SÜRGÜNDE
a.
Hafıza kaydıma baktığımda hep acıyı ve hep gözyaşını ve hep hüzne bulanmışları ve hep beni yoran manzaraları not ettiğimi görüyordum. Elimde değildi. İnsan kendisini seçemediği gibi, öyle kolay da değiştiremiyordu. İnsan ne yaşayacağını bilemediği gibi, kimle karşılaşacağını tahmin edemiyordu. İnsan işte, hep zayıftı, hep acizdi, hep yalnızdı, hep garipti... insan işte her an öğreniyordu ya da bir şekilde öğretiyordu hayat.
Soğuk insana bu kadar dokunurdu demek. Soğuk insanı içeri hapsederdi demek. Soğuk insanı kendine böyle kilitlerdi demek. Soğuk her yerde aynı soğuk değildi üstelik. Soğuk vardı, çok soğuk vardı, dondurucu soğuk vardı, bir de öldürücü soğuk vardı... Oradan bakınca Akdeniz sadece uzak bir hâyaldi; artık ulaşılamayan, artık gerilerde bir yerde sadece hatırlanan silik bir anı. Soğuk benim yaşanmışlıklarımı da dondurdu, arsızca ve umursamadan. Soğuk beni yavaşlatmayı ve beni durdurmayı başardı; her türlü direnişime rağmen, her türlü karşı duruşuma üstelik aldırmadan.
Bu yüzdendi çoğu kez “kış” dedim ben. Ve gördüm; kışın insanları ne çok yaraladığını, nasıl yakaladığını, nasıl taşlaştırdığını. Bozkır boyunca uğuldayan rüzgarda bir ses aradım çoğu zaman, benim içsel direnişime destek çıkabilecek ya da benim içsel mücadelemi sırtlanmama yardım edebilecek. O ses hep kayıptı. Ya da o sesi bastıranlar vardı. Ya da o sesi benden kaçıranlar tahminimden fazlaydı. Öyle ya da böyle arayışımın mesafesi neredeyse sonsuzdu.
b.
Geceydi. Sabaha yakın bir vakit, ama derin bir karanlıktı. Kış başlayalı olmuştu epey, kışın bitmesine epeyden de fazla vardı. Kar boy boydu tepelerde. Üzerine basanı içine çekiyor, aç kurtlar gece boyu canlı avına çıkıyordu. Tehlikeli zamanlardı. Fısıltılar kulaktan kulağa dolaşıyor, kimse duyduklarını sesli söylemeye cesaret edemiyordu. Bir kara bulut kocaman bir bölgeyi her geçen gün biraz daha karartıyordu. Uzaklarda birşeyler oluyordu. Çok uzaklarda çalkalanıyordu dünya. Dağbaşlarına bu çalkantı nasıl ulaşırdı, kim ulaştırırdı? İhtimal değildi, lâkin duru yürekler kötünün elinin nerelere uzanabileceğini kestiremeyecek kadar temizdi. Bu kış, her zamankinden zor geçecekti. Ya da bu kış geçmek bilmeyecekti. Ya da bu kış hep yerinde sayacaktı.
Geceydi. Bahçeli, ahşap çitlerle çevrili, yeşil boyalı, birbirine yakın evler içindekilerle beraber uykudaydı. Derin uykudan uyanacaklardı. Birazdan. Aniden. Korkuyla ağlayacaklardı çocuk ve bebekler. Yaşlılar bu yaşa gelmiş oldukları için üzülecek, “keşke hiç görmeseydik, keşke hiç duymasaydık” diyeceklerdi. Anneler çocuklarına sarılacaktı sımsıkı. İnsanlar utanacaktı kendilerine yaşıtılacaklardan. Kimse imdada yetişmeyecekti ya da yetişemeyecekti. O kadar hızlı olacaktı her şey. O kadar ani.
Geceydi. Ahşap kapılar dipçik darbeleriyle sarsılmaya başladı. Bütün köye dağılmıştı darbe sesleri. Bütün kapılar aynı anda gümledi. Bütün kapılar aynı anda kırıldı. Bütün kapılar aynı anda ardındakini saklayamaz oldu. Yataklarından uğrayanlar ne olduğunu anlayamadılar, apar topar dışarı çıkarıldılar. Bütün köyü o kadar çabuk bir araya yığmıştı ki askerler, insanlar üstlerine kalın giysiler alacak vakit bulamadılar. “Gideceğiniz yerde bunlara ihtiyacınız olmayacak” dediler. Demek nereye gideceklerini biliyorlardı bu vicdansızlar. “Nereye gidiyoruz böyle?” diyeni bir yumrukla yere serdiler. Karanlıktı. Kimse kimsenin yüzünü seçemiyordu. Kimse kimsenin yüzüne bakamıyordu, bakmak istemiyordu.
Geceydi. Bir yığın halinde yürümeye başladılar, yanlarında bir dizi asker. “Konuşmayın. Ağlamayın. Susun. Çocuklarınızı susturun. Düz yürüyün. Soru sormayın” diyorlardı. Soğuktu. Soğuktan içlerine büzülmüşlerdi. İhtiyarlar ara sıra tökezleyip düşüyorlardı. Düşenlere bir de onlar vuruyordu. “Merhametsizler!” diye bağırdı Ziya amca. “Merhametsizler!” Gün gelir merhametsizler merhamet dilenirdi. Tarih, bütün merhametsizlerin “yetiş!” çığlıklarını her zaman kayda aldı, gün gelecek yine alacaktı koyu kırmızı bir tonla.
Geceydi. Yürüyüş istasyona kadar sürdü. Tren bekliyordu gecenin orta yerinde. Onları bekleyen paslı ve kirli ve kara ve konforsuz ve çirkin tren, her şeye şahit olacaktı. Şahit olacak, ancak ne gördüklerini anlatabilecek, ne de bu garip yolcularını taşımayı reddedebilecekti. Vagonların kapılarını açtılar, gürültüyle. Bütün insanları tepeleme vagonlara tıkıştırdılar, gürültüyle. Ayakta duracak yer kalmayana kadar üst üste yığdılar, gürültüyle. “Neden?” diye bağıranlar oldu. “Neden?”
Geceydi. Bütün vagonlar doldu. Tren homurdana homurdana, yükü olağandan bin kat-milyon kat daha fazla; hareket etti. Oturamıyorlardı. Ayakta duramıyorlardı. Sallantıdan birbirlerinin üzerine yıkılıyorlardı. Nereye götürüldüklerini bilmiyorlardı. Ne olacaklarını bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı; kimin ne istediğini, kimin derdinin ne olduğunu, kimin hangi sebeple çıldırdığını; ki ancak bir delilikle, bir çılgınlıkla, bir hastalıkla açıklanmaya çalışılabilirdi bu zulüm. Bir delinin hazin anlarına denk geliş miydi şimdi bu? Bilmiyorlardı. Hiçbir şeyi bilmiyorlardı.
Geceydi. Ölüm treni, can verene kadar herkes, böyle gidecekti. Trık trık, trık trık- trık trık, trık trık... Günler bu ritimle geçti. Haftalar bu ritimle geçti. Tren hep ilerledi, istasyonu yokmuş gibi, son duraktan hep kaçar gibi... Bir bir öldü yaşlılar. Bir bir öldü hastalananlar. Bir bir öldü çocuklar. Bir bir öldü soğuğa dayanamayanlar. Bir bir öldü açlıktan kıvrananlar. Ölülerini askerler alıp vagonlardan atmasınlar diye sakladılar. Toprağa vermek istediler ölülerini, vahşi hayvanlara değil. Askerler hepsini teker teker bulup boşluğa fırlattılar. Çocuklar annelerini, babalar çocuklarını kaybettiler. Bütün torunlar dedesiz ve ninesiz kaldı. Bütün çocuklar öksüzdü, yetimdi artık. Vagonlar yükünü yavaş yavaş atıyordu dışarı, kan ve irin karışımı kusuyordu tren. Ölüm treni durmak bilmedi. Dolandı durdu bozkırlarda. Asya ağladı. Asya hep ağladı. Bir tek işitmeyi bilenler duydu onun ağıtlarını.
c.
Bir gece durduruldu tren. Açıldı vagonlar. Kalanların adı tek tek yazıldı defterlere. Aynı aileden kaç kişi kalmış geriye aceleyle baktılar. Bir bir saydılar hepsini, zaten parmakla gösterilecek kadar azdılar. Sonra... Her şehirde her aileden bir fert bıraktılar. Bütün aileleri bilmedikleri, daha önce görmedikleri topraklarda parçaladılar. Her şehirde bıraktıklarını bir aile gibi aynı eve koydular. “Bu senin annen” dedi Remile’ye askerin biri. “Bu da senin baban. Artık burada beraber yaşayacaksınız. Sana bir de isim verelim. Bundan sonra senin adın Nadya. Remile yok. Nadya var. Duydun mu beni çocuk?”
Remile duydu her kelimeyi. Tek kelime karşılık vermedi. Ne Remile ne de Nadya olmak istiyordu artık. Annesinin arkasından gitmeliydi. Babasına yetişmeliydi. Ninesini bulmalıydı. Beş yaşında hayatta kalmayı başarmış bu çocuk Remile, üzerindeki tüm pisliği akıtmak istiyordu toprağa. Olmadı. Olamadı.
Kayıtlar tutuldu. Bir barakaya bırakıldılar “nasıl olsa ölürler” diyerek. Bir kadın, bir adam ve Remile... Üçü de birbirine bakamayacak kadar perişandı. Üçü de birbirine yabancıydı. Üçü de ölümün hemen yanıbaşındaydı. Remile her şeyi gördü, her şeyi duydu; hiçbir şey söylemedi.
ç.
Ahıska arkadan baktı hep; taşını, toprağını, otunu, ağacını, suyunu, havasını alıp yanına; peşlerine takılamadı gidenlerin. Mahzun bekledi dönüş vaktini. Yıllar geçti, nesiller değişti o vakit bir türlü gelmedi. Oradan oraya bir kaybolmama öyküsü sürüp giderken sürgün yeri sürekli değişti, sürgün hâli hiç değişmedi. Remile elli-beş yıl sonra, “sen de o trende miydin?” diye sormaya devam ediyor her kimle karşılaşırsa.
“Siz de o trende miydiniz?”
Naz FERNİBA
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum