bir yaşam istiyorsanız toplum
içinde bilinecek bir isim kullanmak durumunda kalacaksınız. Fakat yalnızca bir isim.)
Dünyanın size adil davranmasını beklemeyin. Hatta merhametlice davranmasını bile
beklemeyin.
Hayat, tepe üstü yaşanır; tıpkı lunapark treninde yol almak gibi: "sanat" soğukkanlı bir
biçimde seçicidir ve yalnızca geçmişe bakılarak yaratılabilir. Fakat hayatı, onun hakkında
yazmak için yaşamayın çünkü böyle yaşanan bir "hayat" yapay ve anlamsız olacaktır.
Büsbütün alternatif bir yaşam keşfetmek daha iyi. Çok daha iy



Çoğumuz, hayatımızın akışı içinde pek çok kez sanat yapıtlarına aşık oluruz. Kendinizi bir
başkasının yapıtına hayranlık duymaktan, hatta tapmaktan alıkoymayın. (Degas Manet'ye
nasıl tapardı! Melville Hawthorne'a nasıl aşıktı! Ve Whitman genç, tutkulu ve coşkuyla dolup
taşmış kaç şaire baba olmuştu!) Heyecan verici, dikkat çekici, rahatsızlık verici bir ses ya da
düşünce bulursanız, kendinizi ona verin. Ondan öğrenecekleriniz olacaktır. Hayatım boyunca
Lewis Carroll, Emily Bronte, Kafka, Poe, Melville, Emily Dickinson, William Faulkner,
Charlotte Bronte, Dostoyevski gibi çok farklı yazarlara aşık oldum (ve hiçbir zaman da aşık
olmaktan tam olarak vazgeçmedim). Bir süre önce, Mark Twain'in Huckleberry Finn’ini
okurken, romanın tüm bölümlerini ezberlemiş olduğumu fark ettim. James T. Farrell'in şimdi
adeta okunmamış gibi olan Studs Lonigan adlı üçlü yapıtını yeniden okurken, tüm bölümleri
ezberlemiş olduğumu fark ettim. Emily Dickinson'ın, büyük olasılıkla kendisinden bile daha
ayrıntılı bildiğim şiirleri var; bu şiirler belleğime öyle bir biçimde kazınmışlar ki, onunkinde
böylesine yer edemezlerdi. William Butler Yeats'in, Walt Whitman'ın, Robert Frost'un, D.H.
Lawrence'ın, ilk keşfedişimin üzerinden yıllar geçtikten sonra bile içimi hala heyecanla
titreten şiirleri var.
Bir idealist olmaktan, romantik ve "arzulu" olmaktan utanç duymayın. İlginize karşılık
vermeyecek insanları arzularsanız, arzunuzun muhtemelen onlara dair en değerli şey
olduğunu bilmelisiniz. Karşılıksız olduğu sürece.
Klasikler hakkında çabucak peşin hüküm vermeyin. Çağdaş eserler hakkında da. Okumak için
zaman zaman beğeninize ya da beğeniniz olduğuna inandığınız şeye aykırı kitaplar seçin. Bu,
erkek dünyasıdır; duyarlılığı feminizmle ateşlenen bir kadın, burada can sıkıcı ve rahatsız
edici pek çok şey bulur, fakat gözlerini dikip içeriye bakan bir yabancı olmanın ne anlama
geldiğini bilmekte öğrenecek ve esinlenecek çok şey vardır. Yirmi birinci yüzyılın bakış
açısıyla okunan ve biri kendi dehası içinde ilkel, diğeriyse cesaret kırıcı bir biçimde "modern"
olan Homeros'un Odysseia'sı ve Ovidius'un Metamorfoz’u gibi büyük yapıtlar, kadın ve erkek
okuyucuları çok farklı şekillerde etkiler. Bir kadın acısının, öfkesinin ve "adalet" umudunun
gerçekliğini kabul eder; hatta intikam umudu bile, yaşamında olmasa da yapıtlarında iyi bir
şey olabilir.
Dil, sayfa üzerinde buz gibi soğuk bir araçtır. Bizler, oyuncular ve sporculardan farklı olarak,
dilersek yeniden hayal edebilir, gözden geçirip düzeltebilir ve tamamen yeniden yazabiliriz.
Çalışmamız tıpkı bir taşa basılır gibi bir kitaba basılmadan önce üzerindeki hükmümüzü
koruruz. İlk karalama tökezletebilir ya da bitkin düşülebilir, fakat bir sonraki karalama ya da
karalamalar daha yüksek bir seviyeye geçirecek ve ferahlatacaktır. Yeter ki inancınız olsun:
ilk cümle, son cümle yazılana dek yazılamaz. Ancak o zaman nereye gittiğinizi ve nerede
olduğunuzu bilirsiniz.

Roman, tek çaresi roman olan bir derttir.

Ve son bir kez daha: Yüreğinizi yazıya dökün

Joyce CAROL QUATES



“Seni herkesten çok sevmiş, ama senin tarafından hiç tanınmamış olandan, hep seni beklemiş, ama senin tarafından hiç çağrılmamış olandan kalan bir miras.”
“Evet, şimdi, bundan sonra kim yaş günlerinde sana hep beyaz güller yollayacak? Ah, evet, vazo boş kalacak, bir zamanlar yılda bir defa olsun etrafında esmiş olan o hafif nefes, hayatımdan sana gelen o küçücük rüzgar, evet, o da solup gidecek! ”


Çizebilseydim, bahar olacaktı yüzün…
Yazabilsem, en uzunu şiirlerin…
Olmadı, beceremedim…
Adını duvarlara yazacak çağım da çoktan geçti benim.
Yasak sevdamın gözaltı tarafı…
Çaresiz,
Seni yüreğimde erittim…
Ama yine de hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi,
Hoş geldin!…

'Ağır ağır çıkılan bir merdiven' yok…
Eskittiğin yıllardan değil,
Sızlayınca yüreğin, anlıyorsun: yine gecikmişsin…
Sen, yeni yeni öğreniyorsun sevmeyi,
Bense çoktan düşürmüşüm aklıma ölümü…
Gönlün bedene baş kaldırdığı yerdeyim…
Ama yine de hoş geldin
Eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin…!

Ben bir bu dağları eskitemedim,
Bir de sana düşmüş yüreğimi…
Gittiğim yolları hiç hesaba katma!
Düşünü görmediğim uykular zaten haram…
Gökyüzünü boyayacak zaman da kalmadı…
Haydi sar kollarını…
'Ayrılık' diyeceğim,
Dilim varmıyor…
Daha yeni söylemiştim;
Hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin.

Deniz tuzunu saklıyor
Çizdiğim beyazlarda
Karlar çürüdü
Suyumuz ekşi,
Gönlümüz kırık…
Sevip de kaçanların hiç biri, yüzyıllardır yakalanamadı.
Firarinin umudu tükenmiyor,
Yaşamadan bitmiyor kör olası…
Ama yine de hoş geldin eskimeyen yüzümün yeni gülümseyişi
Hoş geldin!…

Bir tarafımızı Eylül'de budamışlardı
Kalanı, sevdana kurban…
İçtiğim içkiye seni düşürdüm,
Bu akşam gözlerimi
Küllükte söndürdüm.
Hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin!…

Korkunun bittiği yere yazdım adını,
Dağların en kuytu yerine…
Sonsuzluk değildi beklediğimiz,
Bir parça 'mutluluk' diye diretmiştik.
Çok mu geldi bilmem ki tanrının gözüne…
Ama yine de hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi!…

Eskidi saatler,
Zamanı geldi,
Yeniden düşmeliyim yollara…
Geceler sırtımda, 
Cebimde sevdalarım
Yardan öte söyleyecek sözüm vardı benim…
Düşlere saklamalı şimdi yari, uyanmamacasına!
Yükselmeli ateşim
Kanamalı sıkmaktan avuç içlerim
Terleyip atmalıyım içimden seni
Kimseler bilmemişti, görmemişti gelişini,
Benden gidişindeki gibi… 
Ama yine de hoş geldin. 
Eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin!…

Tayfun TALİPOĞLU



Atatürk söylüyor:
- Montesquieu'nun, "Bir milletin musikicilikteki akışına önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olamaz" sözünü okudum, doğrularım. Bunun için, musikiciliğe pek çok özen göstermekte olduğumu görüyorsunuz.
- Biz Batılılara göre, doğu musikiciliğinin kulaklarımıza gelen tuhaflık yönünden söz ettim ve dedim ki; Doğunun tek anlayamadığımız bir tarafı varsa,o da onun musikiciliğidir.

Gazi, itiraz ederek şöyle demiştir:
- Bunlar hep Bizans'tan kalma şeylerdir. Bizim gerçek musikimiz Anadolu halkında işitilebilir.
- Bu ezgilerin geliştirilmesi mümkün değil midir?
- Batı musikiciliği bugünkü durumuna gelinceye kadar, ne kadar zamanlar geçti?
- Dört yüz yıl kadar geçti.

- Bizim bu kadar süre beklemeye zamanımız yoktur. Bunun için, batı musikiciliğini almakta olduğumuzu görüyorsunuz.

Emil LUDWIG

Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana

Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kâğıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
O andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hâlâ başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabancı sesiyle

Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
Ve bütün kentte
Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini
Ve isteğimin acı şakaklarından
Fışkırdığında kan
Yaşamım artık
Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin
tiktaklarından başka
Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
Çılgınca sevmekten başka

Bir pencere yeter bana bir tek pencere
Bilince ve bakışa ve suskunluğa
İşte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
Ve sor aynadan
Adını kurtarıcının
Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen yeryüzü?
Yıkıntı elçiliğini, peygamberler
Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
Bu patlamalar art arda
Bu zehirli bulutlar?
Ey dost, ey kardeş, ey herkes!
Yazın tarihini gül soykırımının
Aya vardığınızda!

Düşler
Ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
Şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
Eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
Ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
gençliğim miydi benim?
Çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
Merhaba diyebilecek miyim o iyi Tanrı’ya çatılarda dolaşan?

Seziyorum zaman geçip gitti artık
Seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
Seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
adamın elleri arasında

Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda…

FÜRUĞ FERRUHZAD





Hz Mevlana Mesnevide şöyle bir hikaye anlatır. Huysuz adamın biri herkesin gelip geçtiği yol üzerine dikenli çamlar diker.Yoldan geçenler her ne kadar bunları yoldan sök at deseler de o bunların hiç birine kulak asmaz. O dikenli çalılar büyür. Yoldan geçen halkın ayağına takılır. Perişan olurlar. Hal Valiye intikal eder. Vali adamı yanına çağırır.

Dikenleri sökmesini emreder. O da sökerim diye söz verir. Ama bugün yarin diye ertelemeye devam eder. Ne sökmem der ne sökerim der. Bir gün Vali yanına çağırır. Verdiği sözde durmayan adam emrimi hemen yap. Der. İkaz eder. Huysuz adam önümde uzun günler var nasıl olsa sökerim der.
Vali adamı uyarır ama adam sözden anlamaz. Dikenler kök salip büyümeye devam eder.


Mevlana burada şöyle der. Her gün sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama günler akıp geçtikçe o dikenler dahada kuvvetleniyor. Onu sökecek de ihtiyarlıyor kuvvetten düşüyor. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil o dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı, kaç kere oldu kötü huyun seni yaraladı çirkin huyun başkalarını da rahatsız ettiğini bilmiyorsun. Sen şu dikeni gül fidanı haline getir gül fidanı ile onu işle böylece sendeki dikenler gül fidanı haline gelsin. Eğer sende şerri gidermek istersen ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök o zaman laleler ak güller güzel kokulu çiçekler yetişir.




İnceden inceye içime işlenen
Nakış nakış dokunuyorsa sevdan yüreğime
Bil ki beklenensin gönlüme giren
Gönlümde yer edinen
En güzel duamsın sevginle
Çaresiz kalınan gecelerde
Kaçışlarımın diğer yanı
Söylediğim şarkıların en güzel nakaratı
İçtiğim su kadar aziz
Bastığım toprak kadar kutsal
Gökyüzü kadar derin
Yeryüzü kadar güzel
Söylediğim şarkılarda
Hüznümün diğer adı
Mutluluğum
Eksik yanım
Kalp hırsızım
Ve daha binlerce kelimeye sığdırmaya çalıştığım
Gideni aratmayan sevdam
Kollarında kaybolduğum
Sarıldığımda her şeyi unuttuğum
Biriciğim, özüm, sözüm, iki gözüm
Ömrümün kalan yüzü
Birlikte daha nice yıllara…

Seni Seviyorum…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
15 Ağustos 2018




Anatole France

Londra’yı gezen bir Fransız, bir gün büyük Charles Dickens’i görmeye gitmiş. Kabul edilmiş ve
hayranlığı sebebiyle pek değerli bir insanın böyle bir kaç dakikasını aldığı için özür dilemiş.

— Şanınız ve uyandırdığınız genel sevgi, şüphesiz sizi sayısız rahatsızlıklarla üzmektedir.
Kapınız her zaman sarılmış bir haldedir. Her gün prensleri, devlet adamlarını, bilginleri,
yazarları, sanatçıları, hatta delileri bile kabul etmek zorunda kalıyorsunuzdur, her halde.

Dickens hayatının son günlerinde sık sık yakalandığı sinir buhranıyla ayağa kalkarak:
 
— Evet, delileri, delileri, delileri. Yalnız onlar eğlendiriyorlar beni, diye bağırmış, sonra
şaşıran ziyaretçiyi yakasından tuttuğu gibi dışarıya atmış.

Şu uysal M. Dick’in masumluğunu bize içli bir üzüntü ile tasvir eden Charles Dickens delileri
her zaman sevmiştir. Herkes David Copperfield’i okuduğu için M. Dick’i tanır. Fransa'daki
herkesi kastediyorum. Çünkü en mükemmel İngiliz hikayecisini ihmal etmek bugün
İngiltere’de moda haline gelmiştir. Bir genç estetikçi birkaç gün önce Dombey and Sonun
ancak tercümelerinden okunabildiğini bana [1] itiraf etti. Byron’un da tatsız bir şair, bizim
Ronsard’ımız gibi bir şey olduğunu söyledi. Ben buna inanmıyorum. Byron’un yüzyılın en
büyük şairlerinden olduğuna inanıyorum. Dickens’in duyma yetisini her yazardan daha iyi
kullandığına, inanıyorum. Romanlarının, onları ilham eden aşk ve merhamet kadar güzel
olduklarına inanıyorum. David Copperfield'in bir yeni İncil olduğuna inanıyorum. En sonra
burada ayrıca üzeride durduğum. M. Dick’in de iyi niyetli bir deli olduğuna inanıyorum.
Çünkü kendisine kalan tek akıl kalbin aklıdır, o da hiçbir zaman yanıltmaz. Üstüne I.
Charles’in ölümü ile ilgili bilmem hangi hayalleri yazıp uçurtmalar uçurtmasından ne çıkar. O,
iyiliksever bir insandır, kimsenin kötülüğünü istemez. Bu, birçok aklı başında insanların
erişemedikleri bir olgunluktur. M. Dick için İngiltere’de doğmuş olmak bir mutluluktur. Orada
birey hürriyeti Fransa’da daha üstündür. Orijinallik orada daha iyi karşılanır ve bizde
olduğundan daha çok saygı görür. Hem delilik bir çeşit zihin orijinalliği değil de nedir?
Delilikten söz ediyorum, yoksa bunamadan değil. Bunama düşünce yetisini kaybetmektir.
Delilik ise bu yetilerin garip ve tuhaf bir şekilde kullanılışından başka bir şey değildi.

Çocukluğumda, yirmi yaşındaki biricik oğlunun Righi dağında bir çığ altında öldüğünü
öğrenince deliren bir ihtiyar adam tanımıştım. Deliliği yatak çarşafına sarınmaktı. Bunun
dışında tamamıyla akıllı uslu bir adamdı. Mahallenin bütün küçük yaramazları vahşice
çığlıklar atarak arkasına takılırlardı. Onda bir çocuk tatlılığıyla bir dev gücü birleştiği için
hiçbir kötülük yapmadan onları bir hayli korkutur yanma yaklaştırmazdı. Bu haliyle
mükemmel bir polis örneği idi. Bir dost evine girdiği zaman ilk işi kendini gülünç eden o iri
damalı garip paltosunu çıkarmak olurdu. Mümkün olduğu kadar bir insan vücudunu
örtüyormuş sanısını uyandıracak bir şekilde onu güzelce bir koltuk üstüne yerleştirdi. İçine
bel kemiği gibi bastonunu sokar, sonra bu bastonun sapma kenarlarını aşağıya indirdiği
şapkasını, parmaklan arasında hayali bir manzara alan o büyük fötr şapkasını geçirirdi. Bu işi
bitirince uyuyan ihtiyar bir dostu seyreder gibi perişan halini bir zaman seyreder, bir
karnaval elbisesi içinde sanki önünde uyuyan kendi deliliği imiş gibi birdenbire dünyanın en
akıllı insanı olurdu. Üstünde XVI. Louis devrinde bir ceket adı verilen elbiseye oldukça benzer
pek derli toplu bir çeşit kollu siyah yelek kalıyordu. Kaç defa onu zevkle seyretmiş,
dinlemişimdir. Her konu üzerinde büyük bir muhakeme ve anlayış ile konuşurdu. Dünyayı ve
insanları tanıtan bütün bilgilerle beslenmiş bir bilgindi. Kafasında zengin bir yolculuk
kütüphanesi vardı. Midus’ün batışını, yahut Denizcilerin Okyanus’da başlarından geçeni
anlatmakta eşsizdi.

Yetkin bir hümanist olduğunu unutursam affedilmez bir kusur işlemiş olurum. Çünkü
düpedüz iyiliksever göstererek bana bilgilerimi epey ilerleten birçok Latince ve yunanca ders
vermişti. İyilik etme çabası her rastlayışta kendini gösteriyordu. Bir astronomi bilginin ona
verdiği karışık hesaplan çözdüğünü, bir ihtiyar hizmetçiye yardım olsun diye, odun
parçaladığını görmüştüm. Hafızası yerinde idi, onu altüst eden hadise dışında hayatının
bütün hadiselerini hatırlıyordu. Oğlunun ölümü hafızasından büsbütün silinmiş gibiydi, hiç
değilse bu müthiş felaketin oluşunu aklına getirdiği sanısını uyandırabilecek tek kelime
söylediği işitilmemişti. Hemen hemen neşeli, değişmez bir mizacı vardı ve kafasını tatlı,
samimi, iç açıcı hayallerle dinlendiriyordu. Gençlerin arkadaşlığını arıyordu. Onlarla sık sık
görüşmesi kafasına pek belirgin eğitsel bir cerbeze kazandırmıştı. Rollin’in o mükemmel
Traite des etudes'nü okuyalıdan beri hep onu düşünürüm. Şunu söylemeyeyim ki, genç
arkadaşlarının fikrine hiçbir zaman kapılmazdı. Hiçbir şeyin değiştiremeyeceği inatçı bir
akışla kendi fikrini izlerdi. Ama sık sık konuşma fırsatını bulduğum gerçekten üstün
insanlarda buna benzer bir hal dikkatimi çekmişti. Yirmi yıl, kış yaz, yatak çarşafına
sarındıktan sonra bir gün artık gülünç olmayan küçük damalı bir ceketle göründü. Elbisesi
gibi hali de değişmişti. Ama bu değişikliğin mutlu bir değişme olması için çok şeylere ihtiyaç
vardı. Zavallı adam, kederli, sessiz, az konuşur olmuştu. Ağzından dökülen, hemen hemen
anlaşılmaz birkaç lakırdı korkusunu ve endişesini açığa vuruyordu. Her zaman kıpkırmızı olan
yüzünü geniş mor halkalar kaplamaya başladı. Dudakları siyah sarkıktı. Bütün yiyecekleri
reddediyordu. Bir gün oğlunun kayboluşundan söz etti. Ertesi sabah onu odasında asılmış
olarak buldular. Bu ihtiyar adamın hatırası, bende bütün ona benzeyenler için gerçek bir
sevgi uyandırır. Ama onların sayıca az olduğunu sanıyorum. Deliler de bir bakıma öbür
insanlar gibidir. İyileri tek tüktür. İnsan, birçok tımarhaneleri dolaşır da yatak çarşafı
örtünen ikinci bir ihtiyarı veya başka bir M. Dick’i yine de bulmayabilir. M. Paul Hervieu de
tıpkı Dickens gibi yalnız delilerin ilgi uyandırıcı oldukları düşüncesinden uzaklaşmış değildir.
Bize İncorınu’de korkunç bir delilik hikayesi anlatır. Sonunda bunun sadece bir rüya olduğu
anlaşılır; ama rüyaların hem en fazla korku vereni, hem de en mantığa uygun olanıdır. Bu bir
delinin rüyasıdır. Bir deliyi kusursuz olarak bir kabusa sürüklemek ancak böyle olur. İşte M.
Paul Hervieu, binde bir rastlanır bir kabiliyetle bunu göstermiştir. Kafası tersine işleyen bir
Descartes'ci gibi bize deliliğin sebeplerini anlatmıştır. Usta bir saatçinin son derece kötü bir
saati muayene ederken göstermesi gereken titizlikle düşünme makinesini, bir biri ardına
sıralanan bozukluklarını izleyerek incelemiştir. Kitabı pek ilgi çekici ve tamamıyla kendine
göre bir eserdir. İnsanlarda iki etki uyandırır; önce korkutur, sonra da düşündürür. Bu korku
— sizi ondan esirgerim — hiç de sebepsiz değildir. Beni sarsan ürpertiyi size aktarabilmem
için M. Paul Hervieu'nün bu yoldaki bütün kabiliyetini edinip onun gibi kullanmam gerekirdi.
Kitabın ilham ettiği derin düşüncelere gelince, bunlar pek çoktur.

Hiç olmazsa bin ianesini olsun söyleyivereyim. Felsefe yapmak ne güzel bir şey. Yazı
yazarken bir akasya o ince, çiçekli dallarını pencereden sallıyor. Antolojideki şairin bir
beyitini tekrarlıyorum: “bu güzel ağaç altında oturalım gel, gölgesinde konuşmak ne tatlıdır
kim bilir.” Bir güzel ağaç ve sakin düşünceler... Dünyada bundan daha güzel ne vardır? Bir
meltemin yavaş yavaş oynattığı akasyam, çiçeklerinin kokulu karını masamın üstüne kadar
getiriyor. Bu hoş etki altında pek zararı dokunmayan delilere karşı gerçek bir sevgiyi
kendime yasak etmek elimden gelmez. Bu yolda hiçbir şey yapmamak, ister deli ister akıllı
olsun, insanlar için büsbütün yasak edilmiştir. Dünyada zarar vermeden yaşamanın çaresi
yoktur. Delilerden hiçbir zaman nefret etmemeliyiz. Onlar da bizim benzerlerimiz değil midir?
Hiç de deli değilim diye kim güvenebilir? Az önce Littre ile Robin Sözlüğü'nde deliliğin tarifini
aradım. Ama bulamadım. Daha doğrusu orada okuduğum tarif hemen hemen manasız bir
şeydi. Bunun üzerinde biraz durdum; çünkü delilik vücutta hiçbir yara bere ile
nitelendirmedikçe tarif edilemez halde kalır. Bir insana bizim gibi düşünmediği zaman deli,
diyoruz, hepsi bu kadar. Felsefe bakımından delilerin fikri, bizim fikirlerimiz kadar haklıdır.
Dış alemi edindikleri izlenimlere göre tasavvur ederler. Akıllı geçinen bizlerin yaptığı bundan
başka nedir ki. Dünya onlara, bize aksettiğinden başka türlü akseder. Bizim edindiğimiz
hayalin doğru olduğunu onların edindiği hayalin yanlış olduğunu söyleriz. Gerçekte hiçbir şey
salt olarak doğru olamaz, hiçbir şey salt olarak yanlış olamaz. Onlarınki kendilerine göre
doğrudur, bizimkiler bize göre doğrudur. Şu masalı dinleyiniz: bir gün bir bahçede düz bir
ayna konveks bir ayna ile karşılaşır, ona:

— Tabiatı kendi yapınıza göre göstermenizi pek münasebetsizce bir hareket buluyorum.
Bütün sıska bacaklı, ufacık kafalı insanları koca karınlı, bütün doğru çizgileri iğri göstermeniz
için deli olmalısınız, demiş.

Konveks ayna öfke ile cevap vermiş:

— Tabiatın biçimini bozan sizsiniz. Yassı vücudunuz onları bu hale soktuğu, dışınızdaki her
şey içinizdeki gibi düz olduğu için ağaçları dümdüz sanıyorsunuz. Ağaçların gövdeleri eğridir.
İşte gerçek budur. Siz yalancı bir aynadan başka bir şey değilsiniz.
Öteki karşılık vermiş:

— Ben kimseyi aldatmıyorum, konveks kardeş. İnsanların, eşyaların karikatürünü yapan
sizsiniz.

Oradan bir geometri bilgini geçerken kavgada kızışmaya başlamış. Hikayenin anlattığına
göre bu bilgin büyük d’Alambert’miş.

Aynalara demiş ki:

— Her ikiniz de hem haklısınız, hem haksızsınız. Her biriniz eşyaları optik kanunlara göre
düşünüyorsunuz. Aldığınız şekillerin her biri geometriye göre doğrudur, her ikisi de
kusursuzdur. Bir konkav ayna çok başka bir üçüncü hayal verir. O da kusursuzdur. Tabiatın
kendisine gelince, hiç bir şey gerçek şeklini tanımaz. Hatta kendisini aksettiren aynadaki
şekilden başka bir şekil olmaması ihtimali de vardır. Sayın aynalar şunu biliniz ki eşyaların
akislerini aynı şekilde almadığınız için deli sayılmazsınız.
İşte bence güzel bir masal, bu hikayeyi, duyguları ve tutkuları kendiliğinden hissedilecek derecede ayrı insanları hücrelere kapatan akıl hastalıkları uzmanlarına armağan ediyorum. Aşırılıkta, aşkta, sanki cimrilikte, bencillikte olduğu kadar akıl yokmuş gibi tutumsuz adamı, sevdalı kadını akıldan yoksun sanıyorlar. Onlar başkalarının işitmediğini işitince, başkalarının görmediğini görünce bir insanı deli sayarlar. Bununla beraber Sokrates de Tanrısından fikir danışırdı, Jeanne d’Arc da sesler duyardı. Zaten hepimiz garip fikirli hepimiz hayal görücü klişeler değil miyiz? Dış alemin ne olduğunu biliyor muyuz? Bütün hayatımızda duygu sinirlerimizle ışık ve ses titreşimlerinden başka bir şey kavrayabiliyor muyuz? Gerçi sanrılarımız genel ve göreneğe dayanan düzen içinde devamlı, alışılmış bir haldedirler. Delilerin algılan az rastlanır. Ayrık ve farklı algılarda. Başlıca bu halleriyle tanınırlar. Hikayeciler şahı Maupassant’nın Horla'da bize tarattığı da bir delidir. Uykusun bozan ve gece masası üstündeki sütünü içen bir cadı, zavallı adamı sık sık ziyaret etmektedir. Bu yüzden hem çaresizlik içindedir, hem öfkelidir Bu da sebepsiz değildir. Çünkü kendini görünmez bir düşmana kaptırdığını hissetmek kadar korkunç bir şey olamaz. Ama hemen düşüncemi söyleyeyim mi? Bir deliye göre bu adamda biraz incelik noksanı vardır. Onun yerinde olsam, cadının istediği gibi sütü içmesine müsaade eder, kendi kendime de şöyle derdim: “bak, işler yolunda gidiyor. Bu kalevi sıvıyı yutmakla bu hayvan saydamsız bir elemanı sindirmek ve görünür bir hal alacaktır. Beklerken, saydam kalamayacağı için görünmez halini devam ettiremez. Böylece onu görmesem de vücudunda içtiği sütü olsun görürüm." Hoşunuza giderse sütle yetinmezdim, tepeden tırnağa kadar kırmızıya boyamak için ona gök boyası yuttururdum. Bundan başka suyu da sütü de içmediklerine göre görünmezler pekala var olabilirler. Hem rica ederim neden olmasın? Onların varlıklarını farzetmekte ne gibi bir saçmalık vardır? Bunu biraz düşündük mü bu zıt faraziye aklımızı altüst eder. Çünkü, hayat, bütün şekilleriyle duygularımıza çarpsaydı ve biz varlıkların bütün derecelerini kucaklayacak bir şekilde yaratılsaydık bu büyük bir talih eseri olurdu. Hayat, sıcaklığın pek özel şartlan içinde belirince bize görünür. Görünmesi imkansız gaz halindeki çevrelerde hayat varsa — ki hiç de imkansız değildir — onu anlayamayız. Ama bu onu inkar etmek için de bir sebep olamaz. Gaz halinde bulunan maddede katı halinden daha az enerjili değildir. Evren içinde, her sistemin merkezinde, babaların, kralların vazifelerini gördükleri anlaşılan güneşler neden sonsuz sessizlik içinde kalsınlar? Neden o geniş vücutlarında ısıyı ve ışığı taşıdıkları gibi hayatı ve zekayı taşımasınlar? Neden dünyanın hava tabakasında da, gezegenlerin hava tabakasında da insanlar yerleşmiş olmasınlar? Yiyeceklerini üst hava tabakasından sağlayan tamamıyla yan saydam, pek hafif varlıklar tasavvur edilemez mi? Deniz çocuklarının, kara çocuklarının var olduğu gibi hava çocuklarının da var olmasına hiçbir şey engel değildir.

[1] L'İnconnu, yazan: Paul Hervieu — Le Horla, yazan Guy de Maupassant.