NE DE OLSA SONBAHARDI

'12 EKİM 1989 tarihinde kaybettiğim babam Kemal Türker'in anısına,

Sanki yüz yıl önceydi. Ne çok, ne çok zaman geçmiş aradan.

Pencere kenarlarında sardunyalar. Pas yürümüş Vita tenekeleri. Karşıdaki duvardan fışkırmış yabani otlar..

" Kendine gel !" diyorum, ama söz geçiremiyorum düşüncelerime.

Babamı hatırlıyorum.

Sabah kırağısı inmiş çiçekler buz tutardı Vize soğuğunda.

Havada hep kar kokusu olurdu.

Babam biz okula gittikten sonra, ağır aksak dükkanını açmaya giderdi.

Üstüste kazak giydirirdi annem, önlüğümün altına. O kadar zayıftım ki, ablam elimi tutmasa o sert rüzgarlar beni uçuruverecek sanırdım.

Baba beni anlıyor musun ?

Sözlerini duymuyorum. Sesi hırıltılı. Boğuk. Bir şeyler anlatıyor. Duyamıyorum . Aslında söylediklerini hisseder gibiyim de kulağımdan beynimin kıvrımlarına, aktarmakta zorlanıyorum.

Güzelce boyamıştım bisikleti.Kırık döküktü, yıpranmıştı ama olsun.Bir bisikletim vardı artık. Babam almıştı.

İçimde kanat çırpan kuşların bir kez daha vurulacağını bilemezdim..

" Adressiz bir yabancıyım Cemal. Hayallerim vardı. Gemsiz, azısız hayallerdi bunlar. Kalbimin yelkenlerini açardım dilediğimce...her vaadimin gerçekleşeceğine inanırdım...inanmak isterdim."

Sessizlik büyüyor.

”Sabahı şerifleriniz hayırlı olsun Kemal Usta.."

O sabah yağışsız, kuru bir soğuk vardı. Bakır mangalın odun ateşi yavaş yavaş küllenmeye yüz tutmuştu. Maşa ile ateşin küllerini biraz eşeledi babam. Beş yaşında filan olmalıydım. Beni de alıp dükkana getirmişti. Zaten sessiz, sözdinleyen bir çocuktum. Bir tabureye oturmuş etrafa bakıyordum ki, bakkal Niko amca geldi.

" Kemal Usta," diye mırıldandı, "sana bir şey anlatmak istiyorum ama çekiniyorum.."

Babam şaşkınlıkla Niko amcayı süzdü.

"Ne kötülüğümü gördün ki bugüne kadar" diye sordu.

" Öyle de..bilmem ki.."

" Hayrola, ne oldu ?"

"Nasıl söyleyeceğim bilemiyorum. Belki laf edersin şimdi.."

" E,meraktan çatlatma, ne olduğunu anlat.."

Niko amca yutkundu. Benim varlığımı unutmuş gibiydi. Üstüste öksürdü.

Babamın kaşları çatılmıştı : "Bir şey mi gizliyorsun benden ?"

" Aslında geçen pazar İstanbul'a inmiştim ya...O’nu gördüm..."

" O kim ? Kahretme de söyle..."

Niko amca bir an dona kaldı sanki. Yüzü sarardı. Dudakları titriyordu. Neden sonra anlatmaya başladı : "Hani, mal almaya Eminönü'ne gitmiştim.. orada Gördüm. Cahide'yi."

" Konuştunuz mu,"diye kekeledi babam.

Cahide kimdi ?

" O da seni gördü mü Niko ?"

" Bilmiyorum, belki görmüştür.."

" Görmüştür de görmezden gelmiştir.Tanırım Cahide'yi."

" Günün o saatinde belli ki şişenin dibini bulmuştu çoktan, sallanıyordu.."

Cahide kimdi ? Annem tanırdı mutlaka, anneme sorardım eve dönünce.

Elektrikler kesilmişti.Mum ışığının tavanda yarattığı titrek gölgeler bir azalıp, bir çoğalıyordu.

Babam eve hangi saatte dönerse dönsün, o gelmeden uyumazdı annem.Solgun ve yorgundu yüzü hep.

Geceydi. Kasım ayının keskin ayazı içimize işliyordu. Soba yanıyordu yanmasına da, soğuğu kesmiyordu bir türlü.Yorganıma sıkı sıkı sarıldım. Üşüyordum. Esen karayelle camlara vuran yağmur taneleri ürkütücü sesler çıkarıyordu. Cahide\yi soracaktım anneme. unutmuştum. Hep ablamın yüzünden..

Ekim ayıydı. O sabah içimde tam nedenini anlayamadığım bir kıpırtı, bir heyecan, nasıl anlatsam bir sıkıntı vardı. Sanki geç kalmamalıydım.. hep eksik, yarım kalmış, unutulmuş birşey ya da şeyler olmalıydı..ama ne ? Çıkaramıyordum. Sigarayı yakarken Çiçek Pasajı geliverdi aklıma. Renkli ampuller arasında masa masa dolaşan akordiyoncu Madam Anait. Anason ve tütün karışı havada yağda kızarmış balık kokusu ağırlaşarak üzerimize dökülürdü. Cahide'yi hatırladım. Seneler ve seneler önceydi.

Komidinin çekmecesini açtım. Ne aradığımı bilmiyordum. Nüfus Cüzdanımı aldım yanıma. Ne olur ne olmazdı, cebimde dursun..diye düşündüm. Koridordan mutfağa doğru ilerlerken gözüm saatli Maarif Takvimine takıldı.12 Ekim yazıyordu.

62 yaşındaydım. Hangi ayda doğduğumu biliyordum. Annem çıkaramamıştı sorduğumda. Babam Hamit Bulgaristan’da orman koruma memuruydu.

Bulgaristan... 1934'de Türkiye'ye kaçtığımıza göre yedi yaşında olmalıymışım.Bir anda kaçıvermiştik, tüm topraklarımızı, evimizi geride bırakır. ama özlemi, zaman zaman da pişmanlığı yüreğimizin yakasına iliştirerek.

Babam Vize'yi daha bir yakın bulmuştu memleketine. Soğuk olurdu Vize..Yeşil ağaçlar, kerpiç duvarlı taş evler..günlerce kalkmayan kar...borç harç bir bakkal dükkanı edinmişti Vize'de.

" Hamit Bakkal" diye anılırdı babam.

Ikinci Dünya Savaşı’na yaklaşıyorduk... yokluk, darlık günleri. Karartma sadece gecelerimizle sınırlı değildi artık, gündüzlerimiz de, hayatlarımız da, hatta özlemlerimiz de karartılmıştı.

Atatürk öldüğünde on bir yaşındaydım. Herkes ağlıyordu...

" Büyüdün..senin yaşındayken ben.." dedi babam bir gün karşıma geçip.Üç seçenek sundu bana; Ya terzi, ya berber ya da ayakkabı tamircisi yanında çalışacak eve ekmek getirecektim.."

Ne diyebilirdim ki..."Terzilik" diye mırıldandım. En azından üstüm başım kir, pas içinde kalmayacaktı. Elalemin pisliğini temizlemeyecektim.

Bugün ayın kaçı diye sordu hanım..

12'si dedim.12 Ekim..

Ayı ortalamıştık neredeyse. Tekrar yatak odasına döndüm. Kırıklık vardı üzerimde. Üşütmüş müydüm ne ? Körüklü radyonun yer tuttuğundan yakınırdı hanım. Adam sende bir benim radyom mu gözlerine batacak.. kül tablam yine dolmuş. Çok sigara içiyorsun, diye başlamasa bari yine..bazen
kafam atıyor..yaşlılık, kepazelik derlerdi, doğruymuş meğer. Sürahiye takıldı gözüm..dudaklarım kurumuştu. Uzanıp su boşalttım bardağa.. tam içecekken vazgeçtim.. o sıkıntı yeniden yokladı. Doktora görünmeli bir ara.. grip olmalıyım...

Vize. Ahhh, Vizooommm. Ekim indi mi, kar ayazı düşerdi caddelere.

Karaoğlan da ihanet etti ya, bize giderayak. Olsun yine de Karaoğlan derim ben .Halkçıdır Karaoğlan. Kıratçılara benzemez.. İsmet Paşa'nın rahle-i tedrisinden geçmiş ne de olsa. Kıymetini bilemedik. Anarşiyi o çıkartmadı ki.. gençlerin ellerine silahları o vermedi ki..

Gazete gelmiş olmalı. Mecalim yok...ne var bu gazetede bunca okunacak der bizim hanım.. cevap vermem. Duymazdan gelirim.

Kendimi mi dinler oldum ne? Sanki derin nefes aldığımda göğsümde bir ağırlık hissi... aman, geçer. Acı patlıcanı kırağın vurduğu nerede görülmüş?

Cemal'e uğrasam akşama doğru. Büyük adam olacak derdim, oldu. En sessizleriydi aslında. Çalışır da çalışır..hiç yüksünmez. Sapsarıydı saçları ufakken..daha yirmi altı yaşında.. evlendi, barklandı, oğlu bile var... ne zaman gitsem Cemal bey diye insanlar etrafında pervane... e, hoşuma gidiyor tabii. Nasılda sıskaydı.. marazlı mı olacak, derdim kendi kendime. Bayılırdı kuzu postunun üzerine otursun açsın kitabını defterini çalışsın da çalışsın.. yüzü hep solgundu.

İnatçıdır ama Cemal. Maraza çıkmasın diye susup, tamam dese de yine bildiğini okur.Gözü yukardadır hep.. dedim ya inatçıdır.

O günler de bir günlermiş aslında. Şimdi rakının bile tadı kalmadı sanki. Gün dönmeye yüz tuttu mu dükkan önünde toplanırdık ..sonra gelsin politika. Süleyman'ın koyun güttüğünden, Bozbeyli'ye, İsmet Paşa'nın cevvalliğine.. sözler rakıyla ıslanırdı.. Rumelilik var serde. yensin içilsin severim oldum olası.. öyle zengin, şaşalı sofralar olacak.

Aklıma takıldı yine.12 Ekim..Yahu, neydi bu tarih..Çocukların doğumgünleri filan mı ? 12 Ekim. Gittiğimde sorarım Cemal'e..o hatırlar.

Kolumda bir karıncalanma başladı. Tam omuzumda. Sanki kemiğin içinden sinirler koparılıyor gibi. Sigara içmeyeceğim bir daha sabahın kör vaktinde.. boğazımda bir kuruma yaptı.Nerede o tütünler ? Akşam fazla kaçırdım yine yemeği. Midemde taş gibi bir ağırlık.. sanki kussam rahatlayacağım.. kussam..

Dört çocuk.. dördü de farklı.. aslında bütün çocuklar sevilir denir de, hikaye.. elbette birini daha çok sever insan..yalanım yok.. bende içlerinden birini daha çok severim.. ayrım değil ki bu.

Allah hayırlara çıkartsın tam göğsümün altında bir sıkıntı başladı şimdi. derin nefes alamıyorum.. aman adam sende, geçer şimdi..

Maden suyu mu içsem acaba..

Yaşlılık zor be..kaç saatir oturdum kendimi dinliyorum burada.Fakat sıkıntı ağrıya dönüşüyor..tam kalbimin altında ağrı..bıçak keskinliğinde..kolonya mı çeksem içime..iyi gelir mi acaba ? Üşütmüş olmalıyım..

Oda nasıl havasız..pencereyi açmalı. Hiç hava kalmamış.

Sırtımda.. bıçak keskinliğinde ağrı.. ama, ...birşeyler yapmalıyım... doktor.. geçer sanmıştım.. ağzımda ekşi bir tat... hayır, erken daha..erken..sanki..biraz daha..

Bir çift ayakkabı kapının eşiğine konuldu.

Sahipsiz bir çift siyah mokosen. Yorgun, kimliksiz.

Mutfak rafındaki kemik saplı ekmek bıçağı beyaz çarşafın üstüne konuldu.. pencereler açıktı.

Tüller uçuşuyordu. Kemik saplı bıçak buz gibiydi...

Sürahinin yanında unutulmuş yarım bardak su. Biraz içilmiş bırakılmış. Bardağın kenarında dudak izleri..

Gün batmak üzere... odanın ışığını yanıyor.. Yedi gece boyunca hep yanacak.

Ağrı geçti gitti. Demiştim ama..hep kendimi dinler oldum. Ondan..acı patlıcanı kırağ çalmaz.. uykum var biraz.. e, üşüttüm tabii..havalar sakat.. pencereyi açık bırakmış.. bizim hanımda yaşlandıkça bir tuhaf oldu.. hasta edecek bizi.. kalkıp kapamalı pencereyi.. a, bıçağın işi ne burda..ilahi kadın.. koskoca bıçakla Allah bilir elma soydu burada unuttu..

Elektriği kapatsalar ya..gözümü alıyor ışık.


Cemal TÜRKER

0 Comments: