DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Gerşkoviç, Emniyet Müdürü'nün odasından büyük bir sıkıntıyla çıktı.
Orel'den ilk trenle ayrılması söylenmişti, yoksa kendileri göndereceklerdi.
Orel'den ayrılmak demek, işinin artık sona ermesi demekti.

Elinde çantasıyla, karanlık bir sokağa saptı,; ağır ağır yürüyordu.
Köşede uzun boylu bir kadınla karşılaştı.

- Gelsene, şekerim.

Gerşkoviç başını kaldırdı; kadına bakarken gözlükleri parıldıyordu. Bir
an düşündükten sonra cevap verdi:

- Peki.

Kadın koluna girdi onun. Köşeyi döndüler.

- Nereye gidiyoruz? Otele mi?
- Bütün gece kalacağım, dedi Gerşkoviç, senin evine gidelim.
- Üç rubleye patlar bu, babalık.
- İki, dedi Gerşkoviç.

İki buçuk rubleye anlaşıp yürüdüler.

Orospunun odası küçük ama temizdi; yırtık perdeleri, bir de pembe
abajuru vardı.

İçeri girdiler. Kadın mantosunu çıkardı, bluzunun düğmelerini çözdü...
göz kırptı.

Gerşkoviç, suratını ekşitti:

- Ne aptalca şey!
- Aksiliğin üstünde, babalık.

Gerşkoviç'in dizine oturdu kadın.

- En aşağı yüz kilosun, dedi Gerşkoviç.
- Seksen.

Gerşkoviç'in şakaklarındaki kır saçları uzun uzun öptü.

Gerşkoviç suratını ekşitti yine.

- Yorgunum. Uyumak istiyorum.

Kadın ayağa kalktı. Yüzü asılmıştı.

- Yahudi misin?
- Hayır.

Kadın:

- Babalık, dedi ağır ağır, on rubleye patlar bu iş.

Gerşkoviç kalkıp kapıya yürüdü.

- Beş, dedi kadın.

Gerşkoviç döndü.

Ceketini çıkarıp asacak bir yer ararken, yorgun bir sesle:

- Yap yatağı, dedi. Adın ne senin?
- Margarita.
- Çarşafları değiştir, Margarita.

Yatak geniş, şilte yumuşacıktı. Ağır ağır soyundu Gerşkoviç, beyaz
çoraplarını çıkardı, terleyen ellerini bacaklarında dolaştırdı. Kapıyı
kilitleyip anahtarı yastığın altına koydu, sonra uzandı. Margarita, esneyerek,
hiç acele etmeden, elbisesini çıkardı, omzuna bir göz atıp bir sivilceyi
patlattı, saçlarını çözmeye koyuldu sonra.

- Senin adın ne, babalık?
- Eli, İlya İzakoviç.
- Tüccar mısın?

Gerşkoviç, belli belirsiz bir sesle:

- Bir işim var işte, dedi.

Margarita ışığı söndürüp yanına uzandı.

- İyi besiye çekmişsin kendini, dedi Gerşkoviç.

Biraz sonra uyudular. Ertesi sabah parlak gün ışığı doldu odaya.
Gerşkoviç uyandı, giyinip pencereye gitti.

- Bizim orada nereye baksan deniz görürsün, burada ise nereye baksan ova
görüyorsun, dedi. Güzel bir şey.

- Nerelisin? diye sordu Margarita.
- Odessa'lıyım. Güzel yerdir. Şehirlerin en güzeli...

Hafifçe gülümsedi.
Margarita:

- Bakıyorum, her yeri seviyorsun, dedi.
- Doğru, dedi Gerşkoviç. Her yer iyidir, insan varsa tabii.

Margarita, dirseğinin üstünde doğrularak:

- Ne aptalsın, dedi. İnsanlar kötüdür.
- Hayır, dedi Gerşkoviç. İnsanlar iyidir. Kötü olduklarına
inandırılmışlardır sadece, böyle düşünmeye alışmışlardır.

Margarita bir an düşündü, gülümsedi. Gerşkoviç'i dikkatle süzerek:

- Komik bir yapın var, dedi.
- Arkanı dön, giyineceğim.

Kahvaltıda çay içip kurabiye yediler. Gerşkoviç, Margarita'ya ekmeğe
nasıl tereyağı sürülüp üstüne nasıl sosis konulacağını gösterdi.

- Yap bir kere... Ben artık gideyim.

Çıkarken:

- Al üç ruble, dedi Gerşkoviç. İnan sözüme, adam bir kopeği bile zor
kazanıyor.

Margarita gülümsedi:

- Pinti Moruk. Üç olsun bakalım. Bu gece de geliyor musun?

- Evet.

Akşam olunca yiyecek bir şeyler getirdi Gerşkoviç: Balık, bir şişe bira,
sosis, elma. Margarita koyu renk bir elbise giymişti. Yemek yerken konuştular:

Ayda elli rubleden azıyla dünyada geçinemiyor insan, dedi Margarita. Bu
meslekte elbiseye pek para gitmiyor ama sabah akşam çorbayla karnını
doyuramazsın ki... On beş ruble de kira veriyorum.

Gerşkoviç, balığı eşit parçalara bölmeye çalışarak, düşünceli düşünceli:

- Odessa'da on ruble verdin mi en güzel odayı tutarsın Moldavanka'da.
- Sonra bir sürü takılan oluyor. Kafayı çeken sarkıntılık ediyor...
- Kader, dedi Gerşkoviç.

Sonra ailesini, bozulan işlerini, askerdeki oğlunu anlattı.

Margarita, başı masaya dayalı, dikkatli, sessiz, düşünceli, dinledi.

Yemekten sonra, Gerşkoviç ceketini çıkarıp kuru bir bez parçasıyla
gözlüğünü sildi. Küçük bir masanın başına oturdu, abajuru biraz çekip iş
mektupları yazdı. Margarita da saçlarını yıkadı.

Gerşkoviç, kaşlarını kaldırmış, ağır ağır, dikkatle yazıyor, arada bir
durup düşünüyor, kalemi mürekkebe batırdıktan sonra silkeleyip uçtaki fazla
mürekkebi akıtıyordu.

Yazmayı bitirdikten sonra, Margarita'yı bir dosyanın üzerine oturttu.

- Ağırlığı olan bir kadınsınız, hanımefendi, lütfen oturunuz.

Gerşkoviç gülümsedi. Gözleri küçülmüştü, ışıl ışıldı. Gözlükleri
parlıyordu.

Ertesi gün Orel'den ayrıldı Gerşkoviç. İstasyonda, trenin kalkmasına
birkaç dakika kala, dolaşırken Margarita'nın elinde ufak bir paketle hızlı hızlı
geldiğini gördü. Pakette börek vardı, kağıt yağ içinde kalmıştı.

Al al olmuştu Margarita'nın yüzü, kederliydi. Hızlı yürümekten, göğsü
bir inip bir kalkıyordu.

- Yolluk getirdim sana, dedi, pek bir şey değil ama...
- Teşekkür ederim, dedi Gerşkoviç. Böreği aldı, düşünceli düşünceli
kaşlarını kaldırdı bir an, sırtını kamburlaştırdı.

Üçüncü çan çaldı. Tokalaştılar.

- Hoşçakal, Margarita Prokofiyevna.
- Güle güle, İlya İzakoviç.

Gerşkoviç, kompartmanına girdi. Tren kalktı.


İzak BABEL
Kaynak : Çağdaş Rus Hikayeleri Antolojisi, Varlık Yayınları, Nisan 1971,

Çeviren: Ülkü Tamer 


Doğum Tarihi: 06.03.1928
Ölüm Tarihi : 17 Nisan 2014
Ülke: Kolombiya


1928'de kuzey Kolombiya'da küçük bir şehir olan Aracataca'da doğdu. Márquez 12 yaşında kazandığı bir burs sonucu başkent Bogota'nın 30 km kuzeyindeki Zipaquirá şehrinde Compañía de Jesús 'da eğitim gördü.1946 yılında ebeveynlerinin isteği üzerine Universidad Nacional de Colombia 'da hukuk eğitimi almaya başladı. Márquez burada, daha sonra karısı olacak Mercedes Barcha Pardo ile tanıştı.


Hukuk eğitiminden sıkıldığından 1950 yılında okulu yarım bırakan Márquez, şiir ve edebiyatla igilenmeye başladı. Özellikle igilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner 'a ait olanlardı. Ama yazarın üzerinde en fazla etkiye sahip yazar Franz Kafka ve onun öyküsü "Dönüşüm" olmuştur..

1954 yılından sonra küçük öykü ve film senaryoları da yazdığı "El Espectador" gazatesinde çalışmaya başlamıştır. Gazatecilik mesleği onu Roma, Polonya, Macaristan, Paris, Karakas ve New York gibi yerlere sürüklemiştir.Bu arada da sürekli öykü ve senaryo yazmaya devam eden yazar 1967'de yazdığı "Yüzyıllık Yalnızlık" adlı romanı 10 milyon adetten fazla satınca yazarlığa başarılı bir geçiş yapmıştır.

Gabriel Marquez editörlerin ricası ile batmak üzere olan Cambio adlı dergiyi satın alarak kendisi de bu dergide haberci olarak çalışmaya başlamıştır. Dergiyi satın alışını "Nobel ödülü aldıktan sonra çok para isterim diye kimse beni işe almak istemiyordu. Neyse, dergi aldım da bu dertten kurtuldum." sözleri ile açıklamıştır.


"Büyülü gerçekçilik" akımının en önemli isimlerinden Marquez, 31 Mart'ta hastaneye kaldırılmıştı. Ünlü yazara aşırı su kaybının yanı sıra akciğer ve idrar yolları iltihabı teşhisi konulmuş, antibiyotik tedavisinin ardından taburcu edilmişti."

Marquez'in ailesine yakın kaynaklar, Marquez'in, Meksiko'daki evinde 87 yaşında hayata veda ettiğini açıkladı.


Yazarın 70. yaşgününü kutladığı 1997 yılı medya tarafından Gabriel Marquez yılı olarak ilan edilmiştir.

"Yüzyıllık Yalnızlık", "Kolera Günlerinde Aşk", "Kırmızı Pazartesi", "Albaya Mektup Yazan Kimse Yok", "Labirentteki General", "Aşk ve Öbür Cinler" ve "Bir Kayıp Denizci" gibi unutulmaz eserlere imza atan Marquez, 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. Yaklaşık 30 yıldır Meksika'da yaşayan Marquez, yaşam öyküsünü anlattığı "Anlatmak için Yaşamak" adlı son eserini 2002'de yayımlamıştı."

Ve bir sözünde de şöyle diyordu Gabriel Garcia Marquez;

Aslında kötü insan yoktur hayatın hiçbir evresinde, her insan huzur verir; kimi geldiğinde, kimi gittiğinde.”

Aslında bu sözünün üzerine de söylenecek pek fazla bir şey bırakmıyor bizlere. 
Dünyanın neresinde olursa olsun tüm Gabriel Garcia Marquez sevenlerinin ve edebiyat dünyasının başı sağolsun...






Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve gözlenen bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış algılanır. İnançlarımızın büyük bölümünün bazı rasyonel temellere dayandığını; arzunun ise yalnız arada bir işi karıştırdığını varsaymak alışkanlık haline gelmiştir. Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımızın şekilleşmesinden ibarettir; ancak orada burada bazı izole noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola yöneltilirler.


İnsan genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı zorlayıcı bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın görüntü şeklinde gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bunun, gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu söylemiştir. İnançlar dediğimiz gündüz düşlerini de buna eklemesi yerinde olurdu.

Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olmayan kökenini göz önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastaların temelde normal sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf olduklarını gösteren kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak gözlemleme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde duracağım.

Antropologların uzun çalışmalarından öğrendiğimize göre, en ilkel insanlar anlamadıklarının farkında oldukları olaylarla karşılaştıklarında cahilliklerinin bilinci içinde çırpınıp durmazlar; tersine, bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sıkıca bağlandıkları sayısız inançları vardır. Bir hayvanın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip olduğu erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile reisinin adını ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah olduğuna inanır, hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri değiştirecek kadar ileri giderler. Örneğin John adında bir kralınız varsa Jonquil yerine George-quil veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Tarım düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem kazanıyor; bazı büyülerin yağmur getireceğine veya ufak ateşler yakmakla güneş açacağına inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde kanının veya hayaletinin öç almak için öldüreni izlediğine, onun ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma gibi basit yöntemlerle aldatılabileceğine inanıyorları. Bu inancın ilk bölümünün öldürülmekten korkanlardan, ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı açıkça görülüyor.

Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan ırkının büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal olarak, aslı esası bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.

Önyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın olanaksız olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikacı olmayan kişiler çok güçlü kanılara sahiptirler.

Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarının kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden birçok neden bulunmasının bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında Alman ulusunun çok büyük bir bölümünün Almanya'nın zaferinden kesinlikle emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte gerçek işe karışmış, düşleri altüst etmiştir. Alman olmayan bütün tarihçilerin önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi yine düşler canlanır, sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın sonunda yaşanan felaketler unutulurdu.

Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes, her gittiği yerde, rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. Bunların bazıları kişiseldir; kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının sevgisiden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüstü yüceliği hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarının şimdiki modern ana-babalarda bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş olması; oğullarının okul sporlarında herkesi nasıl geride bıraktığı; kızının kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olmadığı gibi. Daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. Toplumdaki konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya sosyal açıdan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en değerlisidir -her ne kadar bu değerlerden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok aranılan nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular besler. "Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi bildikleri gibi davranıyorlar." Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en köklü duygularından birini dile getirmiş oluyordu.

Son olarak da genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya karşılaştırmayla "hayvani yaratıklar"dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: İnsanın ruhu vardır, ama hayvanın yoktur; insan "rasyonel bir hayvan"dır. Aşırı acımasız veya anormal bir eylem "hayvan gibi", veya "vahşi" olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler kesinlikle insanlara özgüdür, Tanrı insanı kendi görüntüsünden yarattı ve evrenin nihai amacı İnsan'ın mutluluğudur.

Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip bulunuyoruz: kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları, sınıfında veya ulusunda yaygın olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı ölçüde hoş gelenler. Bir kimseyle iyi ilişkilerimiz olmasını istiyorsak onun inandıklarına saygı göstermemiz beklenir. Bu nedenle de insanların yüzlerine karşı, arkalarından konuştuğumuz gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim kişiliğimizden olan farkları arttıkça daha da belirginleşir. Kardeşimizle konuşurken ana-babalar konusunda bilinçli bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabancı ülke insanlarıyla konuşurken nazik olma gereği doruk noktasındadır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık olanlara dayanılmaz ölçüde sıkıcı gelir.

Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir Amerikalıya İngiliz Anayasası'nın birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden daha iyi olabileceğini söylemiştim. Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu türden bir düşünceyi daha önce hiç duymamış olduğundan, bir kimsenin gerçekten böyle bir şey düşünebileceğini aklı almamıştı. İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da bir felaket olmuştu.

Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş değilse de mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal kanılarımızı düzeltmenin iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir bir mantar sanıp sonuçta acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de kanılarımızın, gerçek olgulara değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi durumudur. Bazıları domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu düşünür; başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu zaman kan dökülmesine yol açmıştır. İkisinin de belki gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir görüş yavaş yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile yakından bağıntılı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan şeyleri, karşımızdakilerden veya onlarda bulunan şeylerden üstün tutmuyor gibi davranmayı gerektirir. Bu hüner sadece Çin'de tam olarak anlaşılmıştır.

Bana anlattıklarına göre, Çin'de bir Mandarin'e karısının ve çocuklarının sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş: "Zatıalilerinin sormaya tenezzül buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç yumurcakları tam bir sağlık içindedirler." Ne var ki, böyle incelikler sakin ve dingin bir yaşam tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve önemli ilişkilerinde ise bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en başarılı olan kişiler dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel övünçleri kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri politika, milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar ortadan kaldırmaktadır. Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür; ve sosyal sohbetler sırasında, mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur. Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi de çöker.


***************


İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak toplumsal düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok büyüktür. Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz; ancak bilebildiğimiz kadarı akılalmaz büyüklüktedir. Samanyolu bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek, gezegenimiz ise beneğin mikroskopik bir noktasıdır. Bu nokta üzerinde, karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal özellikleri olan, su ve saf olmayan karbon karışımı minik topaklar birkaç yıl sürüklenir durur; ta ki bileşimi oluşturan elementlere tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini iki iş arasında bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını ertelemek ve telaşlı bir çaba ile, kendi türlerinden olan başkaları için bu anı çabuklaştırmak. Doğal sarsıntılar belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyonlarcasını yok eder; hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar felaket olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi kendi çabalarıyla başarırlarsa çok sevinir ve Tanrı'ya şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel olarak var olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrünün çok ufak bir bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu süre dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren nedenler var. Dışarıdan bakıldığında insan yaşamı böyle görünüyor.

Yaşama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun, insanların var olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve felsefedir.

Dış dünya her ne kadar yabancı ve duyarsız görünse de, bizi teselli edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu çatışmaların gerisinde bir uyum vardır. İlk nebuladan bu yana süregelen uzun gelişimin, en son aşama olarak insanoğluna eriştiği varsayılmaktadır. Hamlet çok ünlü bir yapıttır; ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci'nin "Tanrı sizi kutsasın, efendim" şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü anımsar. Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların Hamlet'lerle, Horatio'larla, ve hatta Guildenstern'lerle hiç bir temasları olamayacak bir şekilde izole edilmiş olduklarını varsayalım. Bu kişiler Birinci Denizci'nin dört sözcüğünün bütün oyunun temelini oluşturduğu yolunda bir takım edebi eleştiriler icadetmezler miydi? İçlerinden biri öteki rollerin de belki aynı ölçüde önemli olabileceğini öne sürseydi, onu aşağılama veya dışlamayla cezalandırma yoluna gitmezler miydi? Evrende insanoğlunun yaşamı Birinci Denizci'nin Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer tutmaktadır. Ancak sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksızdır; oyunun konusu ve kişileri hakkında da çok az şey biliyoruz.

İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi düşünürüz. Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını önemli buluruz. Nonkonformist (İngiltere Kilisesi'nden ayrılmış bir tarikatın mensubu. (Ç.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin ölümsüzlüğe layık olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de dayanılmaz ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum karıştıran ve pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan (İngiltere Kilisesi mensubu. (Ç.N.)) rakibi Mr. Robinson'u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli davrandığı görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz olması, Mr. Robinson için yakılacak bir cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi korunmuş, hem de dost ve düşman arasındaki yaşamsal farklılık evrensel merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkmamış olur. Mr. Robinson da aynı kanıdadır; ancak roller değişmiş olarak. Sonuçta herkes mutludur.

Korpenik'ten önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya çevresinde döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki bütün hayvanlara hükmetmekteydi. Ancak dünya merkezi konumunu yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi. Bunun üzerine, bilimin "kabalığını" düzeltecek bir metafiziğe gerek duyuldu. Bu görev de "idealist" denilen kişilerce yerine getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akıl veya Ruh'tur; o, filozofun akıl ve ruhundan üstündür; tıpkı filozofun sıradan insandan üstün olduğu gibi. "İnsanın evi gibisi yoktur" deyiminin tersine, bu düşünürler bize her yerin kendi evimiz gibi olduğu güvencesi verirler. En iyi olan her şeyimizde, yani söz konusu filozofla paylaştığımız her şeyde, evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti'ne benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz ardılları da evreni daha çok iki meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu görüşler için öne sürülen gerekçelerde, bunların insancıl özlemlerle olan bağıntısı, o görüşün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde kamufle edilmiştir: bu gerekçeler
görünüşte mantık ve önermelerin tartışılması gibi kuru kaynaklardan çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar yapılmış olması, özlemlerin etkisini açığa vurmaktadır. Bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi, bir kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar yapması, özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaptıkları yanlışlardan anlaşılabilir.

Çok kişi insanların icat ettiği sistemlerin, gerçek olmasalar bile zararsız ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara dokunulmaması gerektiğini savunur. Ancak onlar gerçekte zararsız değildirler ve insanları önlenebilecek acılara katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlık çok pahalıya malolmaktadır. Yaşamdaki kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların birbirlerine olan düşmanlığından kaynaklanmaktadır.

Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak için gerekliydi; bu yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Şimdi bilim sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine göre, insanlar birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa herkes daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka insanlarla kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanın dünyadaki gerçek konumunu belirsizleştirmekte ve insanoğlunun kalıcı mutluluğunu sağlayacak yegane savaşım olan bilimsel güç arayışına giden çabaları saptırmaktadır. Bütün bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk arayışının yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram vardır.

Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır. Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve acımasız yapan Korku'nun zulmünden kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.


Bertrand RUSSELL




Beyaz kocaman bir duvar - çıplak mı çıplak
Üzerinde bir merdiven - yüksek mi yüksek
Duvar dibinde bir çiroz - kuru mu kuru

Bir herif geldi elleri - kirli mi kirli
Tutmuş bir çekiç bir çivi - sivri mi sivri
Bir büyük yumak da sicim - zorlu mu zorlu

Çıktı merdivene derken - yüksek mi yüksek
Mıhladı sivri çiviyi - tak tak da tak tak
Duvarın ta tepesine - çıplak mı çıplak

Attı çekici elinden - düş Allahım düş
Taktı sicimi çiviye - uzun mu uzun
Astı ucuna çirozu - kuru mu kuru

İndi merdivenden tekrar - tıkır da tıkır
Sırtında çekiç merdiven - ağır mı ağır
Çekti gitti başka yere - uzak mu uzak

O gün bugündür çirozcuk - kuru mu kuru
Mezkûr sicimi ucunda - uzun mu uzun
Nazikçe sallanır durur - durur mu durur

Ben bu hikâyeyi düzdüm - basit mi basit
Kudursun bazı adamlar - ciddi mi ciddi
Ve gülsün diye çocuklar - küçük mü küçük

Charles CROS
Orhan Veli KANIK'ın Türkçe'siyle...



Napolyon, Fontanas'a şöyle demiş : 
«Bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kaba güçle hiçbir şeyin kurulamaması,iki şey dünyayı egemenliğinde tutar : Biri kılıç, biri düşünce.Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir.»

Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama, yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz; bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fetihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa'nın üzerine çöktü.Eskiden o korkunç Flandres Savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki horozların resmini yapabiliyorlardı.Yüz Yıl Savaşı da çoktan
unutuldu gitti.Ama,Silezyalı gizemcilerin vaazları belki kimi yüreklerde yaşıyordur hâlâ. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular:Bu dünyanın yazgısına hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye tanıdığı yüksek ayrıcalıklar elden gitti. Ona kalan şimdi, hakkından gelemediği gücü, lanetlemekle kendini tüketmektir.İyi insanlar, buna bir bela diyorlar. Bunun bela olup olmadığım bilmiyoruz ama,bu böyle.

Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre davranmaktır. Bunun için de, ne istediğimizi bilmemiz gerektir.İstediğimiz şey ise artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, akim hizmetine girmeyen güce hiçbir zaman hak vermemektir.Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı sürdürmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de hiçbir Tarih Felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar yazgılarının farkına varmakta durmadan ilerliyorlar...Biz insanlar kendi yazgımız üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu azaltmak gerektiğini de biliyoruz, özgür insanların sonsuz kaygılarını dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak.Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı düşünülebilir bir duruma sokmak, mutluluğa zamanımızın kahrına uğramış ulusların anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabii, insanı aşan bir iştir bu. Ama, inşam aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey demektir sadece. Öyleyse, ne istediğimizi bilelim, kaba güç, bizi çelmek için bir düşünce ya da rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. îlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu, geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. 

Uygarlık kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir çağda olduğumuz doğrudur. Ama, pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine karıştırıyor.Lawrance «Trajik, yıkıma atılan zorlu bir tekme olmalıdır» demiş. İşte, hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.

Cezayir'de oturduğum zamanlar,kışlan hep sabrederdim, çünkü,bilirdim ki,bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consullar Vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır. Sonra da, bütün yağmurlara ve deniz rüzgârlarına karşı komaya çalışan o narin karlara şaşardım. Ama, yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya yetecek kadar dayanırlardı.

Bu, bir simge değildir.Mutluluğumuzu simgelerle kazanacak değiliz.Biraz ciddi olalım bu işte. Demek istediğim şu :Yıkımla zehirlenmiş olan şu Avrupa'da kimileyin yaşamın yükü pek ağır basınca, daha birçok güçleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları.Onlardan örnek aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana bırakıp güçlü kuvvetli yanlarını belirtmek gerektiğini anlıyorum. Yıkımlarla zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşlanır gibidir. Nietzsche'nin katı kafalılık dediği derdin ta kendisi içindeyiz. Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım.

Düşüncenin durumuna ağlamak boşunadır. Onun için, çalışalım elverir. Ama, düşüncenin gücü kuvveti, fetihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, beğenisi, «dünyası», akla uygun mutluluğu,bükülmez gururu, soğuk azakanarlığıdır.Bu erdemler her zamandan çok bugün gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz yanın büyüklüğü karşısında, her halde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, yıldırılarla gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan söz ediyorum. Dünyanın bu karakışında meyveyi hazırlayacak olan odur.



Albert CAMUS




...O günden beri sanırım sevmenin ne olduğunu da öğrendim: atılganca kendi duyguları üstüne "abartmalı" iddialara girmek değil, karşıdakine özenle davranmak, onun arzularına ve ritmine saygı göstermek; hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek; her armağanı yaşamın bir sürprizi olarak kabul etmek; aynı armağanı ve aynı sürprizi iddiasızca, hiçbir zorlamaya başvurmadan, karşıdakine de yapabilmek. Özetle, yalın özgürlük! Cézanne neden Sainte-Victoire dağının her anının ayrı resmini yapmıştı? Her anın ışığı ayrı bir armağandır da ondan.

Demek ki yaşam, tüm dramlarına karşın, hala güzel olabilirmiş. Altmış yedi yaşındayım; kendim için sevilmediğimden gençlik tanımamış olan ben, şimdi kendimi hiç olmadığım kadar genç hissediyorum. Bu iş yakında bitecek olsa da.


Evet, bazan gelecek uzun sürüyor.

l'avenir dure longtemps




Louis ALTHUSSER

Çeviri - İsmet BİRKAN 
Can Yayınları, İstanbul - 1998






Sevenler büyük insanlardır.
Sevgi, iyi ya da kötü yönde olmak üzere, sevenleri ve sevilenleri değiştirir. Daha dışarıdan bakıldığında, sevenler yüksek bir düzenin üreticileri olarak görünürler. Tutkuludurlar ve engel tanımazlar; yumuşak başlıdırlar; ama zayıf değildirler. Her zaman ne gibi sevecen davranışlarda bulunabileceklerini araştırırlar -ve bunu yalnız sevdikleri için değil, herkes için yaparlar- Sevgileri için sürekli olarak yapıcıdırlar; sanki bir gün gelip de tarihini yazacakmışcasına, o sevgiyi tarihsel kılarlar. Sevenler için hiç yanlış yapmamakla tek bir yanlış yapmak arasındaki fark çok büyüktür; oysa dünya böyle bir fark üzerinde rahatlıkla durmayabilir. Sevgilerini olağanüstü kıldıklarında, teşekkür edecekleri yalnızca kendileridir; başarısızlığa uğradıklarında ise, nasıl halkın yöneticileri, halkın kusurlarını ileri sürerek kendilerini aklayamazlarsa, sevenler de sevdiklerinin kusurlarıyla kendilerini aklayamazlar. Sevenlerin üstlendikleri görevler, kendilerine karşı görevlerdir; bu görevlerin yüklediği borçları yerine getirmek için gösterdikleri titizliği kimse gösteremez. Sevenlerin başkalarının ciddiye almadığı pek çok şeyi, en küçük dokunmaları ve en algılanamaz gibi görünen sesleri bile ciddiye almaları, gerek sevginin gerekse başka büyük üretimlerin özünden ileri gelir. Sevenler arasından en iyileri, sevgileri ile başka üretimler arasında tam bir uyum sağlamayı başarırlar; o zaman sevecenlikleri genel bir nitelik kazanır; yaratıcı yetenekleri çoğunluğa yarar sağlar ve bu türden sevenler, üretici olan ne varsa desteklerler.



Bertolt BRECHT





Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.

Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.

Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde.
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.

Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.

O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine,
İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.

Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.

Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.

Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.

Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.

Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.

Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.

Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.

Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.

Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.

Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.

Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik meduzaları.

Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır  dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.

Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın.

Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.

Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.

Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.
Arthur RIMBAUD

Çeviri: Sabahattin EYUBOĞLU







İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm
Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağım
Tüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.
Çözün kundağı
Ah, sevgili düşmanım.
Korkutuyor muyum? -
Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.
Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak
Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.
Bu Üçüncü Sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.
Bu ne çok iplik.
Çekirdek yiyen kalabalık
İtişir içeri görmek için
Ellerimi ayaklarımı çözmelerini -
Muhteşem soyunmalar.
Baylar, bayanlar
Bunlar ellerim benim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim, fark etmez,
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte
İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.
İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
Üst üstüme kapaklandım.
Tıpkı bir midye gibi.
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
Solucanları
Ölmek
Bir sanattır, her şey gibi.
Özellikle iyi yaparım.
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi
Güneşli bir günde geri gel
Aynı yere, aynı yüze, zalim
Eğlenen çığrışlara:
'Mucize!'
İşte bu yere yıkar beni.
Ama bir bedeli var.
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
Kalbimi dinlemenin ----
Hakikaten çalışıyor.
Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün, veya bir dokunuşun.
Ya da biraz kanımı akıtmanın.
Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
Eee, Herr Doktor.
Eee, Herr Düşman.
Sizin eserinizim ben,
Paha biçilmez,
Altın topu bebeğinizim
Bir çığlığa eriyen
Dönüyorum ve yanıyorum.
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.
Kül, kül -
Külü eşele bak.
Etten kemikten eser yok----
Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.
Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.

Sylvia PLATH
Çeviren : Enis AKIN