MEVLANA İLE ŞEMS'İN TANIŞMASI...

Mevlânâ, katırın ansızın silkinerek durması üzerine, daldığı tefekkür âleminden sıyrılarak başını kaldırdı. Esmer, yanık yüzlü, hiç tanımadığı bir adam yolunu kesmiş, katırın dizginlerine sarılmış, ateşli, keskin bakışlarıyla Mevlânâ'yı süzüyordu. Mevlânâ irkildi. Bu saçı sakalı birbirine karışık, yaşı altmışın üzerinde ihtiyar dervişin, birer kıvılcım gibi şimşeklenen bakışları altında ezilmişti. Ömründe böyle büyüleyici, keskin ve kararlı bakışlar altında hiç kalmamıştı. Yaşlı adamı ilk defa görüyordu. O anda bir kıvılcım çakarak, ikisini de ateşlemiş gibiydi. Kısa, fakat korkunç sessizliği, adamın tunç.gibi, tane tane sözleri dağıttı. Adam ciddi, yüksek bir tonla soruyordu:

-Sen Belh'li Sultan'ül-Ûlema oğlu Mevlânâ Celâleddin'sin değil mi?
-Evet.
-Bir müşkülüm var, söyle bana, Hazreti Muhammed mi büyük, Beyazıd-ı Bestamî mi? Ne dersin?

Beyazıd-ı Bestami, tasavvuf yolunda, (Enel-Hak, Ben Allah'ım) diyecek kadar coşkun ve cezbeli bir îslâm mutasavvıfı idi.

Mevlânâ, böyle cadde ortasında, etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın sorulan bu sualle tekrar irkildi. Sualin taşıdığı derin mânâyı hemen kavramış, adamın hiç de yabana atılır bir kişi olmadığını anlamıştı. Cevap verdi:

-Bu nasıl sual? Elbette Hazreti Muhammed büyük.

Adamın bakışları tatlılaştı. Dudaklarında bir tebessüm halesi dolaştı. Tekrar sordu:

-İyi ama Hazreti Muhammed: "Yarabbi, Seni tebcil ederim. Biz seni lâyık olduğun veçhile bilemedik" buyurur. Halbuki Beyazıd-ı Bestamî: "Ben kendimi tebcil ederim. Benim sânım çok yücedir. Zira, vücudumun her zerresinde Allah'tan başkası yok..." demekte. Buna ne buyrulur?

Mevlânâ, sualin bu mecraya döküleceğini önceden anlamıştı. Hemen cevap verdi:

-Çünkü Hazreti Muhammed mânâ âleminde her an sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye varışında evvelki bilgi ve anlayışından istiğfar ediyordu. Böylece Peygamber hiç bir makamda ve hükümde kalmadan ebediyyen tenzih edilmesi gereken Rabb'i, onu, bütün tecelli cilveleri içinde dahi tecrid ve tenzih edebilmesinin mukavemetine malik bulunuyordu. Beyazıd-ı Bestami ise, ulaşabildiği ilk makamın sarhoşluğuna kapıldı ve kendisinden geçti. O makamda kaldı ve o sözü söyledi.

Adam, cevabın azameti ve ağırlığı karşısında sendeledi. (Allah!..) diye bir çığlık atarak yere düştü. Mevlânâ da heyecanlanmıştı. Katırından inerek, dervişi kucakladı, kaldırdı.

O anda, sanki iki umman burada birbirine kavuşuvermişti. Kur'an-ı Kerim'in Rahman Sûresi 19. âyetinde buyurulan "Merec'ül-bahreyn" yani iki denizin buluşması, burada tecelli etmişti sanki.

Birbirlerini ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaştılar. Mevlânâ dervişi buyur etti. Birlikte Mevlânâ'nın ev olarak ikâmet ettiği medreseye doğru yürümeye başladılar. Bu durumu seyreden öğrenciler, toplanan halk şaşırıp kalmış, olup bitenlere bir mânâ verememişlerdi. Birlikte yürüyüp giden iki adamın ardından baka kaldılar.

Kimdi bu adam? Mevlânâ'nın hem de cadde ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı cevap karşısında kendisinden geçen, derviş kılıklı, bu esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi?

Mevlânâ'yı böyle cadde ortasında durduran, attığı okla kendisi de vurulan derviş, Tebrizli Muhammed Şemseddin'den başkası değildi. Mevlânâ gibi bilgin, temkinli bir sûfî'yi uçsuz bucaksız âşk denizine salıveren, onu pişiren, potasında yakan, kavuran, kısacası Mevlânâ'yı Mevlânâ yapan Tebrizli Şems.


Alıntı

0 Comments:

Yorum Gönder

Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum