SEYİR DEFTERİ ÖYKÜLERİ III

PENCEREDEN

a.

Geniş caddeleri seyrettim ben, gelen geçen beni görmedi. Konuşmak için istek de tükenince çok dinlemeyi seçtim kendime; belki bilerek, belki de hiç düşünmeden. Dinledikçe büyüdü içime düşen cümlelerin oluşturduğu yığın. Biriktikçe bir küme, sonra tepe, daha sonra da kocaman bir dağ oldu Tiyanşan misali. Ayıklamak, her birini ayrı ayrı başlıklar altında toplamak, hatta alt başlıklar altında bir düzene sokmak gerekliydi. Yoksa ben onları bu şekilde, anlamsız bir yığın hâlinde daha fazla taşıyamayacak, bir adım öteye dahi götüremeyecektim. Yine de yetmedi. Düzen beni hafifletmeye yetmedi. Onları bir şekilde dışarı akıtmalı, belki özgürlüklerini onlara geri vermeli, belki de onları uygun mekânlara salıvermeliydim. Hepsini başkalarından almıştım. Hepsini oradan buradan bir şekilde toplamıştım. Hiçbiri benim olmayan, benim cümlelerim.

Salıverdim; kimini aydınlık günler içinde buzların üzerine, kimini karanlık gecelerde çöl rüzgârına, kimini vadi boyunca uzanan çılgın nehirlere, kimini sıcak denizlere, kimini yosun kokulu okyanuslara, kimini engin gökyüzüne... her nereye gittimse salıverdim orada cümlelerimi. Bazısı muson yağmurlarında ıslandı, bazısı üşüdü keskin soğuklarda, kimisi yandı gölgeliği olmayan yerlerde. Ben hayattan aldığım cümlelerimi salıverdim hayatın içine. Bana öyle geldi ki, hiçkimse onlarla karşılaşmadı, kimse onlara rastlayamadı, kimse duymadı onların özgür çığlıklarını martılara eş... bir ben gördüm sevinçle dağılışlarını binlerce kilometrelik bir alana. Onları benden iyi kim tanıyabilirdi? Kim ellerinden tutup sahiplenebilirdi? Benden başka kim sever ya da sevebilirdi?

Geniş caddeleri seyrettim ben, gelen geçen beni görmedi. O caddeleri her an değişen bakışlarımla boyadım. Caddeler bu renk cümbüşünü farketmedi. Sonra çıkıp uzun yürüyüşler yaptım o caddelerde aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya; bir başıma. Çehrelerde bir tanıdık yan aradım, bildik bir taraf. Bulamadım. Adını öğrendiğim insanlar oldu, adını hiç soramadığım insanlar da... adını öğrenip unuttuklarım oldu, adını bir türlü aklımdan çıkaramadıklarım da... adını sevdiklerim oldu, adını ne yapsam söyleyemediklerim de... İsimleri hep sevdim, hem sevdim hem not ettim akıl defterime. Birgün için...

b.

“Rusça zor dil, kulağımı acıtıyor” dedi Mahide, ama aynı dili konuşmadıkları için anlamadı Silvi. Sürekli gülümseyen bir öğretmene, sürekli gülümsemek zorunda kalıyordu insan. Her ders sonrası eve döndüğünde yüzünde ağrı hissediyordu bu yüzden. Gülmekten ağrıyan bir yüzü olması canını sıktı biraz Mahide’nin. Her şey böyle garip noktalarla dokunuyordu işte ona. Küçük üniversite odası, kocaman dolmuşun sallantısı, gükyüzünü kaplayan teller, köşebaşı tablacıları, bir de buzun üstünde hız yapma yeteneği olan arabalar... Hepsi aklını yoran aynı ayrıntılar. Üstüne anlamadığı dilde konuşup sürekli gülen bir öğretmen.

"Kızı varmış. Adı Veronika’ymış. Kendisi “Vera”, annesi “Veroniçka” diye severmiş. Daha beş yaşındaymış. Evleri bahçeliymiş. Yakında Rusya’ya gideceklermiş. Bu ülkede durmak istemiyorlarmış. Çünkü korkuyorlarmış. Neden korktuklarını söylemek istemiyormuş. İnsan kendi ülkesinde kendisini daha iyi hissedermiş. Yakında oturuyormuş. Kızına annesi bakıyormuş. Çok üzgünmüş annesi. Herkesin üzülmek için sebepleri varmış. Bu hayat böyleymiş. Eskiden her şey çok güzelmiş. İnsan kaybedince farkediyormuş. Şimdi hayat yaşamak için zorlaşmış...”

Aklının köşesinde durmadan “patalok”* kelimesi dönüyordu. İlk derste öğrenilecek ilk kelimelerden biri bu olmamalıydı, belki bu yüzden anlamıyla kulağına gelen hoş tınısı arasında tezat olması canını sıktı. Sürekli bir “patalok” geçidi vardı aklında. “Birisi çıksın da şunu durdursun!” diye bağırdı evin duvarlarına. Birisi yoktu ki, nerede bu birileri. Oysa caddelerde aşağı yukarı koşup duran yığınla insan vardı. Bir tanesi bile ona uğrayamaz mıydı. Bir tanesi sadece. “Patalok” hâlâ kendisini tekrar ettirmeye devam ediyordu. Acımasızca. “Yok, bu dil bana çok fazla, bunu kaldırabileceğimi sanmıyorum.”

“Zamanla insan her şeye alışıyormuş. Çiçekleri çok seviyormuş. Özellikle Leylak. Bahçede büyük bir leylak ağacı varmış. Kızı en çok bu ağacın altında oynarmış. Okula başlayınca ne yapacaklarını bilemiyormuş. Mutsuz olmasını istemiyorlarmış. En iyisi Rusya’ya gitmekmiş. Ya başına kötü bir şey gelirse ne yaparmış. Bunu kaldırabileceğini sanmıyormuş. Kitap okumaktan zevk alıyormuş. Bu yüzden çoğu zamanını okuyarak geçiriyormuş. Ben bilmezmişim belki, çok iyi Rus yazarlar varmış. Onları okudukça hem üzülüyor, hem mutlu oluyormuş. Burada yalnızlık varmış. Yokluk varmış. İşsizlik varmış. Her şey üstlerine üstlerine geliyormuş. Rus yazarları okurken kendisini Rusya’da hissediyormuş. Puşkin başkaymış. Hele Gogol bir harikaymış. Turgenyev ise inanılmazmış. Tolstoy da fevkaladeymiş. Hepsini dikkatle okumalıymış. Tekrar tekrar okumakta fayda varmış...”

“Patalok” karışıklığı içinde bir gün geçirdiğine inanamayarak günü bitirip ertesi güne uyandığında, sol yanındaki ağrıdan hep korkarak hafif hareketlerle odalar arası yürüyüşler yaptı bir süre. Henüz bu kelime onu terketmemişti. Bu yüzden bir an önce derse koşup yeni bir kelimeyi “patalok” ile değiştirmeliydi. Başka yolu yoktu bunun kesin. Tınısının etkisine kapılacağı başka kelimeler olmalıydı bu dilde. Yeni başlamış olmanın gerginliği ile bütün öğrendiği kelimeleri dura dura gözden geçirdi. -Baabuşka, lift, maşiina, fabrik, slaava, kartoşka, pamidor, astanofka, baabıçka, sivitooçık...** Tümü birden hoşuna gitti. Sırayla hepsini aklına işlemeli ve gün gelip çatır çatır konuşabilmeliydi sokakta karşılaştığı insanlarla. İnsan dil bilmeyince dilsiz olup sadece izlemekle yetinmek zorunda kalıyor ya da derdini anlatabilmek için hep birilerinin yardımına ihtiyaç duyuyordu. Dil bilmek şart ötesi şarttı; bilmeliydi ki ne olduğunu, burada ne aradığını, nereden gelip nereye gittiğini, kimi kendisine yoldaş seçtiğini, bu yalnızlığın neden başına dolanmış olabileceğini ve belki geçmişten geleceğe doğru kurduğunu sandığı köprülerini paylaşabilecek bir ya da iki, belki de üç, hatta sekiz, on, yirmi kişi bulabilirdi. Madem hayat sürprizlerle doluydu, bu halka genişler ve belki kendisi bile buna inanamazdı.

“Moskova’ya yerleşmeyi düşünüyorlarmış. Aslında Beyazdeniz’e yakın bir köyde doğmuş büyük dedesi. İnsan köklerini gidip araştırmalıymış. Hem Moskova’da iş bulmak kolay olurmuş. Kalabalıkmış. Büyükmüş. Ama bir o kadar da pahalıymış. Aslında ne yapacaklarından pek emin değilmiş. Neyin doğru olduğuna karar vermek zormuş. Ya olmazsa imiş. Ya her şey yolunda gitmezse imiş. Ya pişman olurlarsa imiş. Annesi de bu şehri bırakmak istemiyormuş. Kardeşini bu topraklarda yalnız koyamazmış. Ara sıra onu ziyarete gitmek ona iyi geliyormuş. Görmese de, sesini duyamasa da artık kardeşi burada imiş. Garip bir kaza sonucu kaybettiği tek kardeşi Dimitri...”

c.

Birbirine bitişik ve beton ve eski ve renksiz ve soğuk ve kaba binalar sokak boyunca kale duvarı gibi ilerliyordu. Sbahın erken vakti olmasa da öğle henüz yaklaşmamıştı. Bugün iş bulmayı ümid ederek ağır adımlarla ilerleyen Dimitri bu yüzden belki biraz dalgındı ya da isteksiz adımları yüzünden yavaştı. Canı sıkılıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Düzen değişmiş, insanlar değişmiş, hayat değişmişti. Hayat ne olduğunu anlayamadan el değiştirmişti. Belki de diğer gidenler gibi bir an önce toparlanıp Rusya’nın yolunu tutmak en iyisiydi. İnsan nereye ait olduğunu ya da neyin kendisine ait olduğunu iyi bilmeliydi. Her yerde kavga vardı. Her yerde vuruşuyordu insanlar. Her yerde ve her zaman bitmiyordu alacak verecek davası. Birileri hep ölüyordu. Birileri ölüyor ve arkada kalanlar ölenin ardından hep ölümle yaşamak zorunda kalıyordu.

Dimitri işin içinden çıkamadı. Birbirine bitişik ve beton ve eski ve renksiz ve soğuk ve kaba binalara baktı birzamanlar içlerini dolduran rusları anımsayarak. Şimdi ruslar gitmiş, binalar bu ülkeye adını veren insanlara kalmıştı. Düşünmedi, ruslar ne zaman ve nasıl geldi buraya; düşünmedi neden geldiler ve ne yaptılar burada, düşünmedi ne oldu ve neden oldu ve neden azar azar bozuldu hep aynı giden düz çizgi. Düşünmedi. Çünkü cevapların hiçbirisini kabul etmek istemiyordu. Bildiği mutsuzluktu sırtında şu an taşıdığı. Onu mutlu edecek şeyin iş bulmak olmadığını da aslında biliyordu. Bir yerde taşlar oynamış ve açığa çıkmıştı yanlış üzerine cümleler kurup bu cümlelerle yaşamaya çalıştıkları. Yanlışın üzerine kurulsa kurulsa yanlış kurulurdu. Belki de buydu onu mutsuz eden. Annesine söylemek istedi bunu. Hiç görmediği babasına söylemek istedi. Ablasına, Vera’ya, eniştesine söylemek istedi. Karşı komşuya, onun yanındaki komşuya, sokak boyu bütün komşulara söylemek istedi.

İstedi, ancak tam bu sırada; birbirine bitişik ve beton ve eski ve renksiz ve soğuk ve kaba binaların karanlık pencerelerinden birinden devasa, rus marka bir televizyon uçarak tam başının üzerine düşüverdi. Dimitri, kanlar içinde sokak ortasına yığılırken söylemek istediği cümleleri düzene koymaya çalışıyordu. Sanki mutsuzluğu biraz azalmıştı. Sanki biraz... Biliyordu ki doğduğu bu şehirden bir daha hiç ayrılamayacaktı. Şimdi de ölmek nasıl bir şey onu anlatmak istiyordu. İstiyordu, ancak işte tam bu sırada bitti hayat.



* Patalok : (rusça) tavan

** “Baabuşka, lift, maşiina, fabrik, slaava, kartoşka, pamidor, astanofka, baabıçka, sivitooçık” : Büyükanne, asansör, araba, fabrika, kelime, patates, domates, durak, kelebek, çiçek (rusça)



Naz FERNİBA

0 Comments: