ÖNEMLİ GÜNLER... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖNEMLİ GÜNLER... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Engelli olmak bir suç değildir ! 
Asıl engelli görmemiz gerekenleri görmeyen ve sevmeyi bilmeyenlerin yüreklerinde ki engellerdir. 


Engelli olmak demek, elini eteğini herkesten ve her şeyden çekmek de değildir...Yaşam her şeye rağmen hızla devam etmektedir. Bugün engelli diyerek alay ettiğimiz ve hor gördüğümüz birine karşılık emin olun ki zaman size en acı dersini verecektir ve de hiç ummadığınız bir anda ve belki de en mutlu olduğunuz bir anda...Bu bazen bir trafik kazası ile bazen başka bir sağlık sorunu ile ya da sizin payınıza düşen bir ders ile. Hiç kimse istemez engelli olarak doğmayı ve hiçbir ana baba da istemez evladının engelli olmasını. Ama bazen Yaradan öyle uygun görür ve vardır elbette bir bildiği. Sonuç ne olursa olsun önemli olan onlara hayatı zehir etmeden ve bizlere yakışır şekilde onların hayatına katkıda bulunabilmek ve destek olabilmektir. Bu çok da zor olmasa gerekir diye düşünüyorum...Her şeyden önce yöneticilerin kuma gömdükleri başlarını çıkartıp onlar için bir şeyler yapması gerektiğini büyük puntolar eşliğinde ve en kalın yazılarla bir kez daha hatırlatmakta fayda var. 


Lütfen engelli kardeşlerimiz için ulaşımdan tutunda her türlü sosyal konuda onlara yaşanılır bir hayat sunmak adına kolları birlikte sıvayalım. Nasıl ki doğal afetlerde bir araya gelebiliyoruz; onlar adına da bunu yapmamak için bir sebep yok öyle değil mi !!!


Aramızda ki engelleri kaldıralım ve onlar için bu dünyayı hepbirlikte yaşanılır bir hale dönüştürelim... 
Hepimiz birimiz birimiz hepimiz olalım !!!


Tüm engelli kardeşlerime saygı ve sevgilerimle....


Mehpare ÖĞÜT






“Rica ile, merhamet dilenmekle bir millet ve devletin şeref ve istiklâli
kurtarılmaz.
Türk milleti, gelecek nesiller için bunu unutmamalıdır."
19 MAYIS güven, sevinç, hareket günüdür”

Mustafa Kemal ATATÜRK





1941 yılında İngiltere’ye uçuş eğitimi için gönderilmiştik. Londra’ya vardığımızda, grubumuzun İngiliz makamları ile irtibatını sağlamak üzere yaşlı bir İngiliz hava binbaşısını irtibat subayı olarak atamışlardı. Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe...yi bizlerden daha iyi konuşuyordu. Mr. Salter’i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu.

Bir akşam bana şunları anlattı:

1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun’daki İngiliz işgal Tabur komutanı idim. 18 Mayıs1919 günü İstanbul’daki İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığından şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf; “16 Mayıs 1919 günü , Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan görevli olarak ayrıldığını ve fakat vapurdan gönderdiği telgrafta istifa ettiğini, eğer Samsun’a inecek olursa tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini” istemekte idi. Kumandanlığımın bu emrini en iyi şekilde yerine getirebilmem için ilk iş olarak tabur subaylarımı toplayarak kendilerine telsiz emrini okudum ve gerekli emirleri verdim. Şehirdeki durumu görmek için Samsun’a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı.
Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı bir görünümde idi. Siyah çizmeli, kilot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkat nazarımı çekti. Sonradan, bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyor. Bütün gece hiç uyumadan yatağımda döndüm durdum.

19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Bir olay çıkmaması için taburumla bütün iskele ve civarını kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalığın heyecanı son haddini buldu. Bir de gördüm ki her askerimin arkasında siyah çizmeli kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.

Vapur iyice göründü. Bazı il ve belediye görevlileri sandallarla vapurun demirleyeceği yere doğru gitmeye başladılar.
Görevimi, iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek ben de motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. İskelede beni selamlayan iki tayfaya; “Vapurdaki generali görmek istediğimi” söyledim. Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi içeriye aldı. Herkes ayakta idi. Ortadaki mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: “Taburum emrinizdedir.”

Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan dahi geçirmemiştim. Tercümanım bir an durakladı. Kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti. Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. Teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktık. Öteki sandallar da vapurun etrafına varmışlardı. Gemiye çıkmış olan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra vapurdan benim motorumla ayrıldık. İskeleye vardığımızda muavinim koşarak yanıma geldi. Kendisine; Taburu safta toplamasını, silah çattırmasını ve Türk makamlarına teslim olmalarını söyledim. Biraz durakladıktan sonra emir tekrarı yaparak selam verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı. Yanılmamıştım. Onlar hakkında edinmiş olduğum bilgiler doğru çıkmıştı.

Mustafa Kemal Paşa; benim yanıma, o siyah çizmeli kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle –tabi kendi şoförümle birlikte- misafir edileceğimi söyledikleri Ankara’ya gönderdiler. Taburumun erleri de; Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirilmişler.
Kurtuluş savaşının sonuna kadar Ankara’da, Ogüstüs Mabedi’nin yanındaki Hacı Bayram Camii’nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap bir evde kaldım. Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bir süre bu evde oturdum.

Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta’daki Türk esirlerle değiştirildik. İngiltere’ye döner dönmez tutuklandım ve divanı harbe verildim. Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi. Onlardan yararlanarak, kısa, fakat öz bir savunma hazırladım. Bana isnad edilen suç taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi. Yüksek Askeri Mahkeme’nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim :
Sayın hakimler Başbakanımız Lıoyd George’e Avam Kamarası’nda şöyle bir soru sorulmuştur: Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkardık ve o tarihten bu yana milyarları bulan (sterling) masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir’de denize döküldüler ve Anadolu’daki bütün Rumlar atıldılar veya muhacerete zorlandılar. Bizim kazancımız nedir?”
Bu soruya karşılık Başbakan Lıoyd George şunu söylemiştir: ‘Yüzyıllar bir veya iki dahi yetiştirir. XX. Yüzyılın dahisinin Türkiye’den çıkacağını ben nereden bilebilirdim?’

Görüyorsunuz sayın hakimler, karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği, XX.Yüzyılın dahisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi? Eğer ben başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gidecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.”

Beraat ettim ve terhise tabi oldum. Sivil hayatta bir tütün şirketinde iş buldum. Şirketim “Abdullah Cigarette” adındaki Türk tütünü ve Virginia karşımı sigarayı çıkartıyordu. Ben Türkçe’yi çok iyi konuştuğum için beni bir20kursa tabi tutarak tütün eksperi yaptılar ve Türkiye’ye gönderdiler. İlk iş olarak Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Beni kabul buyurdular ve ilgililere, Türkiye’deki ikametim hususunda yardımcı olmalarını ve kolaylık göstermelerini emir buyurdular. Ailemle birlikte ikinci Dünya Savaşı’na kadar, tütün üreten köylerde, Türk köylüsü ile birlikte yaşadım. Ben ve ailem Türk köylüsünü o kadar çok sevdik ve o kadar çok benimsedik ki eğer hükümetimiz tarafından resmen İngiltere’ye çağrılmasaydık Türkiye’de kalmayı tercih ederdik.

İngiltere’ye döndüğümüzde beni hava bakanlığından çağırdılar ve yeni görevimi bildirdiler. Çok sevindim ve müjdeyi aileme büyük bir zevkle bildirdim. Beni terhis olduğum rütbe ile Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF)’ne almışlardı. Görevim istihbarat Başkanlığında idi. Türkiye ile İngiltere arasında 1939’da yapılan bir anlaşmaya göre İngiltere’ye uçuş eğitimine gönderilecek olan subayların RAF ile irtibatını sağlayacaktım yani yine Türklerle birlikte olacaktım…."
Mr. Salter ile iki yıldan fazla bir süre birlikte bulunduk. Bu süre içerisinde bizleri daima savundu ve kendisini daima bizden saydı.

Yıl: 103
Mayıs 1984
Sayı:291

Em. Hava Albay Kemal İntepe' nin yukarıda tarih ve sayısı yazılı Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde yayınlanan yazısı



Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, 30 Mart 1923 tarihinde Vakit gazetesine verdiği demeçte;

"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken..., kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim" demiştir.

Bu nedenle medeni ülkeler seviyesine çıkmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti, kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapamazdı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan kadınların erkeklerden hiçbir farkı yoktu. Tek fark cinsiyetleriydi ama bu onların erkeklerden sonra yer aldığının ve ikinci sınıf insan olduğunun bir göstergesi değildi. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan kadınlar milli teşkilatlar kurarak çalışmalar yapmışlar, cepheye silah ve mermi taşıyarak erkeklerle birlikte vatanları için omuz omuza çarpmışlardır…

Medeni Kanunun kabul edilmesi ile birlikte, kadın erkek eşitliği sağlanmış; erkeğe tanınan haklar kadınlara da tanınmıştır ki bunlardan en önemlisi de seçme ve seçilme hakkının dünya da ilk kez Türk kadınına verilmesiyle gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra medeni kanunun kabulüyle birlikte evlenme tarafların isteğine bırakılmış ve vekil sistemi kaldırılarak sadece nikâh memurunun yaptığı evlilikler geçerli sayılmıştır. Ayrıca eskiden Allah’ın hakkı üç’tür deyip birden fazla kadınla evlenilmesinin önüne geçilmiş ve tek eşlilik sistemi getirilmiştir. Miras ve şahitlik gibi konularda da erkeklerle aynı haklara sahip olmuşlardır…

Aradan geçen zaman içerisinde pek çok saldırıya, eleştiriye maruz kalmış olsa da artık hakkını arayabilen, kendi ayakları üstünde durabilen ve her alanda erkekle aynı seviyede yer alabilen bir konuma gelmiştir…

Tüm bunlara rağmen günümüzde hala geleneklere bağlı kalmaktan kurtulamamış ve kadını ikinci sınıf vatandaşı olarak gören, kadını isteği dışında gönül rızası olmadan evlendiren ve daha çocuk yaştayken çocuk büyütmeye mahkûm eden ve erkek egemenliği altında zoraki yaşatılmak zorunda bırakılan, her türlü cinsel tacize ve şiddete maruz bırakılan kadınlarımızda yok değildir. Bu da kültürel eksikliğin, bilgisizliğin ve cahilliğin ve de köhnemiş geleneklere bağlılığın göstergesidir ki; bunun önüne geçmek de kadının önce kendine değer vermesi, kendinin bir köle değil bir insan olduğunu kabul ettirmesiyle mümkün olabilecektir…

Tüm kadınlar birer çiçektir aslında… İlgiye, şefkate, sevgiye ihtiyaç duyarlar…

Aslına bakarsanız her kadında biraz çocuktur aslında… Sevmek ve sevilmek, şımartılmak ister çoğunlukla…

Ve her kadın gönlüyle yürekten sever erkeğini… Ama o da bekler karşılığını fazlasıyla…

Ve her kadın güzeldir; akıllıdır; annedir; çalışandır; emektardır; cefakârdır; vefakârdır; tüm zorluklara göğüs gerebilendir aslında…


Mehpare ÖĞÜT



Türk kadını yüzyıllar boyunca geri planda bırakılmış ve ikinci sınıf insan muamelesi görmüş olup, tüm sosyal hakları elinden alınmıştır ki; “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözü de bunun gerçekliğini çok güzel bir şekilde açıklamaktadır… Tarih boyunca kadın, evinin kadını, çocuğunun anası olmaktan öteye gidememiştir. Çünkü kadın sadece çamaşır yıkayan, yemek yapan, çocuğuna ve evine bakan, kocasına hizmet eden rolleri üstlendirilmiştir. Üstlendirilmiştir diyorum çünkü gerçekten de “kadın kısmı” sadece bu işleri yapmakla yükümlüydü ve başka bir şeyden anlamaz, başka bir iş yapamazdı; çünkü kadın “eksik etekti”…

Ulu Önderimiz 30 Mart 1923 tarihinde Vakit gazetesine verdiği demeçte;

"Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim" demiştir.

Bu nedenle medeni ülkeler seviyesine çıkmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti, kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapamazdı. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan kadınların erkeklerden hiçbir farkı yoktu. Tek fark cinsiyetleriydi ama bu onların erkeklerden sonra yer aldığının ve ikinci sınıf insan olduğunun bir göstergesi değildi. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yer alan
kadınlar milli teşkilatlar kurarak çalışmalar yapmışlar, cepheye silah ve mermi taşıyarak erkeklerle birlikte vatanları için omuz omuza çarpmışlardır…

Medeni Kanunun kabul edilmesi ile birlikte, kadın erkek eşitliği sağlanmış; erkeğe tanınan haklar kadınlara da tanınmıştır ki bunlardan en önemlisi de seçme ve seçilme hakkının dünya da ilk kez Türk kadınına verilmesiyle gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra medeni kanunun kabulüyle birlikte evlenme tarafların isteğine bırakılmış ve vekil sistemi kaldırılarak sadece nikah memurunun yaptığı evlilikler geçerli sayılmıştır. Ayrıca eskiden Allah’ın hakkı üç’tür deyip birden fazla kadınla evlenilmesinin önüne geçilmiş ve tek eşlilik sistemi getirilmiştir. Miras ve şahitlik gibi konularda da erkeklerle aynı haklara sahip olmuşlardır…

Yine Ulu Önderimizin 01 Eylül 1925 Tarihinde İkdam gazetesine vermiş olduğu demeçte ;

"İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"


sözleriyle Türk kadınına verdiği önemi ve değeri bir kez daha göstererek, Türk kadınının kültürel seviyesinin yükseltilmesi için önemli çalışmalar başlatmış ve bu çalışmalar neticesinde de bilim adamı, doktor, öğretmen, sanatçı … vb gibi pek çok meslek alanında çok değerli ve başarılı kadınlar yetişerek hak ettikleri konuma gelmiş ve arkalarından da yeni nesillere örnek teşkil etmişlerdir…

Tüm bu çalışmalar neticesinde de Türk kadını dünya kadınlarına örnek teşkil edecek seviyeye gelmiş ve hak ettikleri değeri görmeye başlamıştır.

Ulu önder, Türk kadınlarının hiçbir alanda erkeklerden ve Avrupalı kadınlardan geri kalmayacakları yolundaki inancını da şu sözleriyle belirtmiştir:

"Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım."

Aradan geçen zaman içerisinde ve günümüzde, geçmişle bugün arasına dönüp baktığımızda Türk kadını büyük ilerleme kaydetmiştir. Bu süre içerisinde pek çok saldırıya, eleştiriye maruz kalmış olsa da artık hakkını arayabilen, kendi ayakları üstünde durabilen ve her alanda erkekle aynı seviyede yer alabilen bir konuma gelmiştir…

Tüm bunlara rağmen günümüzde hala geleneklere bağlı kalmaktan kurtulamamış ve kadını ikinci sınıf vatandaşı olarak gören, kadını isteği dışında gönül rızası olmadan evlendiren ve daha çocuk yaştayken çocuk büyütmeye mahkum eden ve erkek egemenliği altında zoraki yaşatılmak zorunda bırakılan, her türlü cinsel tacize ve şiddete maruz bırakılan kadınlarımızda yok değildir. Bu da kültürel eksikliğin, bilgisizliğin ve cahilliğin ve de köhnemiş geleneklere bağlılığın göstergesidir ki; bunun önüne geçmek de kadının önce kendine değer vermesi, kendinin bir köle değil bir insan olduğunu kabul ettirmesiyle mümkün olabilecektir…

Tüm kadınlar birer çiçektir aslında… İlgiye, şefkate, sevgiye ihtiyaç duyarlar…
Aslına bakarsanız her kadında biraz çocuktur aslında… Sevmek ve sevilmek, şımartılmak ister çoğunlukla…
Ve her kadın gönlüyle yürekten sever erkeğini… Ama o da bekler karşılığını fazlasıyla…
Ve her kadın güzeldir; akıllıdır; annedir; çalışandır; emektardır; cefakardır; vefakardır; tüm zorluklara göğüs gerebilendir aslında… kıymeti anlaşıldığında

Ve her kadın Nazım Hikmetin’de bir şiirinde tanımladığı gibi;

Kimi der ki kadın uzun kış gecelerinde yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli bir köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir.
Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal
O benim kollarım, bacaklarım.
Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır…



TÜM DÜNYA KADINLARININ AMA HERŞEYDEN ÖNCE DE CEFAKAR VE VEFAKAR TÜRK KADINININ KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN…



HAPPY WOMEN'S DAY !...





Saygı ve Sevgilerimle,,,
Mehpare ÖĞÜT