IHLAMUR BUĞUSU - Ş A İ R A N E

13 Ekim 2008

IHLAMUR BUĞUSU


Sekizinci katta, güneye bakan odamın kaloriferine dayanıp, şehrin sabahını seyrediyorum. Haftasonu... sakin... tek tük gelip geçenler mutsuz çehreleriyle bakıyorlar önlerine. Arkadaşım uyuyor yan odada. Ben burada düşünüyorum.
Çatalçeşme sokaktaydık. Oradan aşağı yürüyerek, konuşarak, bakınarak Gülhane parkına indik. Uzun, ince, sık çınarların, ardıçların, kavakların altında oturduk. Devleti kurtardık. Yıkıp yeniden kurduk.
Eminönü iskelesine indik. Balıkçılar, seyyar satıcılar, sokak çocukları, âşıklar, körler müzik korosu... ne yoktu ki!
Tarihi Eminönü Balıkçısının iskemlelerine oturduk. Ekmek arası balık aldık. Yemeye başladık. Cemil ayran içti, ben turşu aldım. Hemen ötemizde bir aile oturuyordu. Otuz yaşlarında bir karı koca. Bir de on yaşlarında kızları vardı. Kız, balığı bitiremedi. Babası kızdı. Nimettir yavrum, atma, dedi.
Boğaz dalgalıydı. Sahile çarpıyor, bir daha çarpıyordu. Çarptıkça deniz ayaklarımıza kadar geliyor, yerine gidiyor, tekrar geliyordu. Med oluyor, cezir oluyordu. Martılar serin suların dalgalarının üstünde uçuşuyor, özgür çığlıklar atıyor, bizi kıskandırıyordu. Ezan sesleri boğazın dalgalarına karışıyor, akşamın kızıllığı şehrin içine içine dağılıyordu.
Vapurlar... gelen, giden, düdük öttüren, boğazı yararak, gürültüyle yaklaşan, uzaklaşan yolcu vapurları... güvertesinden, küpeştesinden sahile akın eden yahut sahilden güverteye, küpeşteye akan insanlar...
İnsan olmak taşınmak mıydı? Karadan, denizden, havadan yığınlar halinde evet, yığınlar halinde taşınmak mıydı? Evlere, iş yerlerine, eğlence merkezlerine, tarlalara, fabrikalara taşınmak mıydı? Akan, taşınan yığınların iradesi olur muydu? Büyük kalabalıkların iradesi? Öndekiler nereye götürürse oraya mı giderdi kalabalıklar? Bu muydu kalabalığın iradesi?
Dışarıda sonsuz bir uğultu vardı. Ne deniz, ne gökyüzü, ne de kuşlar. Hiçbiri, hiçbiri görünmüyordu. Kar tozunu önüne katarak, savurarak evlerin duvarlarına çarparak, uğuldayarak, korkunç sesler çıkararak esen rüzgar ürperti veriyordu. kıyametti bu. Kıyametin provası. Allah’ım bu ne müthiş kar, tipi, fırtına!
Eminönü durağından otobüse bindik. Biletsiz, çocuklu bir kadına bilet verdik. Yaşlı, temiz yüzlü bir adam yaklaştı. Ayakta kalmıştı. Koridor tarafında Cemil oturuyordu. Ayağa kalktı, ihtiyarı buyur etti. Adam, teşekkür ederek oturdu. Bana da, “merhaba evladım!” dedi. Başka da bir söz söylemedi. Alnının kırışıkları, sakalının kırçılları, ellerinin titremesi anlatacağını anlatıyordu, sözcüklere gerek kalmıyordu.
Taksim durağında indik. Meydandaki demir parmaklıkların üzerine oturup insan selini izledik. Akan, aktıkça çoğalan, kederli, sevinçli, ne kederli ne sevinçli yüzlerce çehre kayıp gidiyordu. Eminönü, Laleli, Beyazıt, Üsküdar... hepsi böyle değil miydi? Bitmeden tükenmeden akan insan...Cemil köyünü anlatmaya başladı:
Kör Veli bir Kürt kızı kaçırmıştı. Öldürürler korkusuyla iki sene şehre inemedi. Köylerde çalışarak geçimini sağladı. İhtiyaçlarını siparişle karşıladı. Sonra, şehirde ileri gelen ve kızın ailesinin saygı gösterdiği bir adamın aracılığıyla barıştılar.
Bu arada Kör Veli’ye neler demediler ki! Korkak, ödlek, kaypak... Kör Veli bu lafların hiçbirine aldırmadı, işine baktı. Yazın, pamuk sulamaya yazı köylerine gitti. Kışın davarını beslemek için dağlara dal getirmeye...
Kör Veli’yi anlatırken samsun sigarasını hiç söndürmedi. Meydandaki abidevi çeşmeye gözlerimi dikip Cemil’i dinledim. Anlattıkça anlattı. Dilki Ahmet’i, Kız Mehmet’i, Şaş Bekir’i, Tintirik Kâye’yi, Gara Omar’ı... sonunda sustu. Köyü baştan sona anlatmıştı.
Meydandaki çeşmeyi gösterdim. Biliyor musun buraya niçin Taksim deniyor? Bilmiyorum, dedi gülerek. İstihzalı, ilgili-ilgisiz bir tavrı vardı. İşte, dedim, şu çeşmeden dolayı... İstanbul’a bu çeşmeden su taksim edilirmiş.
Demirlerden kalktık. Tramvay yolunda yürüdük. Mepisto’ya vardık. Cemil, dergilere baktı. En çok da şiir dergilerine. Adının geçmediği dergilerin editörlerine küfretti. Ben üç tane türkü kaseti aldım. Bu gece sabaha kadar bunları dinleyelim, dedim Cemil’e. Dinleyelim, dedim. Sabaha kadar dedim. Oradan çıkıp Halep pasajına girdik. Sinema afişlerini, gazete reklamlarını, popstarcıların boy boy fotoğraflarını ve manyetik kapıyı geçip zemin kata, Pentimento’ya indik. Buraya bütün dergiler geliyordu. Edebiyat, kültür, sanat, siyaset, bilim...

Uğultu, tipi, rüzgar... ne müthiş kıyamet. Odanın ortasına piknik tüpünü getirdim. Çaydanlığa su doldurup, tüpü yaktım. Pencerenin camı buz tuttu. Arkadaşım biraz önce uyandı. Lavaboda yüzünü yıkıyor. Aynaya bakıyor. Her sabah uzun uzun yüzünü yıkar, aynaya bakar. Kel olmasına rağmen saçlarını tarar. İtina ile giyinir.
Birkaç dergi aldıktan sonra oradan çıktık. Pasajın önüne, giriş kapısının kenarına oturduk. Cemil, bir sigara yaktı. Ben kalabalık kız gruplarına baktım. Yalan yok, şehvetlendim.
Cemil memleketten anlatmaya başladı:
Hasan abim, Gazi Ortaokuluna kaydolmuş. İzbe bir evde kalıyormuş. Para pul yokmuş. Köyden gelen bir satır yoğurtla açlığını gideriyormuş.
Bir gün kantinde, çocuklardan biri ekmek arası kavurma almış, ekmeğin yarısını yedikten sonra geri kalanını pencerenin kenarına koymuş. Hasan abimin karnı açlıktan zil çalıyormuş. O ekmeği almak için pencerenin önünden birkaç kez geçmiş fakat, alamamış. Bir seferinde sınıfından bir arkadaşı gelmiş. O gittikten sonra ekmeği almak için elini uzatacakmış ki, bir öğretmenini görmüş. Biraz sonra da temizlikçi gelip ekmeği çöpe atmış.
Okulun önünden her geçişimde, o ekmeğin kokusunu alırım, diyormuş.
Gözü, kalbi, aklı o ekmekte kalmış. O günkü doyma duyguları o ekmekle çöpe gitmiş. Evinde yoğurt da kalmamış.
Hasan abim meyus mükedder ayaklarını sürüyerek sınıfının bulunduğu kata doğru yürümeye başlamış. Açlıktan midesi guruldarken merdivenleri zor çıkmış. Zil çalmış, sınıfa girmiş. Türkçe öğretmeni gelmiş derse. Dersin konusu aç bir ailenin dramını anlatan bir şiirmiş.
Cemil sustu. Meydanın cihetsiz, hedefsiz, düşüncesiz, hazcı kalabalığına seslendi: “Nereye varacak böyle Allah’ım içimizin kirleri!”
Tramvay yolunda yürümeye başladık. İsmailağa camisinin avlusuna girdik. Caminin penceresinden, akşam namazı kılan müminleri gördüm. Onların huşu, huzur içinde namaz kılıp dua okuyuşlarını izledim. Ben dışarıdaydım. Allah’tan ne kadar uzakta, ona ne yabancıydım! Bir kafir gibi hissettim kendimi. Duygularım, düşüncelerim, hayallerim birbirine girmişti. İnsan mıydım, Müslüman mıydım, yerli miydim, yabancı mıydım? Neydim? Kolumdan çekiştirerek pencereden ayırdı beni Cemil.
Akşamın kalabalığına karışıp yürümeye devam ettik. Sent Antuan Katolik Kilisesi’ne girdik. Nasrani kardeşlerimizin ibadethanesini görelim dedim de girdik kiliseye. Avluda bakındık bir süre. Gelip geçenlere baktık. Bizim gibi sadece görmek, gezmek maksadıyla gelen çoktu. Görünürde bir görevlisi, bir bekçisi de yoktu. İçeriye kalbimdeki duyguların karmaşıklığını hissederek girdim.
Üç kız bir erkek gülüşüyorlardı. Kızlardan biri besmele çekip dilek tuttu. Sonra da ya tutmazsa, dedi. Yanındaki kız besmele bile çektin, tutmaz mı, dedi. Erkek arkadaşları, kilisede çektiğin besmelenin hayrı olmaz, dedi. Güldüler. Biz de güldük. Bizi görmediler.
İkonlara yaklaştık. Ortada çarmıha gerilmiş İsa’yı bütün din düşüncelerini bir kenara atarak düşündük. Koca bir yalandı. Milyonları kandıran bir yalan. Meryem ana ikonunun önünde dua ederken kendinden geçmiş bir zenci gördük. Ne içten, ne samimi, ne huşulu dua ediyordu! Bense ancak pencereden bakabilmiştim.
Bir anneyle kızı yaklaştı yanımıza. Sordular, sual eylediler. Cevapladım. Yazdığımızı öğrenince hayranlıkla baktı bize anne. Kızına doğru eğilip yazarmış bu adamlar, dedi. Sent Antuan’dan çıktık. Aynı yolda, caddenin ortasından, yolumuza devam ettik. Hava soğuktu. Berelerimizi çıkarıp kafamıza taktık. Galata kulesinin sağ tarafından aşağı doğru yürüyerek köprüye vardık. Demir korkuluklara tutunarak dinlendik. Denizi, martıları, balıkçıları, vapurları, akşamı seyrettik.
Demliğe bir tutam ıhlamur koydum. Kaynayan suyla ıhlamur çayı yaptım. Yanlış yapmışım. Arkadaşım geldi. Demliği mutfağa götürüp içindekileri büyük bir çaydanlığa doldurup getirdi. Ihlamur kaynamaya başladı. Kokusu, odanın duvarlarına, tavanına, penceresine sindi.
Tramvay durağının yanındaki yeraltı çarşısına girdik. Birer pantolon, kazak aldık. Bayram yaklaşmıştı. Güzel giyinmeliydik. Hiç olmazsa bayramda bakımlı olmalıydık. Cemil, beş kez denedi pantolonu. Yakışıyor muydu, uyuyor muydu, şaire böyle pantolon gider miydi? Beşinci giydiğini aldık. Mavi, taşlanmış kot pantolondu. Poşetlerimizi alıp tramvaya yürüdük. Oturur oturmaz hareket etti. Herkes susuyordu. Cemil’le ben yüksek sesle konuşuyorduk. Yorgun, kaygılı, uykulu insanların konuşacak hali yoktu. Sultanahmet durağında indik. Divanyolu caddesinde yürümeye başladık. Yağmur atıştırıyordu. Bir damla da gözlüğümün camına düşmüştü. Kızlarağası medresesine girdik. Soldan üçüncü masa boştu. Yaşlı, sakallı, bereli çaycı bize orayı işaret etti. Çaycıya itaat edip gösterdiği masaya geçtik. Bu soğuk havada, çay ne büyük, ne sıcak, ne lazımdı!.. Tek şeker atıp karıştırdığım bardağın sıcaklığını orada sevdiğim kadar, başka sevdiğimi hatırlamıyorum. Cemil, üç şekeri de attı, üstelik benden artan iki şekeri de attı. Hınçla, hırsla karıştırıp somurur gibi çayını içmeye başladı. Sağımızdaki masada iki yaşlı, kasketli adam konuşuyordu. Biri çenebaz, öteki ise daha çok susan bir adamdı. Çenebaz olanı anlatıyordu: Ben altı yaşındaydım. Kıbrıs meselesi o zaman da vardı. Her gün bilmem şu kadar Türk şehit edilirdi.
Tatlı bir keman sesi duyuyorduk. Dinledik, hoşlandık. Neden sonra karşı odanın kapısının eşiğinde oturan kemancıyı gördük. O iki adamın yanındaki masada oturan fingirdek kızlar kahkahayla, neşeyle gülüyorlar, yaşadıkları ânın tadını çıkarıyorlardı.
Çay parasını Cemil ödedi. Divanyoluna çıktık. Yapraksız, kuru, sıyrılmış dallarıyla ağaçlar söyleşiyordu. Islanarak, üşüyerek, titreyerek yürüyorduk. Kaldırım taşları ayağımızın altında muti köle gibi duruyordu. Göletlere basıp çorabını ıslatan Cemil daha da üşümeye başladı. Konuşsak mı, sussak mı, titresek mi, ne yapsaydık da başka bir hâle geçseydik?.. Olmadı, hiçbir hâle geçemedik. O an, o hâli yaşamak yazgımızdı, bunu biliyorduk. Havanın kurşunî rengi, bizim havamıza tesir ediyordu. Saçaklardan akan damlacıklar Cemil’in kafasının keline düştükçe şıpırtılar çıkarıyordu ve ben bundan büyük neşe duymaya başlamıştım ki o, beresinin cebinde olduğunu fark etti. Çıkarıp kafasına geçirdi. Bizimle aynı hizada, aynı hızda, yavaş adımlarla yürüyen, kırmızı, güllü başörtülü kız süzgün süzgün bakıyordu. Ağladı ağlayacaktı. Cemil de kızı süzdü. Göz göze geldiler.
Kızlarağasındaki kasketli, kaytan, kır bıyıklı ihtiyarın sözleri şöyleydi:
“İzmit’e gidiyordum. Şoför, genç, deli bir adamdı. Kafasında köylü kasketi vardı. Kasketin ucu iyice havadaydı. Kendinde de, şapkasında da meymenet yoktu.”
İşaret parmağını göğe doğru kaldırarak, köylü kasketini şöyle dikerek: “Kazık gibi oturuyordu. Can güvenliğimiz yoktu. İzmit’e vardık ama, hep canımız ağzımızdaydı.”
Düşmek üzere olan çantamı omzuma iyice astım. Ne var bu çantada, böyle dolandırıp duruyorsun diyen Cemil’e; çantasız olmaz, dedim. Çanta güven verir insana. Cemil, tanrım bana da bir çanta! diyerek gözlerini göğe kaldırdı. Yıldızlar, kurumuş dallar, uçuşan martılardan başka ne gördüğünü söylemedi.
Kız, Cemil’le yan yana yürüyordu. Alnı kırış kırıştı. Titreyerek, korkarak yürüyordu. Düştü düşecek bir haldeydi. Tramvay durağına yöneldi. Cemil’e son bir kez baktı. Cemil de ona baktı. O akşam Cemil, o kızdan bahsedip durdu.
Yağmur yağıyordu. Pıt pıt yağıyor, tatlı tatlı yağıyordu. Kaldırımlara, camlara, üstümüze vuruyordu. Pıt vuruyor, pıt düşüyordu.
Cemil, dört yüz milyon maaşla çalışan bir memurdu. Bu parayla geçinemediğini, ev tutamadığını söyleyip dertleniyordu. İki yüz milyona çalışan milyonları görmüyordu. Görmesi gerekmiyordu. Çünkü Cemil şairdi. Yani toplumun önünde gidiyordu. Cemil’in her gün, her an konuştuğu mevzusu şiir, para ve kızdı. Karşısına bir kız çıksa evlenebilir miydi, bunu kendisi de bilmiyordu.Sistemden, devletten, cemaatten, bireyden, Necip’ten, Şemsettin’den... herkesten dertliydi Cemil. Hırçın, hırslı, doyumsuz bir adamdı. Konuşuyor... hırsla, şevkle, vahşice konuşuyordu. Bir dirençti. Gitti gidecek olandı. Yaralı bir peygamber yalnızlığını yaşıyordu.
Odanın orta yerinde, tüpün üzerinde duran çaydanlığın içinde ıhlamur kaynıyordu. Buharı tavana, duvarlara, pencereye, üzerime siniyordu.
Dışarıda fırtına devam ediyordu.


Recep Şükrü GÜNGÖR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum