BEN HİÇ KİMSEYİ BU KADAR SEVMEDİM Kİ

Ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki... Sonsuzluk gibi çıkıyordu bu söz içimden... Umutsuz bir yakarış gibi... Hiç bitmeyecek bir hasret gibi... Ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki...

İşyerinde, çalışma masanın hemen yanındaki sandalyede oturmuş senin telefonla konuşmalarını, dosyalara imza atmanı, yanında geçenlere işinle ilgili bir şeyler söylemeni seyrederken durmadan bunu duyumsuyordum içimde... Sen çalışıyordun ve ben seni seyrediyordum sadece... Tanrı gibiydin sanki; vardın, ama çok uzaktaydın... Bu sevgiyi sen yaratmıştın, ama sonra kendi dünyana çekilmiş, orada yaşıyordun... Sadece seyrediyordun ve artık hiçbir şeye müdahale etmiyordun... Senin dışında gelişiyordu sanki her şey... Ateş içerime yayılıyordu hızla... Garip bir hayranlıkla mahvoluşumu seyrediyordum... Sanki sen orada, işyerinde, çalışma masasının arkasında telefon eden, evraklara imza atan, etrafa kaygıyla birşeyler söyleyen değildin de, içimdeki ateşi o uzaktaki varlığında durmadan körükleyen isimsiz bir varlıktın...

Bir isim koyamıyordum bu varlığa... Senin bir adın vardı, ama onun yoktu... İsimsiz bir acıydı bu... Durmadan ilerliyordu... İçimde bilmediğim yerleri bu acıyla keşfediyordum... Karşı koymuyordum ona, koyamıyordum, aslında koymak da istemiyordum... Bu hayatla ilgili yapmam gereken her şeyi bilinmeyen bir zamana ertelemiş, onun içimdeki yolculuğunu seyrediyordum...

Sana uğramadığım zamanlar şehrin sokaklarını dolaşıyordum durmadan... İnanılmaz genişlikte bir zaman açılmıştı önümde... Kim bilir belki de içimdeki ateş benim için zaman kavramını yok etmişti... Beni bu hayatın kurallarına alıştıran o kaygılı makinenin sesi birden susmuştu... Çünkü o makine içimde bana rağmen çalışırdı. Bu acı yokken, ben onun kölesiydim, durmadan ona hırs, rekabet, akıl, sıkıntı, korku taşırdım... Şimdi onun sesi yok içimde... Her yer sessiz şimdi...hayat sessiz, yollar sessiz, insanlar sessiz... Sanki karşılaştığım herkes içimdeki acıya kulak kesilmiş gibi... Sanki hayat, sanki insanlar yeni yaratılmış, sanki gördüğüm herkes hiç kirlenmemiş gibi... Dünyanın sokaklarında yürüyorum... Dünya sanki çocukluk çağındaymış gibi... Çok seven çocukların herkesten farklı bir üşümesi vardır. Dünya sanki şimdi o çocuklar gibi üşüyor... Dünya çocukça üşüyor... Kimi görsem o çok üşüyen çocuk gibi üzgün... Ve bu üzüntüyü bu dünyada bilinen hiçbir karşılık gideremeyecek gibi... Bu üzüntü alışveriş dünyasının dışında... Bu üzüntü ancak kendisiyle teselli edilebilir...

Dünyanın yollarında yürüyorum ve dilimde bir dua: ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki... Bu sözle birlikte bildiğim her şeyi unutuyorum. Bu sözle birlikte dilsiz ve çıplak kalıyorum... Öyle bir söz ki bu herkes bana istediği kötülüğü yapabilir, ama ben yine bu acıyla hayatta kalabilirim... Bu sözle birlikte herkesin nefretini kazanabilirim, ama bundan hiç kaygı duymam. Çünkü kimse karşı koyamaz bu acıya... Bu acı dünyadan bile eski, bu acı soluk almaktan bile eski... Öyle bir acı ki bu dünyanın bütün laneti içimde durmadan saflığa dönüşüyor... Dünya beni karşısına aldıkça yüzümdeki ışık çoğalıyor... İşte beni insanlar, işte beni bu dünyanın laneti, o bütün yalanı, o bütün hıyaneti böyle bir anda öldürsün istiyorum... Ama biliyorum ki ölmem ben.

Yüzümdeki o saf ışık tepeden tırnağa seninle doluyken ölmem ben... Çünkü çoktan dünya uzaklaştı benden... Hayatın kalbimdeki son izlerini çoktan silip aldı içimdeki acı... Mutluluklar, ödeşmeler, yükselme hırsları, beklentilerim, kendimi kanıtlama hırslarım, o çirkin, o bitmek bilmez yarışlar, o basit ve zevk içinde yaşama isteklerim hep aşağıda kaldı...

Ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki...

İşte bu acı beni benden aldı... Görenlere göre harcıyorum kendimi... Ama benim gözümle kendilerini görseler hiç böyle düşünmeyeceklerine eminim. Belki ömrümde ilk kez varlıkları aslında olduğu gibi görme şansına bu acıyla erişeceğim... Bu acı biliyorum beni mahvediyor, ama belki de ilk kez kendi varlığımı aslında olduğu gibi göreceğim...

Bu mümkün mü bilmiyorum, ama şimdi anlıyorum ki bu dünya sürgününde asıl meselem hep bu olmuş benim. Asıl istediğim bu olmuş... Varlığımı aslında olduğu gibi görmek olmuş asıl meselem... İşte bu yüzden dünyadaki hiçbir şeyi sonuna kadar istemedim ben... Başarıya ulaşmam hep an meselesiydi. Her şeyin hep en ucuna kadar geldim. Uzansam benim olacaktı, biraz daha çaba gerekti, ama hep son anda içimdeki bir şey o son çabayı engelledi. Tutmam, kazanmam mümkünken içimdeki bir şey, nasılsa son anda vazgeçti ondan... Hep son anda çekildim kendime... Kim bilir belki de bu dünyaya ait bir şeyi kazanırsam sonsuza dek dağılıp kaybolmaktan korkuyordum... Bu korku neydi bilmiyordum... İçimde bana rakip biri vardı sanki...

Ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki...

İşte onu şimdi daha iyi anlıyorum... Ben durmadan kendimi aldatmaya, durmadan kendim olmayan biri olmaya çalışsam da, içimde çok daha güçlü bir şey vardı... O beni benden daha iyi tanıyordu... O beni benden daha iyi görüyordu...

Ama o içimdeki rakip şimdi çoktan sustu... Hiç kimseye kulak asmıyor... İçimdeki rakip sustu, o bile bir bahar yemini gibi ilerleyen acımı dinliyor... Bense ilkel bir acıyla savrulduğumu düşünüyor ve ayaklarımın yerden kesildiğini hissediyorum, ama biliyorum ki o ilkel acıyla birlikte içimdeki bütün parçalar birleşiyor... İçimdeki bütün yaralar birbirleriyle tanışıyor... O birbirinden kıtalar kadar uzak olan yıllarım, günlerim, saatlerim yeniden birleşiyor o ilkel acıyla... İçimde onca sızıyla birleşen her şey beni sadece vaktinden önce büyüyen bir çocuk yapmaya yetiyor... Her şeyi hisseden, her şeye dokunmak isteyen, her acıya maruz kalmaya hazır ve üşümekten yapılmış çocukluğumu geri getiriyor bana...
Bu acıyla anlıyorum ki aslım bu benim... Hangi role bürünürsem bürüneyim, hangi maskeyi takarsam takayım bu durmadan üşüyen çocukluk benim çocukluğum... Ondan ne kadar uzağa kaçsam da nafile, bilirim ki o orda durur ve beni bekler... Bilirim ki onun uzağında hiçbir şeyim yok... Kimsem yok onun uzağında... Ne kadar uzaklaşsam da bilirim ki orada ben yokum...

İnsan kendisinden ne kadar uzağa gidebilir ki... Çünkü bilirim ki vaktinden önce büyümüş çocukluğumda titrer aşkım...

İçimdeki bütün anlamlar, bütün yaralar, bütün zamanlar beni büyük bir uyumsuz yapmak için birleşir... Ölüm kadar hassas bir uyumsuzluktur bu... Ben hiç bir şey yapmam, oradayımdır, varımdır, ama ne desem, ne yapsam sanki herkes bana karşı gibidir... İnsanların bildiği kelimelerle konuşurum, onlar gibi davranmaya çalışırım, ama hiçbir şey anlatamam, onlara hiçbir şey kanıtlayamam... Ne söylesem boştur... Hiçbir seste karşılığı yoktur sesimin. Kendimi bulduğum anda herkesin yabancısı olup çıkmışımdır... Sesim içime dönüp, orada yankılanır... Fısıldaşıp dururum içimde titreyen aşkla... Beni dünyaya, beni insanlara, beni kucaklaşmaya götürmesi gereken aşk çılgınlığımın arkadaşı olmuştur... Herkesin acısı, herkesin yalnızlığı, herkesin sefaleti ona akar da, o kimseye kendini anlatamaz...

Bugün işyerindeydim senin... Telefonla konuşmalarını, kağıtlara imza atışını, yanındakilere işinle ilgili kaygılı bir şeyler söyleyişini seyrettim...

Sonra işyerinin kafesine götürdün beni. Arkamız boydan boya camdı. Hayat kadar kirli, kalplerimiz kadar kırılgandı camdan içeriye vuran güneş... Bir şeyler içip konuştuk. Beni dinlerken zaman zaman dalgınlaşıp içine dönüyordun... Kopuyordun benden... Korkunç üzülüyorum böyle anlarda... İlişkimiz, sevgimiz yüzünden dalgınlaştığını düşünmek istiyordum ama, değildi... Asıl sıkıntın işinle ilgiliydi senin. Geçinemediğin insanlar vardı. Seninle durmadan uğraşan bir müdürden yakındın bana. Birileri ayağını kaydırmak istiyordu. İşyerinde mutsuzdun. Böyle yaşamak istemiyordun...ömrünün böyle tükenmesini istemiyordun... Başka şeyler yapmak istiyordun. Hatta mümkün olsa bu şehri terk edip çok uzaklara, sakin sessiz bir kıyı kasabasına alıp başını gitmek istiyordun... Kalbim sıkışarak dinliyordum seni... Sanki dünya ayaklarımın altından kayıyordu... Çünkü seni dinlerken anlıyordum ki sıkıntılarının, endişelerinin içinde ben yoktum... Mutsuzluğunu bensiz çekiyordun... Yaşadığın bu dünya derdinin içinde ben yoktum. Oysa orada, mutsuzluğunun içinde olmak isterdim... Ne çelişki yaşıyorsan, bu hayattaki açmazın neyse orada ben olmalıydım... Çıldırmak istiyorsan, beraber çıldırmalıydık. Dünyanın en kötü, en anlaşılmaz insanı olmak istiyorsan bunu benimle yapmalıydın... İnan bana bu bencillik değildi, sana sahiplenmek hiç değildi... İçimde durmadan ilerleyen acım böyle istiyordu sadece... Ona ben de engel olamıyordum. Dünyadaki herkesi silmişti bu acı... Sen yanı başımdaydın, ama sana dokunamıyordum bile, sanki kanlı bir nehirde sürüklenip gidiyordun da ben bir şey yapamıyordum... Ömrümü sana adamış olmama rağmen kaderin üzerinde hiçbir etkim olamıyordu... Bu çaresizliği hissettiğim anda her şey anlamını yitiriyordu... Issız, terkedilmiş gibi oluyordu dünya... Ve bu dünyanın ortasında bir tek sen vardın... Milyonlarca insan içinde bir tek sen oluyordu... Milyonlarca yüzün içinde bir tek senin yüzün oluyordu...

Senden ayrıldıktan sonra hep yürümek isterim ben... Hiç eve girmek istemem. Senden ayrıldıktan sonra evime dönmek istemem... Çünkü senden ayrıldıktan sonra bütün evler yabancıdır bana... Bütün evler terkedilmiş bir akşamüstüdür... Senden ayrıldıktan sonra ne kadar yaralı bir çocukluk yaşadığımızı bir kez daha anlarım... Evlerde, odalarda ne kadar çok yaralandığımızı anlarım... Sevgi bize hiç kendiyle, sevgi bize hiç yalın ve saf gelmedi sevgili...

Sevgi bize en çok korkuyla geldi... Sevgi en çok güvensizlik ve hep bir tür yitiriş duygusuyla geldi bize...

Demin yanındaydım... Çalışma masanın yanında. Senin kaygılarını seyrettim... Senin yüzünü seyrettim... Biliyorsun o hasreti sen. Sana anlatmıştım... Latince bir kelimeydi, hatırlarsın: himeros... Himeros, sevgilinin yanındayken bile ona duyulan o derin, o yakıcı hasret demekti... Demin yanındaydım ve yanındayken bile sana yakıcı bir hasret duydum... Bu hep böyle olacak sevgili biliyor musun... Çünkü bize sevgi hiçbir zaman saf ve katışıksız haliyle gelmedi... Biliyorum, bu dünyada sen bütünüyle, her şeyinle benim olmayacaksın... Hep hayat girecek aramıza... Hep çocukluğumuz, hep o sonsuz yaralanmışlığımız girecek... Hep o sonsuz korkularımız girecek... Sevgiyi bir tür yitiriş olarak yaşayışımız girecek... Ve bu imkansızlık öyle büyük bir acı veriyor ki bana o an ölmek istiyorum, ama inan sevgili insan acıdan ölemiyor, ölebilseydi, ilk önce ben ölürdüm... Hem ölsem ne olurdu ki, kim etkilenirdi bundan, yine tanıdığım, hayatına girdiğim herkes hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam ederdi... Benim ölümüm bu hayattaki hiçbir şeyi değiştirmezdi... Yine sabah olurdu, sen yine sevmediğin, bir an önce ayrılmak istediğin işine gidip gelmeye devam ederdin... Ne tuhaf, bunu düşündüğüm anda sana duyduğum özlem daha çok artıyor... Biliyorum, ölümüm bu hayattaki hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ama bu bile sana duyduğum arzuyu hastalıklı bir duyguyla çoğaltıyor... İşte bu derin umutsuzluk bağlıyor beni hayata, bu büyük imkansızlık bağlıyor beni senin aşkına... O delice yetinmezliğim böyle anlarda başlıyor... Bu hayatla ilgili bütün beklentilerimin bittiği anda sen daha çok büyüyorsun içimde..

Arzuyu sonsuz kere yaşayabilirim seninle... Bu dünyanın gereği neyse onu her şeyiyle yaşabiliriz... Ama bu yetmez bana... İhtiyaçların adamı değilim ben... Başı ve sonu bilinen arzuların insanı hiç değilim... Bana varlığın gerekli. Bana varlığının aslı gerekli... Ona bütün benliğimle dokunmalıyım... Bütün korkuların benim olmalı... Bütün yaralanmışlığın ben olmalıyım... Sevgi diye yaşadığın bütün yitirişler ben olmalıyım... Ruhundaki esrar kalbindeki oluktan bana akmalı... Dünyanın sesini dinlemeliyim o çabucak terleyen avuçlarından... Dünyanın bütün yanlışları senden bana geçmeli hiçbir yalan ve korku olmadan...

Biliyorum, senin gibi ben de hastayım... Ruhum yaralı. Bu dünya, bu hayat beni yaraladı... Ama inan bundan dolayı hiç mutsuz değilim... Bu dünyanın bu haline baktıkça yaralı olduğuma seviniyorum bile... Çünkü yaralı olmasaydım seni göremezdim... Yaralı olmasaydım seni hissedemezdim... Yaralı olmasaydım senin yaralanmışlığını göremezdim...

Uyumsuzun biriyim ben... Uyumsuzun biri olmasaydım seni sevemezdim...

İnan bana sevgili bu hayatı değiştirecekse uyumsuz insanlar değiştirecek... Çocukluğu yaralanmış insanlar, sevgiyi bir tür yitiriş olarak yaşayanlar değiştirecek... Bunu en derinimde hissediyorum... İlk kez seninle seviyorum uyumsuzluğumu... İlk kez seninle tanışıyor yaralarım. Birbirinden kıtalar kadar uzakta olan yıllarım, günlerim, saatlerim seninle birleşiyor... Bu birleşme hayatın yeni bir dilini müjdeliyor bana. Artık herkes gibi konuşamayız seninle... Herkesin yaşadıklarını seninle tekrar edemeyiz... Başka bir dille konuşmalıyız seninle. Bu hayatın dili olmamalı bu... Biz seninle rüyaların diliyle konuşmalıyız... Çünkü gün başladığında biz birbirimize ait değiliz. Binlerce yalan sözcük giriyor aramıza... Binlerce yalancı korku... Binlerce yalancı sığınış... Binlerce zavallı kayboluş... Seni hissederken daha çok aklıma geliyor korkularım... Seni hissederken korkularım daha bir acıtıyor beni... Sığındığım her şey daha bir acı veriyor bana... Seni düşünürken hafiflemek istemiyorum... Seni düşünürken zevk içinde ve daha kolay yaşamak aklıma gelmiyor... Seni düşünürken yalan hayatım geliyor en çok aklıma... Boşlukta dönüp duran alınyazım geliyor...

Seni düşünürken bu güne dek koruduğum her şeyi yakıp yıkmak geliyor içimden... Evimi, kitaplarımı, eşyalarımı... Her şeyi yakıp ateşe vermek geliyor... Seni düşünürken bir kürt kadınının karlı bir kış gecesi yoluma devam edebileyim diye verdiği eldivenleri, babaannemin ölmeden önce odama bıraktığı o tahta kutuyu ve bana annemden yadigar olan gece lambasını alıp sokaklara çıkmak istiyorum... Biliyorum onları nereye götürsem üzerlerinde senin ruhun titreyecek... O zamanlar sen yoktun hayatımda, ama ben onları alırken senin için de almıştım... Bugüne dek hayatımda ne vazgeçilmez olmuşsa sen varsın diye, bir gün benim için vazgeçilmez olacağını bildiğim için vazgeçilmez olmuştur...

Bugüne dek hep yalandı hayatım... Bu yalan hayatı seni beklemek için yaşadım ben... Bu dünyaya, bunca oyuna, bunca harcanmaya sana bir gün elbet kavuşmak için katlandım...

Sen orada mısın bilmiyorum... Benim için gerçek varsa, bir gün olacaksın diye vardı... Bundandı bu susuzluğum... Bundandı bu kahreden oyunculuğum... Ne olur izin ver, alınyazını ver bana... Tükendim ben kolay yaşamaktan... Tükendim sonu belli ilişkiler yaşamaktan... Alınyazını paylaş benimle...

Çektiğim bütün iç çekişler senin için duymuyor musun... Bu güne dek biriktirdiğim her şey senin ömrüne yakmak içindi... Bu güne dek söylediğim bütün yalanlar senin gerçeğin içindi...

Ne olur beni bu hayata bırakma... Senden sonra olmaz... Dönemem senden sonra yalanlarıma... İtiraf edecek bir şeyim kalmadı... Bütün yalanlarım tükendi... Ömrümle kıyaslayacağım kimse kalmadı... Boşlukta dönmekten usandım... Sen varsın diye anladım, ne yaşarsam hep boşuna yaşarım ben... Çünkü sen yokken bile biliyordum bunu ben: vazgeçilmezimsin sen... Nefret ettiklerime benzemek istemiyorum ben... Ne büyük yanılgıydı, bunu en iyi sen anlarsın... Öyle bir yalnızlıktı ki, sevmediğin insanların bile beni sevmesini isterdim... Hiç sevmediğin bu hayatın beni bir gün anlamasını beklerdim...

Öylesine büyük bir sevgiydi ki sana duyduğum, alınyazın bana geçti... Adını koyamıyorum bu acının... Yaz deseler anlatamam... Bu acı nasıl anlatılır ki... Dilsiz ve çıplak kaldım bu acıyla... Gel, bendeki alınyazına sahip çık... Çünkü ben kendimi ilk kez sende sevdim...

Dönemem terk ettiğim hiçbir yere, dolaşıp duruyorum sokaklarda, dilimde o son duam: ben hiç kimseyi bu kadar sevmedim ki...




Cezmi ERSÖZ

0 Comments: