GÜL MAVİYDİ

Kaç gecenin imanını solukladı maviyle. Mecnun’un sözündeki Leyla’ydı o. Ona bakan, nurdan bir aydınlığa bakardı sanki. Gözleri kömür karası değildi ama doğu masallarından çıkmış bir peri gibiydi. Gülünce yüzünde güller açar, yürüyünce ardına güller saçardı. Taze bir bahar çiçeği gibi büyülü yüzünde, baharın her rengi en berrak haliyle vardı. Yüzünde açan bahar, yüreğinden esen bahardı. Kızıla çalan saçları toplandığında bir başka güzel, savrulduğunda bir başka güzel eylerdi onu.
Ruhun ve bedenin kemale erdiği zamanın en muhteşem edasıyla o peri yüzlünün, gönül bohçasında mavi bir sır vardı. Ve o mutluluğun verdiği hafiflikle gül bahçelerinde sekerken, her zıplayışta canı yanıyordu sırların. Onun gönül sarayında Leyla vardı, Şirin vardı, bazen de Züleyha’nın imanlı hali vardı.

Bir gün bu peri, gönül sarayından çıkarak mavi bir barakaya sığındı. Kaderi nasıl çizilmişti bilmiyordu ve hayatı dümdüz olduğu haliyle yaşıyordu. Ki o sarayın kızı, barakanın sultanıydı. O barakaya ölmek için mi olmak için mi sığınmıştı bilinmez. Muhabbeti her geçen gün artacak mıydı azalacak mıydı bilinmez. Geleceğe ait hayalleri yoktu. Damla damla gözyaşlarını içine akıtıp inci gibi büyüttüğünü gördüler yüreğinde. İncileri maviydi. Ve bir kez daha sevildi mavi tarafından...

Rüyalarına mavi sızılar yürümüştü perinin. Rüyaları da dâhil, yerden göğe kadar her şey maviydi ona. Ve bu dünya ayrı bir dünya gibiydi ona.

Sığındığı mavi baraka hayali Yusuf’undu. Bir Züleyha teni kadar uzaktı Yusuf’una. Bir Züleyha gibi değil ama saf, masum berrak bir sevdayla sevdalanmıştı Yusuf’una. Züleyha kadar şanssız olmadığını düşündü kimi uykusuz gecelerde. Yanında olduğu ama hayalinde her gün biraz daha süslediği, asalet verdiği, masumiyet verdiği Yusuf’una, yine her gün biraz daha meftun oluyordu.

Her şeyini paylaşmaya başladı Yusuf’la zaman içinde. Tenlerden uzak, nice gecelerin teheccüdünü solukladı maviyle beraber. Dualar uçurdular güzelliğin tüm renklerine dair, yıldızların bağrına. İnancın derin özgürlüğünü yaşadılar teheccüdün dudaklarında. Birbirlerine sevgiyle bakıyorlar, çoğu zaman da sessiz konuşmalar geçiyordu aralarında. Yalnızlıklarını unutuyorlardı gönül barakalarında. Hayallerini, umutlarını, sevinç ve mutluluklarını, ara sıra da hüzünlerini paylaştı Yusuf’la.

Ve bir gün geldi pembe bulutların gizemli dünyasından çıkıp, gökyüzünde süzülen bir şahin gibi süzüldü hayatın bağrına. İçinde kutsal neşideler mırıldanarak süzüldü. Gözyaşlarıyla süzüldü. Yusuf’uyla süzüldü.

Ve hayatın kalbine yürüdü. Hayatın maviliğine doğru yürüdü. İçinde hissettiği, gördüğü mavi bir sızıydı. Onun ten derdinde olmadığını sezdi. Ne kadar yürüdüyse de hayatın kalbine, dişiliği duygusallığının önüne geçemedi. Ve maviye gönlünü, gönlünce sundu.

Mutluydu peri. Bezen bu mutluluğu hak etmediğini düşünüyordu. “Rabbim diyordu peri, benim yerim Yusuf’un yanında nedir ki?’’ Onu görüyor, onu seviyordu ama onun ikliminde yaşaması imkânsızdı. Nilüfer çiçeğine âşık olmuş papatya gibiydi.

Hani gölün ortasındaki nilüfer çiçeğine âşık olan papatya çiçeğinin aşk hikâyesi vardır. Papatya; gölün kıyısından seyrine meftun olduğu nilüfer çiçeğine âşık olmuştu da ona kavuşamamanın hüznünü yaşıyordu. Nilüfer çiçeğinin ortasında açan beyaz çiçeklerin yerinde olup, nilüferle beraber olmak istiyordu. Biri papatyaydı, biri nilüfer. Nilüfer suda yaşıyordu kendisi toprakta. Nilüfer çiçeği papatyasına, “Gözlerini kapat ve yalnızca benim yanımda olmayı iste.’’ dedi. Papatya gözlerini kapattı ve istedi, istedi. Ve gözlerini açtığında nilüfer çiçeğinin ortasındaydı. Ve nilüfer çiçeğinin kendisiydi artık.

İşte böyle, papatya ve nilüfer çiçeği gibi ayrı iklimlerin ve ayrı zamanların insanıydılar periyle Yusuf. Ayrı dünyalarda ayrı iklimlerde yaşayan iki çiçek gibiydiler. Ve perinin içinden sessiz konuşmalar geçiyordu, papatya çiçeğinin serzenişi gibi:

“Dokunsam dokunamam, elimi uzatsam tutamam. Bu kadar yakın olmama rağmen, o kadar uzağım ki ona. Oysa ona yakın olmayı o kadar çok istiyorum ki. Ey benim gül kokulu, gül yüzlü Yusuf’um seni seviyorum ama sana nasıl ulaşacağımı bilemiyorum. Yakınlık içinde uzaklardayım. Evet, sessizce de olsa konuşmak, yüzünü görmek yetiyor bana ama istiyorum ki düşlerimdeki gibi sarılayım sana. Gözyaşlarına dokunayım.’’

Yusuf’u karşılıksız bırakmadı perinin gönül sesini. “Bir şeyi istiyorsan mutlaka olur, dedi. Ve bir şeyi istiyorsan gönülden iste yeter, dedi. Çünkü her isteyiş bir duadır Rabb katında. Sevgi; ne mekânı, ne zamanı, ne de mesafeleri dinler. Sevgi, konuşmaya başladı mı her şey susar onu dinler. Sen ki aşkınla benim güzelliğime güzellik katmadasın. Yalnızlığımı örtbas etmedesin. Benim ve senin var olduğumuzu haykırmadasın evrene. Şimdi gözlerini kapat, yalnızca sevgini ve kavuşmayı düşle. Yanımda olduğunu düşle. Göreceksin mesafeler çaresiz kalacaktır.’’

Peri Yusuf’unun dediğini yaptı. Gözlerini kapadı ve onun yanında olmayı istedi. Yalnızca onun kendi içinde güzelleştirdiği halini istedi içinde. Onun hayalini doldurdu tüm benliğine. Kendini güzeller güzeli Yusuf’unun yanında hayal etti peri. Etti... Etti...

Şimdi gözlerini aç, dedi Yusuf’u perisine. Peri gözlerini açtığında, sevgili Yusuf’unun yüreğindeydi ve Yusuf’un kendisiydi artık. Ve masmaviydi peri.

Mavi onun yüreğinin tadıydı
Mavi onun sevgisinin adıydı

Çok geçmeden mavinin en gizemli rengi oluverdi. Artık mavi ve mavilik adına ne yazılıyor ve söyleniyorsa hissediyor ve duyuyordu. Mavinin nazenin bir gizemi olduğunu gördü. Mavinin, mavi bir kalbi olduğunu gördü. Mavinin kalbinin içinde olduğunu gördü sonra.

Her ne kadar kavuşsa da mavisinin yüreğine, dünyalık kavuşmaların rengi yoktu bu kavuşmada. Esas kavuşma için kalp vasıtasında yerini almaydı bu kavuşma.

Diğer kalplerden sürgün edildiğini anladı ilkin. Mavinin kalbinde büyürken, maviyi de kalbinde bir çocuk gibi büyütüyordu. Ve artık bütün bu mavilik içinde; Leyla’yı düşünüyor ağlıyor, Züleyha’yı düşünüyor ağlıyordu. Ve maviye inciler yağıyordu. Bu kadar mavinin içinde olup da maviye dokunamamak... Dokunduğunda bütün sihrin bir anda toprağa boşalan yıldırım gibi boşalıp yok olacağını bilmek... İçinin mavi çöllerinde Leyla’yla acı çekmek... Nil’e gözyaşlarını döken Züleyha gibi içine gözyaşlarını dökmek... Aşkın kılcal damarlarında olup da aşkın kendisi olamamak... Nice acıydı ki...

Ve bir gün maviyi solarken gördü. Bir gece maviyi siyaha çalarken gördü. Maviyi ölürken gördü...

İnsanlar toplandılar, maviyi kutsadılar. Ve o perinin bütün hayatına rengini veren maviyi, hayatın bütününden toplayıp bir tabuta doldurdular. Sonra bütün maviliğini yıkayıp, ak pak eylediler. Teni mavisinden arınmış, yüreğine doldurulmuş Yusuf’unu omuzlara alıp sürgün eylediler, bir ikindi üzeri dünyadan. Üzerini toprakla doldurup bir de gül diktiler mezarına.

Perinin gün ışığı saçlarının arasından bir yıldız kaydı o gece. Gece ve gün asıl rengine döndü. Dal yeşil, gül kırmızı, kar beyazdı artık. Bir gök kalmıştı maviden yana. Ve göğe bakmaya korkuyordu peri. Bir yandan mavi şehzadesine el sallıyor, bir yandan şehzadesinin bıraktığı maviliğin beşiğini sallıyordu yüreğinde.

“Ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her gece bir gül açar her seher bülbül öter ”

Peri, her seher Yusuf’unun toprağına gözyaşlarını dökmeye gitti. Yusuf’un toprağına dikilen gül açmıştı. Her şey renginceydi, ama gül maviydi. Perinin gözlerinden damlalar düştü gülün dibine, damlalar maviydi.

Bunu ben gördüm...


Arif AKPINAR
Ay Vakti
Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi

1 Comments:

Adsız dedi ki...

Bu dergisen haberim yoktu canım anenm adına tşk ederim bu arada kelime doğrulamayı kaldırsana blogundan :)yorumların onaya tabi nasıl olsa