Mevlânâ, katırın
ansızın silkinerek durması üzerine, daldığı tefekkür
âleminden sıyrılarak başını kaldırdı. Esmer, yanık yüzlü,
hiç tanımadığı bir adam yolunu kesmiş, katırın dizginlerine
sarılmış, ateşli, keskin bakışlarıyla Mevlânâ'yı süzüyordu.
Mevlânâ irkildi. Bu saçı sakalı birbirine karışık, yaşı
altmışın üzerinde ihtiyar dervişin, birer kıvılcım gibi
şimşeklenen bakışları altında ezilmişti. Ömründe böyle
büyüleyici, keskin ve kararlı bakışlar altında hiç kalmamıştı.
Yaşlı adamı ilk defa görüyordu. O anda bir kıvılcım çakarak,
ikisini de ateşlemiş gibiydi. Kısa, fakat korkunç sessizliği,
adamın tunç.gibi, tane tane sözleri dağıttı. Adam ciddi, yüksek
bir tonla soruyordu:
-Sen Belh'li Sultan'ül-Ûlema oğlu
Mevlânâ Celâleddin'sin değil mi?
-Evet.
-Bir müşkülüm
var, söyle bana, Hazreti Muhammed mi büyük, Beyazıd-ı Bestamî
mi? Ne dersin?
Beyazıd-ı Bestami, tasavvuf yolunda,
(Enel-Hak, Ben Allah'ım) diyecek kadar coşkun ve cezbeli bir îslâm
mutasavvıfı idi.
Mevlânâ, böyle cadde ortasında,
etrafına toplanan halkın şaşkın bakışları arasında ansızın
sorulan bu sualle tekrar irkildi. Sualin taşıdığı derin mânâyı
hemen kavramış, adamın hiç de yabana atılır bir kişi
olmadığını anlamıştı. Cevap verdi:
-Bu nasıl sual?
Elbette Hazreti Muhammed büyük.
Adamın bakışları
tatlılaştı. Dudaklarında bir tebessüm halesi dolaştı. Tekrar
sordu:
-İyi ama Hazreti Muhammed: "Yarabbi, Seni tebcil
ederim. Biz seni lâyık olduğun veçhile bilemedik" buyurur.
Halbuki Beyazıd-ı Bestamî: "Ben kendimi tebcil ederim. Benim
sânım çok yücedir. Zira, vücudumun her zerresinde Allah'tan
başkası yok..." demekte. Buna ne buyrulur?
Mevlânâ,
sualin bu mecraya döküleceğini önceden anlamıştı. Hemen cevap
verdi:
-Çünkü Hazreti Muhammed mânâ âleminde her an
sayısız makamlar aşıyor, her makam ve mertebeye varışında
evvelki bilgi ve anlayışından istiğfar ediyordu. Böylece
Peygamber hiç bir makamda ve hükümde kalmadan ebediyyen tenzih
edilmesi gereken Rabb'i, onu, bütün tecelli cilveleri içinde dahi
tecrid ve tenzih edebilmesinin mukavemetine malik bulunuyordu.
Beyazıd-ı Bestami ise, ulaşabildiği ilk makamın sarhoşluğuna
kapıldı ve kendisinden geçti. O makamda kaldı ve o sözü
söyledi.
Adam, cevabın azameti ve ağırlığı karşısında
sendeledi. (Allah!..) diye bir çığlık atarak yere düştü.
Mevlânâ da heyecanlanmıştı. Katırından inerek, dervişi
kucakladı, kaldırdı.
O anda, sanki iki umman burada
birbirine kavuşuvermişti. Kur'an-ı Kerim'in Rahman Sûresi 19.
âyetinde buyurulan "Merec'ül-bahreyn" yani iki denizin
buluşması, burada tecelli etmişti sanki.
Birbirlerini
ezelden tanıyan iki dost gibi kucaklaştılar. Mevlânâ dervişi
buyur etti. Birlikte Mevlânâ'nın ev olarak ikâmet ettiği
medreseye doğru yürümeye başladılar. Bu durumu seyreden
öğrenciler, toplanan halk şaşırıp kalmış, olup bitenlere bir
mânâ verememişlerdi. Birlikte yürüyüp giden iki adamın
ardından baka kaldılar.
Kimdi bu adam? Mevlânâ'nın hem de
cadde ortasında yolunu kesen, sorduğu bir çift suale aldığı
cevap karşısında kendisinden geçen, derviş kılıklı, bu
esrarengiz ihtiyar kim olabilirdi?
Mevlânâ'yı böyle cadde
ortasında durduran, attığı okla kendisi de vurulan derviş,
Tebrizli Muhammed Şemseddin'den başkası değildi. Mevlânâ gibi
bilgin, temkinli bir sûfî'yi uçsuz bucaksız âşk denizine
salıveren, onu pişiren, potasında yakan, kavuran, kısacası
Mevlânâ'yı Mevlânâ yapan Tebrizli Şems.
Alıntı
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum