KARLAR ERİR
a.
Kış burada beklemeden ve bekletmeden gelirdi. Yazın hemen arkasından kupkuru bir soğuk yakardı tenleri. Ara mevsimler bu iklime göre değildi. Hep uç noktaları yaşayan topraklardan bir tanesi olarak, belki de ilkbaharı ve belki de sonbaharı şimdiye kadar hiç tanıma fırsatı yakalayamamıştı.
Bu yüzden bu topraklar üzerinde yaşayanlar bu denli keskin, bu denli sert, bu denli katı ve bu denli kapalıydı. Ya da bana öyle geliyordu. Hislerim ne kadar doğru, ne kadar yanlış zaman gösterecekti bana. Zaman; kimine göre her şeyin ilacı, kimine göre acının sürüncemede kalmasına sebepti.
Kış burada beklemeden ve bekletmeden gelirdi. Bu yüzdendi işte; kış burada hiç beklenmez, gitsin diye kapılar aralık bırakılırdı. Ziyaretin kısası makbuldü madem, bu gitmek bilmeyen misafir nasıl karşılanırdı buralarda? Bu denli keskin, bu denli sert, bu denli katı ve bu denli kapalı insanlar “kış” üzerine hangi vurguları yapmışlar, hangi şarkıları söylemişler, hangi ağıtları yakmışlar; onu hangi ninniye almışlar ve hangi masalda sevmişlerdi onun soğuk, beyaz, parlak, güneşli, yakıcı ve bitmez yanlarını?
Kış burada beklemeden ve bekletmeden gelirdi. Hafif engebeli arazide rüzgar estiğinde, küçük çalılar yerinden çıkar bir top gibi yuvarlana yuvarlana uzaklaşırlardı. İnce ağaççıklar hep yere doğru eğilmiş beklerlerdi sıcakta da, soğukta da. Rüzgar estikçe yeri süpürürdü dalları, kimi uzanıp kıvrıla kıvrıla akan Mürön’e dokunurdu. Hepsi güzeldi, her şey güzeldi. Uğultular, mırıltılar, fısıltılar, kar ve soğuk, yaz ve sıcak... Kışın donan, yazın çağlayan nehirler... Atlar, oklar, kartallar... Hepsi güzeldi, her şey güzeldi. Sıcak günlerde kışın ne vakit geleceğini, soğuk günlerde kışın ne vakit gideceğini konuşurdu insanlar.
b.
Undam, hepsi beş katlı, soluk mavi boyalı apartmanlardan ikinci girişin beşinci katında... pencerelerden birinde durmuş, buz tutmuş camın arkasından birşeyler görmeye çalışıyordu. Buz tutmuş camlar kalın bir perde gibi kapatıyordu görülebilecek her ne var ise. Yine de bakıyordu Undam. On yaşındaki küçük bir kız ne düşünebilirse o kadarını düşünebiliyor, günlerdir eve gelmeyen babasını sessizce çağırıyordu.
Kar ince ince yağıyordu yine. Bir önceki ince kar tabakası yeri kapladığı yerde donmuş, bu yeni yağan da onun üzerine boyluboyunca uzanmakla meşguldü. O da donacaktı. Bir sonra yağan kar da... ondan sonraki de... Bu böyle sürüp gidecekti, vakit erimeye durana kadar. Yükseldikçe yükselecekti buzun kalınlığı. Kaldırımları aşacak, eşiklere taşacak, rüzgarın köşelere yığdığı kar birikintileri tepeleşecekti. Sonra çocuklar bu tepelerden aşağı kayacaklardı üç-beş kere. Bu soğukta kimse dışarıda uzun süre durmaya cesaret edemezdi.
Undam, ilk yağan karın topak topak yağışına hayran kalırdı da, sonraki yağan karın neden rendelenmiş buz gibi göründüğüne anlam veremezdi. İnsanı keserdi, çizik çizik yapardı bu rendelenmiş buz kıymıkları. “Bu yıl ilk kar erken yağdı” diye düşündü, pencereden ayrılıp kanepeye doğru yürürken. Yerdeki kalın muşamba her adımında gıcırdıyor, ayağındaki keçe çizmeler tuhaf bir hışırtı çıkarıyordu.
Oturunca duvarı kaplayan karanlık duvar kağıdına takıldı. İnce kağıt çok eskimiş, yırtılmış, beton duvarın delikleri ortaya çıkmıştı. Kim bilir hangi Rus kadın bu duvarlara bakarak oturmuştu bu odada. Adı belki Lena’ydı, belki Galina’ydı, belki Marta’ydı, belki de Luda’ydı. Ne farkederdi ki, kimbilir kaç Rus aile yemek masasında oturup ondan-şundan-bundan konuşmuştu burada. Şimdi onlar gitmiş, yerine çadırlarını bırakıp gelenler yerleşmişti üçer-beşer-yedişer. Birileri gidiyor, birileri geliyordu işte. Zamanla her şey değişiyordu. Bu yüzdendi belki de; “Şu duvar kağıtlarını” derdi babası, “yenileriyle değiştireceğim birgün.” Undam, babasını o gece de bekledi. O gece de gelmedi. Sonraki gece bekledi. Sonraki gece de gelmedi.
Daha sonraki gece de... Ondan sonraki gece de... “Aavaa” * diye bağırıyordu içinden. Aav * gelmedi. Gelemedi.
c.
Tren garında çalışırken birgün, istasyona yanaşan trenlerden birine atlayıp gitmişti belki de. Belki de Gobi’yi aşacak, güneye inip deniz görecek; sonra geri gelecekti evine. Bu aralar “belki” ile başlayan, “belki” ile biten, “belki” ile süslenen cümleler kuruyordu Undam. Yorucuydu. Sıkıcıydı. Boş evde dolanmaktan, konuşacak birilerinin olmamasından bunalmıştı. Babası gelmeli, “yiyecek ne var?” diye sormalıydı. Undam koşup dolaba bakmalı, “pek bir şey yok” demeli, masanın üzerindeki sert ekmeği dilimleyip bir tabağa koymalı, birkaç parça kuru peynirin yanına hemen çay demlemeliydi. Küçük sarı elmalardan da kaç tane varsa masaya taşımalıydı.
Undam boşuna bekledi. Aylar geçti. Güneş doğdu battı. Kar yağdıkça buz tabaksı daha da kalınlaştı. Okula gitmekten vazgeçti, pencere önünde geleni gideni izledi, kimi görse babası sanıp içi titredi... Undam bir kış boyu yol gözledi; buz çözülmeye, ortalık sulanmaya, sert rüzgar yumuşamaya, her gün parlayan güneş azar azar ısıtmaya başlayana kadar. Birgün kapıya “güm güm güm” diye vurduklarında, Undam yol gözleme işiyle meşguldü yine. Birden korkuyla yerinde hopladı. “Baba!”
Değildi. Gelen birkaç tanımadığı adam, bir de Lama. Undam demedi bir şey, dinledi. Her kelime, içine saplandı, saplandığı yerde kaldı.
ç.
“Kışın azizliği” diye söyleniyordu adam. Elinde küçük bir poşet elma vardı. Geceydi. Zifiri karanlığın orta yeri, bir damla ışık kırıntısı yoktu. Koyu bir gece, koyu bir kar... yeri kaplamış beyaz tabaka altında artık kaybolmuş olan yol boyunca ayaklarını sürüyerek ilerliyordu. Adam hasta bedenini ara sokaklardan birine taşımaya çalışırken geniş düzlüğün bitmek bilmeyecek uzanışına baktı kısa bir süre. Ezbere bildiği eve dönüş yolunda, bu karanlığın içinde ilk kez böyle kayboluyordu. Sağa sapmalı mıydı? On adım saymış mıydı? Yoksa yanlış mı dönmüştü? Düz gitti. Sekiz adım sol, yirmi-üç adım sağ... Sonra? Geri dönse, yeniden başlasa... Gücü tükenmişti. Değil bunu yapmak, bir adım ileri adım atacak hâl kalmamıştı. Önce elindeki elma poşeti kayıp karların içine gömüldü. Sonra derin bir yarığın dibine yuvarlandı ağır bedeni. Kar, beyaz örtüsünü hızla üzerine serdiğinde onu karanlıktan ve geceden ve sessizlikten başka bir gören olmadı. Şimdi derin bir uykuda, sıcak rüyalara akan adam; buzun bütün bedenine dolandığını hiç hissetmedi. Aylarca, bütün kış, üzerinde kalın buz tabakası öylece uyuyakaldı.
d.
Günler geçti. Undam artık bir daha hiç gelmeyeceğini bildiği babasını beklemekten vazgeçti. On yaşında bir kız, Undam. Bir ses duyduğunda hiç tereddüt etmeden zemini eğimli balkona çıktı. Beşinci kattan her şey çok güzel görünüyordu. Bir ses daha duydu. Hemen ağaşıdan. Lama ona işaret ediyordu. “Aşağıya in, ziyarete gideceğiz” diyordu. Undam, yavaşça balkon demirinin üzerine çıkıp ellerini havaya kaldırdı. Hoş bir his uyandı içinde. Kendisini beyaz bir kartal gibi, kanatlarını açmış da uçuyor sandı.
Lama bütün gücüyle bağırıyordu aşağıdan. “Hayııııır!”
Undam onu duyduğunda, “ben şimdi ölsem, nereye giderim?” diye sordu. “Sen bilirsin, her şeyi bilirsin; sen bana söyleyebilirsin, ben şimdi ölürsem ne olurum?”
“Öldüğün an yeniden doğarsın dünyaya.”
“Ben bu dünyaya yeniden gelmek istemiyorum.”
“Sen bir Budistsin. Ölürsen yeniden başlarsın.”
“O halde... ben bir Budist değilim artık.”
Naz FERNİBA
* Aavaa: (Moğolca) babacığım – Aav: baba
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum