A
Ruhun alem-i hariciden çekilmiştir.Ben uyuyordum; fakat o kendi hazaini,kendi kainatı içinde kimsenin sezemediği zengin kabiliyetli yaşıyordu. Dünya ile revabilim kesildiği zamanları çok severim:Gözlerim ziyalara kapalı,kulaklarım sedalara tıkalı,mevcudiyetim bütün temaslardan uzaktan,yalnızca yaşarım.
İşte öyle bir an idi.Yabancı bir varlığın ipek ihtizazlarla etrafımda dolaştığını duydum. Ruhumda akşamdı:Şimai akşamlarının uzun, renksiz,müphem hayalleri içinde yüzüyordum. Alemde renkenari ,gümüşümsü bir ışık ağaçlardan akıyor,suların yüzünde uzanıyor; yıldızların uzak gözlerinde meyceleniyor;bütün heva-yı nesimide yumuşak,sakit titreşiyordu.Evvela bunu etrafımda ihtizaz eden ateşsiz,parıltısız ziyanın ruhu zannettimdi, fakat bu ihtizazda sükunet'i denizlerin sahilleri yalarken gönderdikleri musikiye benzer bir şey vardı.Halbuki bu ziya dilsizdir.Onun yalnız renksiz gölgeleri veda ilahesiyle hem ahenk hareketleri vardır.
Etrafımda hissettiğim varlık,tebessüme benzer bir sesle dedi ki:
-Beni tanımadın mı?
Ruhum fısıldadı:
-Hayır!
O vakit daha tatlı:
-Öyle ise bana bak.
Dedi;ve ruhum etrafında ihtiraz eden tayfı gördü.Şafak sislerine benzer şeffaf,pembe kanatlarıyla pür tayeran,pür ihtizaz şekerrenk bir mahlukta, gözleri rüya ziyasının aksiyle açılıyor,gülüyor,hüzünleniyor,daima tahavvül ediyordu.O vakit ruhum onu tanımak arzusuyla müteezzi ve mütehassir,yalvardı:
-Söyle,seni ben ne vakit gördüm?Bana ilk defa ne zaman göründün Havada kaybolan esiri kanatlarıyla çırpınıyordun;sen onun mavi ziyadar gözlerini düşünürken,o coşan hülyalar hep dudaklarından ve gözlerinden dökülen handeler ve giryeler benim sedamın,benim kanatlarımın darbeleriyle hem-ahenkti.Muharrik,ince,sabırsız çalak!Hala bilemedin mi?Ben Suzinak'ım!
İşte o vakit ruhum,ilk hatıratının musikisiyle bihuş,esiri penbe kanatlar arasında ebediyen yaşamak arzusuyla ağladı:
-Şimdi seni tanıdım.Bir gece papatya tarlasının yumuşak,saf kalbinde yatıyor,ilk aşkımı düşünüyordum;gözlerim nihayetsiz bir elmas tarlası gibi başımın üstünde pırıldaşan yıldızların gözlerindeki namütenahi manayı içerken seni gördüm.Çünkü sen,onun Chopin'in ruhunu yaşatan parmaklarından, Chopin'in gamları ısrarla tekrar eden seda darbeleri arasından birdenbire gülüvermiştin.Nasıl en ağır,en muazzam gamlar, sedalar arasında gömülmüş bir hande ile kanatların ruhu okşardı.Fakat çoktan beri sen kıyafetini değiştirmiştin.Seneler,ama seneler var ki, sen tozlu,bayağı,bayat şarkılar arasında yeknesak nağmelerinle beni ta'zib ediyordun.
Ruhumun ilk billur handelerini leziz bir hatıra ile diriltir gibi Suzinak güldü:
-Artık on altı yaşında değilsin,dedi.Şimdi sendeki sesler Hüzzam ve Acemaşiran dostlarımın pest iniltileri,gayesini kaybetmiş yeisli giryeleri ve sendeki renkler kanatlarımın dilber renklerine hiç benzemeyen ebedi kurşunilikleridir.İster misin,seni bütün hayat-ı ruhunun muhtelif lisanları olan makamatın ervahına takdim edeyim.
Fakat beni dinlemedi;kanatlarının iki nağmekar darbesiyle uçtuk ve kendimizi nihayetsiz bir çam ormanının muzlim ve solgun ziyalarla yıkanan kurşuniliğinde bulduk.Hülya perver dallarında renksiz ışıklar akıtan bu levend ve güzel ağaçlar zirvelerini bir tarafa temayül ettirmişler; bütün iğnelerde dolaşan sesi bir ihtizaz-ı lezzetle aralarındaki konseri dinliyorlardı. Bu sahile doğru uzanan ormanlı vadinin ta orta yerinden billur köpükler ve dalgalarla raksan beyaz bir su,yosunların,kayaların,taşların üstünden atlayarak,kayarak terennüm ederek bin dilber akışlarla çağlayarak kendisini dinler gibi uyuyan bir denize akıp gidiyor.Burada öyle gaşy edici bir ahenk,bir ahenk-i ruh vardı ki bütün aşıkların ervahı burada ağlaşıyorlar;bütün tabiatın ağaçları,yaprakları,dağları,suları en güzel mersiyelerini burada ittihad ettirmişler zannediliyordu.Fakat bu nihayetsiz denizlerin hareketsiz sinesine,heva-yı nesiminin en gizli mesamatına uzanan nağmelerle şimal akşamlarının renksiz ziyalarına benziyorlardı. Ateşten,galeyandan,çılgınlıktan,tufandan ari!Hep hüzün,sadegi,gumum ile meşgun ve pest eninler!
Suzinak beni ulu ve himayekar bir çamın gölgesine tevdi ederken:
-Şimdi onları göreceksin,dedi.
Gözlerim bu ziyaların mübhem ka'rını delmeğe alıştıktan sonra,ilk gördüğü,ruh suların ortasından yükseliyordu.Evvela ince,yüksek bir taşla onun üzerinde atlayıp giden beyaz bir su zannetmiştim.Sonra gördüm ki,melal içinde inleyen bir tayf,bütün varlığıyla ağlayan ve gözyaşından libasını daima sulara mezc eden ince,uzun bir hayal!
Üzerinde nuşin dalgalarla akıp giden muhayyel,seyyal tülleri altında uzun,narin,nefis azaları vardı.İnce kolları sesinin melalamiz musikisiyle semalara doğru kalıyor,kurşuni ziyanın leventlerine benzeyen uzun saçları seyyal tül libasıyla akıp gidiyordu.Bütün bu giryelerle beraber renksiz ve güzel dudaklarından serpilen nağmeler geçmiş bir acının ebediyyen devam eden hummasıyla sayıklıyordu:
-Muhteşem bir saray,sonra şaşaalar debdebeler, altınlar, zebercetler, yakutlar, ipekler, süsler,hepsinin ortasında o... mehip çehresi,güneşten gözleriyle bakan o... ateş dudaklarının bir busesiyle ruhumu masseden o şehinşah,o ilah!.. Ebediyete kadar rüyalarımda ağlatan bir saatlik hayat! Değil mi ki beni bir saat için sevdi;değil mi ki beni o altuni,ihtişamı itmam eden yüzlerce güzeller içinde güneşten gözlerinin bir lemasıyla çekti, götürdü... Bir saat ziya, renk, hayat, güneş, sonra ebediyyen renksiz gölgeler arasında dolaşan bir enin,bir tayf!.. Bir an için rüyalarıma bile gelmez misin? Bak,kollarım senin için kıyamete kadar güşade bak,gözlerim seni ebediyete kadar bekleyecek birer şefkat!.. Bak, dudaklarım muazzam varlığı oyalamak için ruhumu ebedi bir nağme gibi sana akıtacak!..
Hayretle, gözlerimle o hayali dinlerken Suzinak tiz,kıskanç bir nağme ile dedi ki:
-Bu Yavuz Sultan Selim'in bir saat sevdiği bir kız,Hüseyni'nin anası!Hüznü terennüm eden bir divanedir.Gel,gidelim.
Derenin ucuna doğru büyük beyaz kavuklu,sarı cübbeli,ağır cepheli karışık kaşlı,yeşil gözlü,biri bağdaş kurmuş,elinde tanbur,daima çalıyordu. Bati, azametli, mukanna tek seslerlerle daima söylüyordu.Suzinak:
-Bu musikinin haşmetli bir perisidir.Evc-i ara! Dedi.Biraz ötede bir taşın üzerinde kurşuni,büyük gözleri esrarla perdelenmiş,ismini bilmediğim telli bir saz çalan bir tayf vardı.
Tanıdım,Hüzzam idi.Arkasında Uşşak,Ferahnak ve Yegah hülyalı çehreleriyle onu dinliyorlardı.Uzak ağaçların ortasında küçük gümüşi ziyalı bir meydancıkta Karcığar, Hicaz, Hicazkar siyah saçları,uzun beyaz libasları,gülen gözleriyle müterennim neşedar,raksan bir namenin uçan kahkahalarıyla dönüp oynuyorlardı.
Uzun sikkesinin altındaki şi'r-i hüznle nemlak gözleri,kibar,zayıf vücudunun hayali huhutunu tezyin eden yumuşak abasıyla Saba,büyük bir mevlevinin dualar, vecdler, sırlar içinde tapınan ruhunu terennüm ediyordu.Acemaşiran ve isfahan siyah cübbeleri,büyük kavuklu, muzlim çehreleriyle, hürmetkar,onun etrafında toplaşıyorlardı.
Bu gümüşlü ormanı,billur suyu dolduran bilmediğim kıyafetler,çehreler,mahluklar ve bütün onların manasını sezmek için ruhumun gerildiği mütenevvi,mübhem teraneler vardı.Bütün bu muhtelif seslerin,sazların ittihadıyla aşk ervahının ağlaştığı bir neşide husule geliyordu; onu,iradem yumuşamış,biraz da mahmurlaşmış olduğu halde uzun müddet dinledim. Halbuki tahlil edilirse bir ses yoktu ki ruhumun bir levnini ifade etmesin; bir nağme yoktu ki ruhumun bir safhasını tersim etmesin;bir parça yoktu ki en mühim hayatımın en mühim bir acısını,bir hikayesini terennüm etmesin.Suzinak'ın penbe kanatlarına sokularak dedi ki:
-Beni artık yatağıma götür,bütün ömrümü terennüm eden neşidelerin hayaliyle ebediyyen uyuyayım.
Çok sürmeden çalıların arasında bir potin gıcırtısı işittim,hayret ettim,çünkü bütün ervah ya cedik pabuç giyiyorlar,ya billuri çıplak ayaklarla çam iğneleri üzerinde basıyorlar,ya solgun, ziyadar kanatlarla uçuyorlar,ya rengin ve zarif deniz kızı kuyruklarıyla sürünüyorlardı. Bununla beraber yine döndüm, baktım. Siyah bir cübbenin altına yüksek bir yakalık takmış,şık bir pantolon giymiş. Gözünde bir tek gözlük, gözlük, siyah gözlü,küçük kafalı,mütehalik ve acul tavırlı. Evzaıyla teranelerine can veren bir gençti. Herkesten çok bağırarak, mütekebbir ve müftehir daima söylüyordu.Yanında onun bütün sözlerini dikkatle dinleyen setre ve pantolonlu,züppe tavırlı birisi vardı. Lostirin potinlisi diyordu ki:
-Şimdi Grand Opera'dan geliyorum.Garbın en büyük bestelerine mutlak beni karıştırırlar.Bazen Norveçya'ya kadar gittiğim vardır efendim,Nihavent olmak bütün makamatın şahı olmak demektir.Garbta ne zengin,ne pür-hayat,ne muşaşaa sadalar vardır. Bazen bu efendilerle gelip terennüm ederim.Fakat ben asıl garbın,o büyüklerin malıyım.
Bu sözlere ötekilerin canı sıkılmış gibiydi.Hepsi istihfafkar başlarını çeviriyorlardı.Yalnız Rast homurdandı:
-Maskara,züppe,yalnız kantoya yarar.
O aldırmadı, devam ediyordu:
-Ben bu efendilere söylüyorum.Artık kanunda valsler,santurda galopler,tanburda noktürnler çalınacak zaman geldi.bu semailer, peşrevler, besteler hep size ait!
Yanındaki Hicazkar Kürdi ceketini,boyunbağını düzelterek hep onun dediklerini tekrar ediyordu:
-Bendeniz, acizane o eski,ağır,müziç şeyleri bıraktım,küçük şık şarkılarım var. Güfteler tebni tenlerden artık azade.bir yenilik olsun diye güftelerime birer doktor sıkıştırıyorum.
Bir açık yareye doktor vurulur mu neşter?
Eski tuyuf kendi ahenglerine müstagrak,onu dinlemeğe tenezzül etmiyorlardı. Fakat o an,samedani bir orkestra kemanlarının ilk darbesi gibi muazzam bir sesle hepimiz silkindik. Herkes sahile koşuyordu.Cübbeler,harmaniler,uzun libaslar,kanatlar hep birden dalgalanıyor, çırpınıyor, uçuşuyordu. Sahilde bu ervah-ı makamat dizleri üstüne çöktüler,biraz evvel uykuda görünen renksiz ve sessiz denizler şimdi ulu dalgalar,köpükler ile huruş etmiş akıyor ve altın ve la'l gölgeler bu hareket ve renk deryası üzerinde titreyip uzanıyordu.Sonra bu nihayetsiz yangınlardan,güneşlerden,bulutlardan,toplanmış renklerle yanan bir u***** vardı. Bu ihtişam-ı rengi gönderen güneşlerin altın,ateş cereyanlarının akışını işitiyorduk ve güneşleri takip eden seyyeratın musikisiyle eziliyorduk.Ya rab! O u*****tan,o denizden,o güneşten insanı ne ağlatıcı,ne harab edici sesler, nasıl bütün varlığı sarsan neşide-i elemler,aşklar akıp geliyordu.Suzinak hayretkar, yaşlı bir sesle bana diyordu ki:
-Bu yıldızların,denizlerin,renklerin terennüm ettiği büyük şeyler neden bizi sarsıyor,eziyor,hiç ediyor,kasırgaya tutulmuş bir çöpe döndürüyorlar, bilir misin? Onlar hep hayatın,yaşayanların,kalblerin lisanını söylüyorlar;ruhların harekette olan anlarını,tabiatın heyecanda olan safhalarını terennüm ediyorlar.
-Ya biz? Dedim.
-Biz gölgeleri,eski insanların sükunette olan kalblerini,eski rüyalarını tekrar ediyoruz.
-Ya kendi tahassürümüz,kendi gözyaşlarımız?
-Hayır.Onları hiç söylemeyiz.Ebediyyen geçmiş hulyaları tekrar eder,kurumuş yaşları akıtırız,hissiyat,hayat-ı hazır garbındır,işte!
Himmet Çocuk
Elvanlar'da ihtiyar bir kılavuz aldık. Köy kısmen yanmış, perişan, herkes fersiz ve şaşkın gözlerle kamyon denilen canavarın bîlüzum gürültüsüne bakıyordu. Herkesin ruhunda sonu gelmeyen meşakkatin, açlığın, her günün gizli felâket ihtimallerinin yuğurdusu yeis ve lâkaydî vardı. Onun için kimse Uşak'a kadar gelmek istemiyordu, Parayı ne yapacaklardı? Ne alırdı ki? Yalnız zayıf yüzlü bir ihtiyar halsiz bir sesle:
-Ben İney'e kadar yolu biliyorum. Fakat beni Uşak'a götürürseniz ve bana orada bir okka tuz verirseniz gelirim, dedi. Akşam karanlığı basarken kamyon mırıldanarak, homurdanarak Anadolu'nun ıssız, yolsuz beyabanına daldı.
Kamyonda İstanbul gazetecileri vardı. Yunan ordusunun emsalsiz mezaliminin külleri ve facia sahnesi üstünde tetkikat yapacaklar, ben cephenin Yunan mezalimi raporunu hazırlarken onlar da ajansla Türkün felâketini dünyaya bildireceklerdi. Anadolu'da hâkim, insan değil tabiattır. Kuytu ormanlar, batak ovalar, sam keskin yokuşlar, sonra karanlık kımıldıyormuş gibi insanı keserek, dondurarak esen acı rüzgârın ortasından bin bir zahmetle bilmem kaç saat geçti.
İney, bir derenin yamacından kurşunî bir yangın harabesine inkılâp eden bir köydü. Kamyon hırlayarak, çırpınarak köyün yoluna girerken dünyada hilkat-i Âdem başlamış gibi etraf insan sesinden hayatından âriydi. Yalnız bir sürü çakal acı acı, karanlık esiyormuş gibi dereyi yalayıp geçen rüzgârla hem-âhenk uluyordu. İçimden:
Eyvah, köyden hepsi gitmiş, nasıl tahkikat yapacağız? diyordum.
Biraz sonra sağda bir kaya kovuğunda kızıl bir alevin önünde ısınan iki hâkî gölgenin kımıldadığını gördüm. Karanlık dereye, kurşunî yangın harabesi olan yamaca vuran yegâne ışık bu ateş ve kamyonun yürüyen iki göze benzeyen fenerleriydi. Köprünün önünde şoför kocaman, âtıl makineyi durdurmaya çalışırken önünde birkaç karaltı kımıldadı. Son ışığın beyazlattığı taşlı yolda siyah cübbeli, beyaz sarıklı, siyah sakallı bir adam, arkasındaki henüz ışığın sahasına giremeyen karaltı halindeki arkadaşlarından ayrıldı. Hiç unutamayacağım vâzıh bir sesle:
Halide onbaşı, sizi biz İney istasyonunda bekliyorduk, dedi.
- Geleceğimizi nerden biliyordunuz?
-İstasyonda biliyorlar. Tahkik heyeti gelecek, dediler.
-Bu sesten gazeteci arkadaşlar hemen harekete geldiler, kalem kâğıt çıkardılar, kamyondan fırladılar, karaltılardan tahkika başladılar. Kaç ev yandı? Kaç kişi öldü?.. Siyah sakallı adam yanıma geldi. Fenerlerin verebildiği ışıkla notlanma yiyecek gibi baktı.
-Kaç ev mi? Bütün köy yandı. Kaç adam mı öldü? Sayısını Allah bilir. Eşkıya gelir öldürür, düşman gelir öldürür, yakar soyar. Görüyorsunuz ya ne ev, ne yiyecek, ne giyecek var. Sen onları şimdi bırak, İsmet Paşa'ya başka şey söyle!
-Benim işim bunları yazmak.
-Biraz daha hırçın ve sesi titrek:
-Senin işin bizim halimizi söylemek... Kaç ev yandı, kaç kişi öldü, karnımızı doyurur, başımızı örtecek dam yapar mı? İsmet Paşa'ya söyle...
-Sesinde hayat için mücadele edenlerin âmiriyeti vardı; muti, sordum.
- Ne söyleyeyim?
- Ev isteriz, rüzgâr bıçak gibi kesiyor, çocukların başını sokacak kovuk bile yok. Uşak'ta birçok kereste ve Yunan esiri varmış, bunlardan bize verilmesini emretsin. Hemen kendimize dam yapalım.
-Ekmek isteriz, askeri ambarlarda buğday var, bir saat ötede... Emretsin, bize versinler, çiğ olsun çocuklarımıza yedirelim. (Sesi acıyla, merhametle yırtılarak devam etti) Büyükler söz anlıyor, sesi çıkmıyor ama çocuklar söz anlamıyor, açlıktan hep ağlıyorlar, sabaha kadar ağlıyorlar, bunu Paşa'ya şöyle..
Çakal ulumasıyla, rüzgarın iniltisi arkasından öyle zannettim ki aç çocuklar ağlıyor, göğsü sütsüz, boş, sırtı çıplak analar yumruklarını sallayarak dünyaya, talihe, hayata haykırıyorlar.
- Yazdım, dedim. Şimdi bize Uşak'a kadar bir kılavuz verin.
Herkes birbiriyle konuştu; biraz meşveret etti, sonra:
- Şu çocuk sizi şosaya çıkarsın, dediler.
Kocaman kurt derisi gocuk, kalın çizmeler, yün başlık artık ısıtmıyor, yakıyordu.
Bütün gün yemek yememiştik. Yanımızda ihtiyaten alınmış yarım çuval peksimet vardı ki o da daha ziyade yanımdaki şoförle kamyondaki iki muhafız askere aitti. Fakat ne onlar, ne arkadaşlar, biraz evvel açlıktan şikayet ettikleri halde, yemek arzusundan bir günahmış gibi bahsetmiyorlardı. Yalnız makineyi düzeltmekle meşgul görünen nefer şoförün bir şey söylemeden içini yakan bir arzusu kalbime geçti, yavaşça:
- Peksimedi köylülere verelim mi? dedim.
Bu söz yanmak için bekleyen kuru çıra ile temas eden bir kıvılcım gibi oldu. Nasıl oldu bilmiyorum, üç nefer peksimet çuvalını yakalamış, titremiş gölgelere zorla dağıtıyorlardı. Vakur ve mütehammil bir ses:
- Uşak'ta belki ekmek bulamazsınız. Yanınızda kalsın, diyordu.
Yine kamyon hırıldadı, homurdandı, çatırdadı ve karanlığa, rüzgâra daldı. Yer olmadığı için kılavuz Himmet kamyonun basamağında, yanımda ayakta duruyordu. Kamyona tutunan küçük çocuk elinin zaafını zavallılığını görmekle beraber İney'deki küçüklerin açlık feryadıyla içim dolu gibiydi. Acı acı düşünüyorum. Bu kaç senedir gezdiğim sahada kül olan, sükkânı aç ve ölmeğe mahkûm olan kaçıncı köydü.
Anadolu hilkat günlerinin ilk devrelerindeki yoksulluk, harabî ve vasıtasızlık içinde idi. Yeni Türkiye'yi inşa edecek millete yine Hazret-i Adem'den sonraki devlere benzeyen kudret ve mesai kabiliyeti lâzımdı. Evsiz, ekmezsiz, meyus bir halk.. Dünya onların zafer destanını terennüm ederken onlar ölümün gözlerinin içine bakıyorlardı. Memleketi kim yapacak? Nasıl yapacağız? Yanımda tiz fakat sakin bir çocuk sesi:
- Burası Kuzgunderesi. teyze!
Başımı çevirdim. Küçük, zayıf bir yüzü vardı. Çenesine doğru uzanan ensiz yanağının derileri büzülmüş, çene iskeleti olduğu gibi seçiliyordu. Bu açlık ve yeis içinde başım öyle derurıi bir sevimliliği, insanı hayata davet eden bir kudreti vardı ki sordum:
- Himmet, niçin peksimedini yemiyorsun?
- Sonra yerim teyze!
- Hele bir ye de sonra konuşalım.
Yavaş yavaş koynundan küçük lokmalara ayırarak çıkardığı peksimedi yemesini bekledim. Çenesinin bütün iskeleti, peksimedi çiğnedikçe daha büyük vuzuhla meydana çıkıyordu, Birdenbire gocuğumun içine küçük başını almak, bilmem neden vaktiyle kendi çocuğumu uyuturken söylediğim ninniyi söylemek istedim. Fakat bu arzum çok sürmedi. Küçük kum yüzde merhameti, zaafı meneden bir olgunluk sezdim. Sakin ve arkadaş olmasına çalıştığım bir sesle konuşmağa başladım.
Büyük bir gururla on üç yaşında olduğunu söyledi. Yedi yaşında anasız, babasız, ihtiyar bir nine, genç bir kız kardeş, bir çift öküzle kalmıştı. öküzlerle kocasız iki kadının tarlalarını senelerce sürmüş, ortakçılık etmiş, ninesini, kardeşini beslemiş, hattA kız kardeşini ere vermişti. Fakat bir gün o havaliye bir hayvan hastalığı gelmiş, iki öküzü birden ölmüştü hikâyenin burası kalbimi burdu. Sordum:
-Ne yaptın?
Sükûnla omuzlarını silkti. Hiç, ne yapacaktı. Öküzsüz çalışmış, gündeliğe gitmiş, dul kadınların tarlalarını sürmüş, üç sene çalışmış ve nihayet iki şişman kocaman dombay almıştı.
Hikâyenin burası yine kalbimi heyecana verdi. Kimsesiz, sekiz dokuz yaşında, kuru Anadolu'da mesaisi ile iki manda alan çocuk, bu benim anladığım bildiğim kahramanlığın en yüksek derecesi gibi bir şey. Avusturalya'yı kuru topraktan mamure hâline sokan, vahşi Amerika'yı mesaisi ile yenip medeniyet merkezi yapan ruhlar bu nevi ruhlardır.
-Dombaylar duruyor mu?
Bu defa gözlerimi yaşanan bir ifade ile ince omuzlarını silkti. Kamyon karanlık bir vadiden geçiyordu. Anadolu'da vadiler, yarlar, uçurumlar insanın muhayyilesini ve arkasını soğuk soğuk ürpertir. Hicretlerin, kavgaların, cinayet ve soygunculukların sahnesi oralardır.
Üç ay evvel bu meş'um derede Yunanlılar Himmet Çocuk'u yakalamışlar. kesmeğe yatırmışlar, iki nefer arasında münakaşalar olmuş, biri arabasını, mandalarını alıp bırakmak, öteki öldürmek istiyormuş, nihayet salıvermek isteyen demiş ki:
-Arabasında yumurta varsa bırakalım, yoksa keselim.
Himmet Çocuk'un sakin sesi titreyerek:
-Ninem yolda yesin diye iki yumurta haşladıydı, teyze... dedi.
Derenin sağ tarafındaki uçurum üstünde karanlık rüzgâr tuhaf tuhaf uluyor. Çocuk susmuş, kamyona yapışmış gidiyordu. Tabii bir sesle:
-Seni Uşak'a kadar götürelim, Himmet, dedim. Sen dönmekten korkmazsın, bilirim, fakat biz yolda bir yanlışlık yaparız, şoför bilmiyor.
-Olur, teyze.
Nefer şoförün yarım aydınlıkta kayadan oyulmuş gibi sabit erkek yüzü garip bir tebessümle harekete geldi.
Uşak'a girerken düşündüm. Anadolu'da geçen senderimle yüz haneden otuz haneye eriyerek dağılan, ölen erkeksiz ve kimsesiz köylerde Himmet Çocuk'un eşlerine tesadüf ediyor, onlara memleketin hayat tarihinde birer ışık ve nişane diye bakıyordum. Hayat diye, insanlık diye Anadolu'da ne kalmış işe gayur kadınlarıyla bu küçük gündelik kahramanların fevkalbeşer mesaisinden kalmıştı. Bunlardan bir tanesi kafamda ve kalbimde içimi kanatan bir çivi gibi saplanmış kalmıştır.
Antalya'dan Burdur'a gelirken, nihayetsiz kar bürümüş, bozuk, taşlı, bir yanı uçurum, bir yanında daima eşkiya gizlenen yokuşlardan birini tırmanıyorduk. Buralarda arabalar durur, arabacılar bir araya gelir, her arabaya üç dört çift hayvan takarlar, arabacılar arabanın arkasına omuz verir. Bin türlü acayip sesler çıkararak teker teker her arabayı yokuşun başına çekerler. Ve çok zaman da bu kablettarihî vesaitle, terleyerek, inleyerek günlerce didişip Çine ovasına kadar getirdikleri mallarını eşkiya çeteleri alır götürür, elleri boş geldikleri yere dönerler. Böylece bir hengâme ortasında, kalınlı inceli hayvanları teşvik için birbirine karışan obalar arasında billur gibi bir ses:
-Ah kadın anam! ah gel de bir kez halımı gör!. dedi.
Kalbime ip takılmış gibi, ses gelen yere sürüklendim, on on iki yaşlarında, gocuğundan sular damlayan, el kadar güzel yüzlü, mavi gözlerini örten siyah kirpiklerinde yaş toplanmış bir çocuk arabacı gördüm. Bu da Himmet Çocuk gibi ihtiyar bir halaya bakmak için bir fevkalbeşer hayat mücadelesinde pişen bir çocuktu. Istırabının mercii olsa toprak olan bir kadın kalbi oluyordu.
Hâlâ Türkiye'yi bu küçük Himmet çocuklar yürütüyor. Belki hâlâ acıları bir çocuğun değil bir deyin kalbi gibi sağlam olan yüreklerinden taşarsa:
-Ah kadın anam ah! gel de bir kez halımı gör! diyorlar.
HALİDE EDİP ADIVAR
Ruhun alem-i hariciden çekilmiştir.Ben uyuyordum; fakat o kendi hazaini,kendi kainatı içinde kimsenin sezemediği zengin kabiliyetli yaşıyordu. Dünya ile revabilim kesildiği zamanları çok severim:Gözlerim ziyalara kapalı,kulaklarım sedalara tıkalı,mevcudiyetim bütün temaslardan uzaktan,yalnızca yaşarım.
İşte öyle bir an idi.Yabancı bir varlığın ipek ihtizazlarla etrafımda dolaştığını duydum. Ruhumda akşamdı:Şimai akşamlarının uzun, renksiz,müphem hayalleri içinde yüzüyordum. Alemde renkenari ,gümüşümsü bir ışık ağaçlardan akıyor,suların yüzünde uzanıyor; yıldızların uzak gözlerinde meyceleniyor;bütün heva-yı nesimide yumuşak,sakit titreşiyordu.Evvela bunu etrafımda ihtizaz eden ateşsiz,parıltısız ziyanın ruhu zannettimdi, fakat bu ihtizazda sükunet'i denizlerin sahilleri yalarken gönderdikleri musikiye benzer bir şey vardı.Halbuki bu ziya dilsizdir.Onun yalnız renksiz gölgeleri veda ilahesiyle hem ahenk hareketleri vardır.
Etrafımda hissettiğim varlık,tebessüme benzer bir sesle dedi ki:
-Beni tanımadın mı?
Ruhum fısıldadı:
-Hayır!
O vakit daha tatlı:
-Öyle ise bana bak.
Dedi;ve ruhum etrafında ihtiraz eden tayfı gördü.Şafak sislerine benzer şeffaf,pembe kanatlarıyla pür tayeran,pür ihtizaz şekerrenk bir mahlukta, gözleri rüya ziyasının aksiyle açılıyor,gülüyor,hüzünleniyor,daima tahavvül ediyordu.O vakit ruhum onu tanımak arzusuyla müteezzi ve mütehassir,yalvardı:
-Söyle,seni ben ne vakit gördüm?Bana ilk defa ne zaman göründün Havada kaybolan esiri kanatlarıyla çırpınıyordun;sen onun mavi ziyadar gözlerini düşünürken,o coşan hülyalar hep dudaklarından ve gözlerinden dökülen handeler ve giryeler benim sedamın,benim kanatlarımın darbeleriyle hem-ahenkti.Muharrik,ince,sabırsız çalak!Hala bilemedin mi?Ben Suzinak'ım!
İşte o vakit ruhum,ilk hatıratının musikisiyle bihuş,esiri penbe kanatlar arasında ebediyen yaşamak arzusuyla ağladı:
-Şimdi seni tanıdım.Bir gece papatya tarlasının yumuşak,saf kalbinde yatıyor,ilk aşkımı düşünüyordum;gözlerim nihayetsiz bir elmas tarlası gibi başımın üstünde pırıldaşan yıldızların gözlerindeki namütenahi manayı içerken seni gördüm.Çünkü sen,onun Chopin'in ruhunu yaşatan parmaklarından, Chopin'in gamları ısrarla tekrar eden seda darbeleri arasından birdenbire gülüvermiştin.Nasıl en ağır,en muazzam gamlar, sedalar arasında gömülmüş bir hande ile kanatların ruhu okşardı.Fakat çoktan beri sen kıyafetini değiştirmiştin.Seneler,ama seneler var ki, sen tozlu,bayağı,bayat şarkılar arasında yeknesak nağmelerinle beni ta'zib ediyordun.
Ruhumun ilk billur handelerini leziz bir hatıra ile diriltir gibi Suzinak güldü:
-Artık on altı yaşında değilsin,dedi.Şimdi sendeki sesler Hüzzam ve Acemaşiran dostlarımın pest iniltileri,gayesini kaybetmiş yeisli giryeleri ve sendeki renkler kanatlarımın dilber renklerine hiç benzemeyen ebedi kurşunilikleridir.İster misin,seni bütün hayat-ı ruhunun muhtelif lisanları olan makamatın ervahına takdim edeyim.
Fakat beni dinlemedi;kanatlarının iki nağmekar darbesiyle uçtuk ve kendimizi nihayetsiz bir çam ormanının muzlim ve solgun ziyalarla yıkanan kurşuniliğinde bulduk.Hülya perver dallarında renksiz ışıklar akıtan bu levend ve güzel ağaçlar zirvelerini bir tarafa temayül ettirmişler; bütün iğnelerde dolaşan sesi bir ihtizaz-ı lezzetle aralarındaki konseri dinliyorlardı. Bu sahile doğru uzanan ormanlı vadinin ta orta yerinden billur köpükler ve dalgalarla raksan beyaz bir su,yosunların,kayaların,taşların üstünden atlayarak,kayarak terennüm ederek bin dilber akışlarla çağlayarak kendisini dinler gibi uyuyan bir denize akıp gidiyor.Burada öyle gaşy edici bir ahenk,bir ahenk-i ruh vardı ki bütün aşıkların ervahı burada ağlaşıyorlar;bütün tabiatın ağaçları,yaprakları,dağları,suları en güzel mersiyelerini burada ittihad ettirmişler zannediliyordu.Fakat bu nihayetsiz denizlerin hareketsiz sinesine,heva-yı nesiminin en gizli mesamatına uzanan nağmelerle şimal akşamlarının renksiz ziyalarına benziyorlardı. Ateşten,galeyandan,çılgınlıktan,tufandan ari!Hep hüzün,sadegi,gumum ile meşgun ve pest eninler!
Suzinak beni ulu ve himayekar bir çamın gölgesine tevdi ederken:
-Şimdi onları göreceksin,dedi.
Gözlerim bu ziyaların mübhem ka'rını delmeğe alıştıktan sonra,ilk gördüğü,ruh suların ortasından yükseliyordu.Evvela ince,yüksek bir taşla onun üzerinde atlayıp giden beyaz bir su zannetmiştim.Sonra gördüm ki,melal içinde inleyen bir tayf,bütün varlığıyla ağlayan ve gözyaşından libasını daima sulara mezc eden ince,uzun bir hayal!
Üzerinde nuşin dalgalarla akıp giden muhayyel,seyyal tülleri altında uzun,narin,nefis azaları vardı.İnce kolları sesinin melalamiz musikisiyle semalara doğru kalıyor,kurşuni ziyanın leventlerine benzeyen uzun saçları seyyal tül libasıyla akıp gidiyordu.Bütün bu giryelerle beraber renksiz ve güzel dudaklarından serpilen nağmeler geçmiş bir acının ebediyyen devam eden hummasıyla sayıklıyordu:
-Muhteşem bir saray,sonra şaşaalar debdebeler, altınlar, zebercetler, yakutlar, ipekler, süsler,hepsinin ortasında o... mehip çehresi,güneşten gözleriyle bakan o... ateş dudaklarının bir busesiyle ruhumu masseden o şehinşah,o ilah!.. Ebediyete kadar rüyalarımda ağlatan bir saatlik hayat! Değil mi ki beni bir saat için sevdi;değil mi ki beni o altuni,ihtişamı itmam eden yüzlerce güzeller içinde güneşten gözlerinin bir lemasıyla çekti, götürdü... Bir saat ziya, renk, hayat, güneş, sonra ebediyyen renksiz gölgeler arasında dolaşan bir enin,bir tayf!.. Bir an için rüyalarıma bile gelmez misin? Bak,kollarım senin için kıyamete kadar güşade bak,gözlerim seni ebediyete kadar bekleyecek birer şefkat!.. Bak, dudaklarım muazzam varlığı oyalamak için ruhumu ebedi bir nağme gibi sana akıtacak!..
Hayretle, gözlerimle o hayali dinlerken Suzinak tiz,kıskanç bir nağme ile dedi ki:
-Bu Yavuz Sultan Selim'in bir saat sevdiği bir kız,Hüseyni'nin anası!Hüznü terennüm eden bir divanedir.Gel,gidelim.
Derenin ucuna doğru büyük beyaz kavuklu,sarı cübbeli,ağır cepheli karışık kaşlı,yeşil gözlü,biri bağdaş kurmuş,elinde tanbur,daima çalıyordu. Bati, azametli, mukanna tek seslerlerle daima söylüyordu.Suzinak:
-Bu musikinin haşmetli bir perisidir.Evc-i ara! Dedi.Biraz ötede bir taşın üzerinde kurşuni,büyük gözleri esrarla perdelenmiş,ismini bilmediğim telli bir saz çalan bir tayf vardı.
Tanıdım,Hüzzam idi.Arkasında Uşşak,Ferahnak ve Yegah hülyalı çehreleriyle onu dinliyorlardı.Uzak ağaçların ortasında küçük gümüşi ziyalı bir meydancıkta Karcığar, Hicaz, Hicazkar siyah saçları,uzun beyaz libasları,gülen gözleriyle müterennim neşedar,raksan bir namenin uçan kahkahalarıyla dönüp oynuyorlardı.
Uzun sikkesinin altındaki şi'r-i hüznle nemlak gözleri,kibar,zayıf vücudunun hayali huhutunu tezyin eden yumuşak abasıyla Saba,büyük bir mevlevinin dualar, vecdler, sırlar içinde tapınan ruhunu terennüm ediyordu.Acemaşiran ve isfahan siyah cübbeleri,büyük kavuklu, muzlim çehreleriyle, hürmetkar,onun etrafında toplaşıyorlardı.
Bu gümüşlü ormanı,billur suyu dolduran bilmediğim kıyafetler,çehreler,mahluklar ve bütün onların manasını sezmek için ruhumun gerildiği mütenevvi,mübhem teraneler vardı.Bütün bu muhtelif seslerin,sazların ittihadıyla aşk ervahının ağlaştığı bir neşide husule geliyordu; onu,iradem yumuşamış,biraz da mahmurlaşmış olduğu halde uzun müddet dinledim. Halbuki tahlil edilirse bir ses yoktu ki ruhumun bir levnini ifade etmesin; bir nağme yoktu ki ruhumun bir safhasını tersim etmesin;bir parça yoktu ki en mühim hayatımın en mühim bir acısını,bir hikayesini terennüm etmesin.Suzinak'ın penbe kanatlarına sokularak dedi ki:
-Beni artık yatağıma götür,bütün ömrümü terennüm eden neşidelerin hayaliyle ebediyyen uyuyayım.
Çok sürmeden çalıların arasında bir potin gıcırtısı işittim,hayret ettim,çünkü bütün ervah ya cedik pabuç giyiyorlar,ya billuri çıplak ayaklarla çam iğneleri üzerinde basıyorlar,ya solgun, ziyadar kanatlarla uçuyorlar,ya rengin ve zarif deniz kızı kuyruklarıyla sürünüyorlardı. Bununla beraber yine döndüm, baktım. Siyah bir cübbenin altına yüksek bir yakalık takmış,şık bir pantolon giymiş. Gözünde bir tek gözlük, gözlük, siyah gözlü,küçük kafalı,mütehalik ve acul tavırlı. Evzaıyla teranelerine can veren bir gençti. Herkesten çok bağırarak, mütekebbir ve müftehir daima söylüyordu.Yanında onun bütün sözlerini dikkatle dinleyen setre ve pantolonlu,züppe tavırlı birisi vardı. Lostirin potinlisi diyordu ki:
-Şimdi Grand Opera'dan geliyorum.Garbın en büyük bestelerine mutlak beni karıştırırlar.Bazen Norveçya'ya kadar gittiğim vardır efendim,Nihavent olmak bütün makamatın şahı olmak demektir.Garbta ne zengin,ne pür-hayat,ne muşaşaa sadalar vardır. Bazen bu efendilerle gelip terennüm ederim.Fakat ben asıl garbın,o büyüklerin malıyım.
Bu sözlere ötekilerin canı sıkılmış gibiydi.Hepsi istihfafkar başlarını çeviriyorlardı.Yalnız Rast homurdandı:
-Maskara,züppe,yalnız kantoya yarar.
O aldırmadı, devam ediyordu:
-Ben bu efendilere söylüyorum.Artık kanunda valsler,santurda galopler,tanburda noktürnler çalınacak zaman geldi.bu semailer, peşrevler, besteler hep size ait!
Yanındaki Hicazkar Kürdi ceketini,boyunbağını düzelterek hep onun dediklerini tekrar ediyordu:
-Bendeniz, acizane o eski,ağır,müziç şeyleri bıraktım,küçük şık şarkılarım var. Güfteler tebni tenlerden artık azade.bir yenilik olsun diye güftelerime birer doktor sıkıştırıyorum.
Bir açık yareye doktor vurulur mu neşter?
Eski tuyuf kendi ahenglerine müstagrak,onu dinlemeğe tenezzül etmiyorlardı. Fakat o an,samedani bir orkestra kemanlarının ilk darbesi gibi muazzam bir sesle hepimiz silkindik. Herkes sahile koşuyordu.Cübbeler,harmaniler,uzun libaslar,kanatlar hep birden dalgalanıyor, çırpınıyor, uçuşuyordu. Sahilde bu ervah-ı makamat dizleri üstüne çöktüler,biraz evvel uykuda görünen renksiz ve sessiz denizler şimdi ulu dalgalar,köpükler ile huruş etmiş akıyor ve altın ve la'l gölgeler bu hareket ve renk deryası üzerinde titreyip uzanıyordu.Sonra bu nihayetsiz yangınlardan,güneşlerden,bulutlardan,toplanmış renklerle yanan bir u***** vardı. Bu ihtişam-ı rengi gönderen güneşlerin altın,ateş cereyanlarının akışını işitiyorduk ve güneşleri takip eden seyyeratın musikisiyle eziliyorduk.Ya rab! O u*****tan,o denizden,o güneşten insanı ne ağlatıcı,ne harab edici sesler, nasıl bütün varlığı sarsan neşide-i elemler,aşklar akıp geliyordu.Suzinak hayretkar, yaşlı bir sesle bana diyordu ki:
-Bu yıldızların,denizlerin,renklerin terennüm ettiği büyük şeyler neden bizi sarsıyor,eziyor,hiç ediyor,kasırgaya tutulmuş bir çöpe döndürüyorlar, bilir misin? Onlar hep hayatın,yaşayanların,kalblerin lisanını söylüyorlar;ruhların harekette olan anlarını,tabiatın heyecanda olan safhalarını terennüm ediyorlar.
-Ya biz? Dedim.
-Biz gölgeleri,eski insanların sükunette olan kalblerini,eski rüyalarını tekrar ediyoruz.
-Ya kendi tahassürümüz,kendi gözyaşlarımız?
-Hayır.Onları hiç söylemeyiz.Ebediyyen geçmiş hulyaları tekrar eder,kurumuş yaşları akıtırız,hissiyat,hayat-ı hazır garbındır,işte!
Himmet Çocuk
Elvanlar'da ihtiyar bir kılavuz aldık. Köy kısmen yanmış, perişan, herkes fersiz ve şaşkın gözlerle kamyon denilen canavarın bîlüzum gürültüsüne bakıyordu. Herkesin ruhunda sonu gelmeyen meşakkatin, açlığın, her günün gizli felâket ihtimallerinin yuğurdusu yeis ve lâkaydî vardı. Onun için kimse Uşak'a kadar gelmek istemiyordu, Parayı ne yapacaklardı? Ne alırdı ki? Yalnız zayıf yüzlü bir ihtiyar halsiz bir sesle:
-Ben İney'e kadar yolu biliyorum. Fakat beni Uşak'a götürürseniz ve bana orada bir okka tuz verirseniz gelirim, dedi. Akşam karanlığı basarken kamyon mırıldanarak, homurdanarak Anadolu'nun ıssız, yolsuz beyabanına daldı.
Kamyonda İstanbul gazetecileri vardı. Yunan ordusunun emsalsiz mezaliminin külleri ve facia sahnesi üstünde tetkikat yapacaklar, ben cephenin Yunan mezalimi raporunu hazırlarken onlar da ajansla Türkün felâketini dünyaya bildireceklerdi. Anadolu'da hâkim, insan değil tabiattır. Kuytu ormanlar, batak ovalar, sam keskin yokuşlar, sonra karanlık kımıldıyormuş gibi insanı keserek, dondurarak esen acı rüzgârın ortasından bin bir zahmetle bilmem kaç saat geçti.
İney, bir derenin yamacından kurşunî bir yangın harabesine inkılâp eden bir köydü. Kamyon hırlayarak, çırpınarak köyün yoluna girerken dünyada hilkat-i Âdem başlamış gibi etraf insan sesinden hayatından âriydi. Yalnız bir sürü çakal acı acı, karanlık esiyormuş gibi dereyi yalayıp geçen rüzgârla hem-âhenk uluyordu. İçimden:
Eyvah, köyden hepsi gitmiş, nasıl tahkikat yapacağız? diyordum.
Biraz sonra sağda bir kaya kovuğunda kızıl bir alevin önünde ısınan iki hâkî gölgenin kımıldadığını gördüm. Karanlık dereye, kurşunî yangın harabesi olan yamaca vuran yegâne ışık bu ateş ve kamyonun yürüyen iki göze benzeyen fenerleriydi. Köprünün önünde şoför kocaman, âtıl makineyi durdurmaya çalışırken önünde birkaç karaltı kımıldadı. Son ışığın beyazlattığı taşlı yolda siyah cübbeli, beyaz sarıklı, siyah sakallı bir adam, arkasındaki henüz ışığın sahasına giremeyen karaltı halindeki arkadaşlarından ayrıldı. Hiç unutamayacağım vâzıh bir sesle:
Halide onbaşı, sizi biz İney istasyonunda bekliyorduk, dedi.
- Geleceğimizi nerden biliyordunuz?
-İstasyonda biliyorlar. Tahkik heyeti gelecek, dediler.
-Bu sesten gazeteci arkadaşlar hemen harekete geldiler, kalem kâğıt çıkardılar, kamyondan fırladılar, karaltılardan tahkika başladılar. Kaç ev yandı? Kaç kişi öldü?.. Siyah sakallı adam yanıma geldi. Fenerlerin verebildiği ışıkla notlanma yiyecek gibi baktı.
-Kaç ev mi? Bütün köy yandı. Kaç adam mı öldü? Sayısını Allah bilir. Eşkıya gelir öldürür, düşman gelir öldürür, yakar soyar. Görüyorsunuz ya ne ev, ne yiyecek, ne giyecek var. Sen onları şimdi bırak, İsmet Paşa'ya başka şey söyle!
-Benim işim bunları yazmak.
-Biraz daha hırçın ve sesi titrek:
-Senin işin bizim halimizi söylemek... Kaç ev yandı, kaç kişi öldü, karnımızı doyurur, başımızı örtecek dam yapar mı? İsmet Paşa'ya söyle...
-Sesinde hayat için mücadele edenlerin âmiriyeti vardı; muti, sordum.
- Ne söyleyeyim?
- Ev isteriz, rüzgâr bıçak gibi kesiyor, çocukların başını sokacak kovuk bile yok. Uşak'ta birçok kereste ve Yunan esiri varmış, bunlardan bize verilmesini emretsin. Hemen kendimize dam yapalım.
-Ekmek isteriz, askeri ambarlarda buğday var, bir saat ötede... Emretsin, bize versinler, çiğ olsun çocuklarımıza yedirelim. (Sesi acıyla, merhametle yırtılarak devam etti) Büyükler söz anlıyor, sesi çıkmıyor ama çocuklar söz anlamıyor, açlıktan hep ağlıyorlar, sabaha kadar ağlıyorlar, bunu Paşa'ya şöyle..
Çakal ulumasıyla, rüzgarın iniltisi arkasından öyle zannettim ki aç çocuklar ağlıyor, göğsü sütsüz, boş, sırtı çıplak analar yumruklarını sallayarak dünyaya, talihe, hayata haykırıyorlar.
- Yazdım, dedim. Şimdi bize Uşak'a kadar bir kılavuz verin.
Herkes birbiriyle konuştu; biraz meşveret etti, sonra:
- Şu çocuk sizi şosaya çıkarsın, dediler.
Kocaman kurt derisi gocuk, kalın çizmeler, yün başlık artık ısıtmıyor, yakıyordu.
Bütün gün yemek yememiştik. Yanımızda ihtiyaten alınmış yarım çuval peksimet vardı ki o da daha ziyade yanımdaki şoförle kamyondaki iki muhafız askere aitti. Fakat ne onlar, ne arkadaşlar, biraz evvel açlıktan şikayet ettikleri halde, yemek arzusundan bir günahmış gibi bahsetmiyorlardı. Yalnız makineyi düzeltmekle meşgul görünen nefer şoförün bir şey söylemeden içini yakan bir arzusu kalbime geçti, yavaşça:
- Peksimedi köylülere verelim mi? dedim.
Bu söz yanmak için bekleyen kuru çıra ile temas eden bir kıvılcım gibi oldu. Nasıl oldu bilmiyorum, üç nefer peksimet çuvalını yakalamış, titremiş gölgelere zorla dağıtıyorlardı. Vakur ve mütehammil bir ses:
- Uşak'ta belki ekmek bulamazsınız. Yanınızda kalsın, diyordu.
Yine kamyon hırıldadı, homurdandı, çatırdadı ve karanlığa, rüzgâra daldı. Yer olmadığı için kılavuz Himmet kamyonun basamağında, yanımda ayakta duruyordu. Kamyona tutunan küçük çocuk elinin zaafını zavallılığını görmekle beraber İney'deki küçüklerin açlık feryadıyla içim dolu gibiydi. Acı acı düşünüyorum. Bu kaç senedir gezdiğim sahada kül olan, sükkânı aç ve ölmeğe mahkûm olan kaçıncı köydü.
Anadolu hilkat günlerinin ilk devrelerindeki yoksulluk, harabî ve vasıtasızlık içinde idi. Yeni Türkiye'yi inşa edecek millete yine Hazret-i Adem'den sonraki devlere benzeyen kudret ve mesai kabiliyeti lâzımdı. Evsiz, ekmezsiz, meyus bir halk.. Dünya onların zafer destanını terennüm ederken onlar ölümün gözlerinin içine bakıyorlardı. Memleketi kim yapacak? Nasıl yapacağız? Yanımda tiz fakat sakin bir çocuk sesi:
- Burası Kuzgunderesi. teyze!
Başımı çevirdim. Küçük, zayıf bir yüzü vardı. Çenesine doğru uzanan ensiz yanağının derileri büzülmüş, çene iskeleti olduğu gibi seçiliyordu. Bu açlık ve yeis içinde başım öyle derurıi bir sevimliliği, insanı hayata davet eden bir kudreti vardı ki sordum:
- Himmet, niçin peksimedini yemiyorsun?
- Sonra yerim teyze!
- Hele bir ye de sonra konuşalım.
Yavaş yavaş koynundan küçük lokmalara ayırarak çıkardığı peksimedi yemesini bekledim. Çenesinin bütün iskeleti, peksimedi çiğnedikçe daha büyük vuzuhla meydana çıkıyordu, Birdenbire gocuğumun içine küçük başını almak, bilmem neden vaktiyle kendi çocuğumu uyuturken söylediğim ninniyi söylemek istedim. Fakat bu arzum çok sürmedi. Küçük kum yüzde merhameti, zaafı meneden bir olgunluk sezdim. Sakin ve arkadaş olmasına çalıştığım bir sesle konuşmağa başladım.
Büyük bir gururla on üç yaşında olduğunu söyledi. Yedi yaşında anasız, babasız, ihtiyar bir nine, genç bir kız kardeş, bir çift öküzle kalmıştı. öküzlerle kocasız iki kadının tarlalarını senelerce sürmüş, ortakçılık etmiş, ninesini, kardeşini beslemiş, hattA kız kardeşini ere vermişti. Fakat bir gün o havaliye bir hayvan hastalığı gelmiş, iki öküzü birden ölmüştü hikâyenin burası kalbimi burdu. Sordum:
-Ne yaptın?
Sükûnla omuzlarını silkti. Hiç, ne yapacaktı. Öküzsüz çalışmış, gündeliğe gitmiş, dul kadınların tarlalarını sürmüş, üç sene çalışmış ve nihayet iki şişman kocaman dombay almıştı.
Hikâyenin burası yine kalbimi heyecana verdi. Kimsesiz, sekiz dokuz yaşında, kuru Anadolu'da mesaisi ile iki manda alan çocuk, bu benim anladığım bildiğim kahramanlığın en yüksek derecesi gibi bir şey. Avusturalya'yı kuru topraktan mamure hâline sokan, vahşi Amerika'yı mesaisi ile yenip medeniyet merkezi yapan ruhlar bu nevi ruhlardır.
-Dombaylar duruyor mu?
Bu defa gözlerimi yaşanan bir ifade ile ince omuzlarını silkti. Kamyon karanlık bir vadiden geçiyordu. Anadolu'da vadiler, yarlar, uçurumlar insanın muhayyilesini ve arkasını soğuk soğuk ürpertir. Hicretlerin, kavgaların, cinayet ve soygunculukların sahnesi oralardır.
Üç ay evvel bu meş'um derede Yunanlılar Himmet Çocuk'u yakalamışlar. kesmeğe yatırmışlar, iki nefer arasında münakaşalar olmuş, biri arabasını, mandalarını alıp bırakmak, öteki öldürmek istiyormuş, nihayet salıvermek isteyen demiş ki:
-Arabasında yumurta varsa bırakalım, yoksa keselim.
Himmet Çocuk'un sakin sesi titreyerek:
-Ninem yolda yesin diye iki yumurta haşladıydı, teyze... dedi.
Derenin sağ tarafındaki uçurum üstünde karanlık rüzgâr tuhaf tuhaf uluyor. Çocuk susmuş, kamyona yapışmış gidiyordu. Tabii bir sesle:
-Seni Uşak'a kadar götürelim, Himmet, dedim. Sen dönmekten korkmazsın, bilirim, fakat biz yolda bir yanlışlık yaparız, şoför bilmiyor.
-Olur, teyze.
Nefer şoförün yarım aydınlıkta kayadan oyulmuş gibi sabit erkek yüzü garip bir tebessümle harekete geldi.
Uşak'a girerken düşündüm. Anadolu'da geçen senderimle yüz haneden otuz haneye eriyerek dağılan, ölen erkeksiz ve kimsesiz köylerde Himmet Çocuk'un eşlerine tesadüf ediyor, onlara memleketin hayat tarihinde birer ışık ve nişane diye bakıyordum. Hayat diye, insanlık diye Anadolu'da ne kalmış işe gayur kadınlarıyla bu küçük gündelik kahramanların fevkalbeşer mesaisinden kalmıştı. Bunlardan bir tanesi kafamda ve kalbimde içimi kanatan bir çivi gibi saplanmış kalmıştır.
Antalya'dan Burdur'a gelirken, nihayetsiz kar bürümüş, bozuk, taşlı, bir yanı uçurum, bir yanında daima eşkiya gizlenen yokuşlardan birini tırmanıyorduk. Buralarda arabalar durur, arabacılar bir araya gelir, her arabaya üç dört çift hayvan takarlar, arabacılar arabanın arkasına omuz verir. Bin türlü acayip sesler çıkararak teker teker her arabayı yokuşun başına çekerler. Ve çok zaman da bu kablettarihî vesaitle, terleyerek, inleyerek günlerce didişip Çine ovasına kadar getirdikleri mallarını eşkiya çeteleri alır götürür, elleri boş geldikleri yere dönerler. Böylece bir hengâme ortasında, kalınlı inceli hayvanları teşvik için birbirine karışan obalar arasında billur gibi bir ses:
-Ah kadın anam! ah gel de bir kez halımı gör!. dedi.
Kalbime ip takılmış gibi, ses gelen yere sürüklendim, on on iki yaşlarında, gocuğundan sular damlayan, el kadar güzel yüzlü, mavi gözlerini örten siyah kirpiklerinde yaş toplanmış bir çocuk arabacı gördüm. Bu da Himmet Çocuk gibi ihtiyar bir halaya bakmak için bir fevkalbeşer hayat mücadelesinde pişen bir çocuktu. Istırabının mercii olsa toprak olan bir kadın kalbi oluyordu.
Hâlâ Türkiye'yi bu küçük Himmet çocuklar yürütüyor. Belki hâlâ acıları bir çocuğun değil bir deyin kalbi gibi sağlam olan yüreklerinden taşarsa:
-Ah kadın anam ah! gel de bir kez halımı gör! diyorlar.
HALİDE EDİP ADIVAR
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum