o sen miydin, karanlığa örtülen
kapının eşiğinde, ufalanan renklerin, saf kokuların
kayıp geleceklerin saklanmış güneşinde
dalgaları susmuş bir kıyının iç çekişinde
şarkısını arayan o erkenci güz?
senin miydi, solan mavilerin som çeliğinde
akışkan kumlarında gizli titreşimlerin
uzun koridorlu bir neşter saatinde
sessizlikteki sesi bekleyen o yüz?
(soğuk bir anın en soğuk demirinden
parçalanmış heykelleri onaracak
ustanın ellerinden
yere düşmüş bir keski
gibi kederi eğen o yüz?)
balçığın hilesinde, duvarların sahte yapraklarında
gerçeğin söylediği bir yalan gibi mağrur
ve sakin, şiddetli bir yokluk gibi
sırla ayna arasına sıkışmış o an
(senin miydi, boşluğunda donmuş bir çığlığın
erken biten zamandan
emanet bir çocukluk acısı gibi kalan?)
senin miydi, sımsıkı kilitli kapının eşiğinde
çağrısız bir lütuf gibi üryan
bekleyen geçim an’ı,
(o yalnız an, döner ya ayna birdenbire içine
ve bakar sonsuzca bir an, o sarı iskelede
ilk kez görürmüş gibi
kendi yaşamadığı kendi hikâyesine)
sen miydin, sırça bir çocukluğun alnında
işleyen o testere, yoksa ben mi kireçtaşı damarlarında
yerin
söndürülmüş ateşin uçuşan tüyleriyle
beni bölen bilmediğim harflere?
yanlış bir uykuya sızan dili gerçeğin
(ah, işte hayat, o sebepsiz çiçek yatağı)
yanmış gözyaşlarının, bereketli hasadın
ellerime uzanan bir elin sesi dökülmüş dili
karanlığa örtülen kapının eşiğinde
gölgeye inanmayan kandilin söylediği
(parçalanmış heykelleri onaracak ustanın
kitaplarda kurutulan harflerin
ansızın ölüm olan babamın dili)
babam ki, bir kıyıdan ötekine
hiçbir zaman varamayan eski ve güzel
bir köprünün çağın mitralyözüyle
yıkılan ayakları gibiydi
(şimendifer saatleri kurdu hep
atalardan çalarak eskimiş zamanları
haram yemez, ipek gömlek giyerdi
ve oynak bir su gibiydi çiftetelli sazların
sıçrayan tellerinde, acılı bir ömrün sevinçleriyle
onarmayı bildi de birbirinden uzaklaşan çağları
onarmayı bilemedi kendini)
belki de eksikliği fazla bir harfti babam
işaretleri çoktan unutulan bir dilin
hayatın belleğinden yavaş yavaş silinen alfabesinde
emanet bir at üstünde yaşadı hayatını
emanet bir ata binip gitti görünmeyene
(kurumuş bahçelerden toplardı sabahın çiylerini
akşamın zilleriyle yağmurun çamlarını süslerdi
kendisinin olmayan kadınları sevdi hep
imana geldi dedi annem son nefesinde)
şimdi burda, karanlığa açılan kapının eşiğinde
o eksik harfi soruyorum alfabelere
onarmak için içimdeki yıkılmış köprüleri
yazmak için masalını köklerin, aşıboyalarında
ve yıldız çitlerinde kanayan
günübirlik bir ömre
yarıda kesilen bir çiftetelli hüznüyle
yırtarak içimdeki şarkıyı
soruyorum babama;
“her şey ölümde birikir demiştin bana
ve hayat yaşansın diye vardır sadece
dinle ağustos böceklerini
ve sıcak bir el gibi alnında gezen
hayatın seslerini, ve unutma, dokunduğu yüzlerde
yumuşak bir kili yoğurur insan
ellerindeki toprak
ancak böyle dönüşebilir güle”
(işte mevsim toprak ve gül, alnımda ipek/ten el
gibi hayat, ne varsa yok, ne yoksa var
içimdeki görünmeyen gecede
susmak nedir bilmeden ötüyor hâlâ
upuzun bir denizin görünmez sahilinde
seninle dinlediğim ağustosböcekleri)
söyle şimdi, biriken ne, kökleri büyüten o karanlıkta?
nerede hammaddeyi güle çeviren simya
nereye, nereye koysam başımı
kayıyor bir yıldız daha
yakarak ağzının denizinde kanayan
ölümsüzlük vaadini
gidiyorsun, duvara çizilmiş bir pencereden
kapısını örtmeyi unutmuş bir gezgine
“yolun adını göçebe yazar“ diyor yasalar
geri dönmeyişlerin alfabesine
(ve babası ölen çocuklar hiç büyümez
gözlerinde taşır sesinden düşen göğü
sorular biriktirir yağmur yerine
yağmayı ertelemiş sevgilerin renginde)
gidiyorsun, içime çizilmiş bir labirenti
geçerek sönmüş bir kandilin gölgesinde
kapanırken bir yerde bir pencere
açılıyor yokluğun kara kapısı
(gözlerinden kopan o mavi ışık
hayatı soruyor hâlâ ölüme)
Ayten MUTLU
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum