TEŞRİN FIRTINASI...

İlkdeyiş: Bıçak Darbesi Gibi…..

Yıllar önce gazetede okuduğum bir makalenin başlığı içimi ürpertmişti: "Çocuğun mu var, yüreğinde de bir bıçak…”

Yazıyı kesip, günlüğüme yapıştırmıştım. Altı aylık olmalıydın… belki daha da küçük.

Hatırlıyorum, eve getirmiştik seni hastahaneden. O kadar ufaktın ki, bir damlacık. Avaz avaz bağırıyor, bir türlü susmak bilmiyordun. Gri maviydi gözlerin, belli belirsiz saçlarınsa simsiyah.

Korkuyordum sana dokunmaya. Kırılıverecek gibi geliyordun hep. Kucağıma almıştım. Ağlıyordun. Kollarımın arasındaydın, sımsıcak. Farkında olmadan çok mu sıktım ne, annen:

-“Çıldırdın mı, çocuğu boğacaksın!” dediydi telaşla.

Bir baba yüreğini açmak istiyorum sadece. Yalansız, abartısız, riyasız. Baba, oğul arasındaki öncesiz sonrasız rekabetten, çekişmelerden arınmış, çırılçıplak.

Sen oğlumsun. Derimsin. Gün olup sakın yüzdürtme kendini. Varlık nedenimizsin çünkü. Tek oğlumsun.

Bıçağın keskin ucunu etimde ilk ne zaman hissettim?

İlk gördüğümde, ilk kez kokunu içime çektiğimde, ateşin çıktığında...

“Anneni mi, babanı mı daha çok seviyorsun?” diye soranlara, “eve hangisi erken gelirse…” dediğinde mi?

Yoksa, “hani annen nerede bakayım?” diyenlere telefonu gösterdiğinde mi? Huysuzlandığında, uyumak istemediğinde, kazaklarımıza sinmiş kokuyu özlemle soluyup, o kazaklara yanacığını yapıştırıp uyuduğunu, anlattıklarında mı?

Gözlerinin içinde eriyip yok olan gözlerimi, elimi tuttuğunda içimde kopan fırtınaları tanımlamakta zorlandığımda mı?

İlk dişin çıktığında… anneanneni sanki biraz daha fazla sevdiğini düşündüğümde mi?

Dudaklarımızdan çok gözlerimiz konuşurdu.. gözbebeklerimizde biriktirdik seni, her pazartesi sabahı ayrılırken ki, uzak kaldığımız günlerde bize güç verebilsinler.

Dile kolay dört yıl sadece haftasonları, tatillerde beraberdik seninle. İstanbul’da anneannenle kalmıştın. Mecburduk. İş düzenimiz gereği istemeden mecburduk bu özlemi çekelemeye.

Şaşırmışlardı kararımıza. “Bu yaşta bir çocuk, tek başına gönderilir mi hiç dünyanın bir ucuna?” demişlerdi.

“Yaz tatilinde taa Brezilya , öyle mi? Hem idare edebilir mi kendini yaban ellerde? “ diye üstelemişlerdi.

Dudaklarının izini yanaklarımda bırakarak çözülüvermiştin kollarımdan. Dış hatlar kontuarının sonunda, gözden kayboluncaya kadar el salladım sana.

Güle güle… çok ama, çok özleyeceğiz seni. Bıçağın keskin ucu etimdeydi.Kanıyordum.


Anıların kronolojiye isyan etmesi gerektiğine inanırım.

Bugünden söz ederken, yirmisekiz yıl öncesine dönmem sizi şaşırtmasın.

Bölük pörçük, aklıma geldiğince seçiyorum belleğimdeki fotoğrafları.Fırtına çağrışımlı bir duygu yağışı altındayım nicedir.

Feneryolu’ndan İzmit’e kadar daha onbeş yaşındayken arabayı sana emanet etmişti annen. Yanında oturuyordu... ve her durumda büyük göstermen için başında bir de kasket vardı.. bazen okula kadar sen kullanırdın arabayı... tabii, olası bir polis çevirmesi için planımız hazırdı:

-“Memur bey, birden babam fenalaştı da, çaresiz direksiyona ben geçtim...”

Uzun bir gecenin sabahındaydım. Öteden martı çığlıkları geliyordu. Kınından sıyrılmış bir bıçak gibiydi ayaz.

Gökyüzünü eflatun kesmiş. Son lodoslardaydık. Susup yüzüne baktım , sessiz bir ürperişle.

Gözbebeklerinin lekesiz bakışlarına annen ve ben kaç ömrü adadık. Sana..sadece..sana !

Böylece bir babanın yüreğini oğlunun ellerine uzatmasını yazmaya başladım, haddimi aşmayarak.

Ülkemizde neredeyse en bol şeylerden biri de yazarlık ya! Eline kağıdı alan roman yazdığını sanır benim gibi. Sözüm gerçek yazarlardan dışarı elbette. Bir edebi, kaygım yok. Dilime gelenleri sözcüklere döküyorum. Bütün hepsi bu.

Hayatla ödeştim sonunda.

--------------------------------------------

Sondeyiş

Yaşamın büyük bir kısmı şöyle diyerek harcanır “çok erken” ve sonra da “artık çok geç”.

Flaubert yazmış bu satırları mektubunda. Okurken kendimi düşündüm. Hayatımın çekmecelerinde dolaşırken bulduğum fotoğraflar, buruşuk bir mendil... Erken ve geç kalışlarıma yazıklanmıyorum artık. Lavinia\'nın büyüsüne tutuluyorum. (\" Sana gitme demeyeceğim / Üşüyorsan ceketimi al / Günün en güzel saatleri bunlar / Yanımda kal / Sana gitme demeyeceğim / Gene de sen bilirsin / Yalan istiyorsan, yalanlar söyleyeyim /İncinirsin..\") Özdemir Asaf\'ın Lavinia\'sı hiç nedensiz kuşatıveriyor beni. (\"Sana gitme demeyeceğim /Ama, gitme Lavinia/ Adını gizleyeceğim/ Sen de bilme, Lavinia\" )

Hayatın günlüğüne geçirdiğim anılar, yapıştırdığım fotoğraflar arasındayım yine. Bir göçtemizliği, kimbilir ?

Bugün değilse yarın ya da öbür gün... Mutlaka gitmeyecek miyim ?

Birazdan akşam zaten.

Birazdan gece.

Yıldızlar söndü sönecek. Ay bulutlar arasından sıyrılmakta.

Teşrin rüzgarının koparttığı yapraklar.

Yorgunum, günlerdir yorgun. İrin toplayan bir sıyrık gibiyim.

Bulanık aynada iç bükey, dış bükey yansımalar hiç durmadan şekil değiştirmekte. Yaprak dökümleri... Savruluş.

Hiçbiri, hiçbir şey anlatmak istediğim teşrin fırtınasını simgeleyemiyor, ayırımındayım. Boyun eğilen teşrin fırtınası. Çaresizlik..!!!

Kaç baharım kaldı ki zaten ?

Bir kibrit çakımında sorup, yanıtından kaçıyorum... Sırçadan çam süsleri ufalanıyor tek tek parmaklarımın arasında. Avuçlarım kan içinde.

Billur vazoda kurumuş karanfiller.

3 Kasım bugün. Kırklı yaşlarımın tam ortasındayım.

Bir gölge değilim. Çok genç de değilim. Ama hedeflerime vardım. Dibine kadar sevdim. Bir o kadar da sevildim.


Kırkbeş yıl bir bakıma dün gibi ama bir de yılları, anıları tek tek göz önünden geçirirsen koskoca bir ömür.

İyisi, kötüsü, umudu, kaygısı, barışı, sevinci, mutluluğuyla...ama gene de anlam dolu bir zaman.

Kırkbeş yıl geriye dönmek ve her şeye yeniden başlamak elimde olsa kuşkum yok, yine bu yolu seçerdim.

Bugüne tırnaklarımla geldim.Tutuna tutuna yükseldim.Eğilip, bükülmeden.



Teşrin fırtınası belki sadece bir sanrıydı..

Gizlisiz saklısız, sereserpe yazmak...

Dudaklarımda Lale Belkıs’tan salkım saçak dizeler :

“ Ne mektup bulur beni
Ne sel getirir seni
Aramızdaki yokluk, bensizliğim, mirasım sana..”

İçeriye girdim.

Çekmeceleri kapattım.

Fotoğraflar, eskimiş mektuplar oraya buraya tıkıştırılmış anılar.

Yeniden hatırlamak, yeniden o şeyleri yaşamaktı aslında. Dahası hepsini ben mi yaşadım bunların, yoksa yaşadığım ya da yaşandığını gördüğüm olaylar, kişilerden bir kolaj mı yaptım, çıkaramıyorum şimdi. Belki de bütün bu yazdıklarım bir hayal ürünü... Olamaz mı ?

Durup son kez sessizliği dinledim.



Cemal Türker
İstanbul, 3 Kasım 2005

0 Comments: