Öpüşmekten hoşlanır mısınız? Kontrol edilemez tutkunun kurbanı oldunuz mu hiç? Özlemden deliye dönüp bir aşk gecesiyle esrikleştiniz mi? Belki de hep sezdiğiniz şey, artık biyokimyasal yolla da kanıtlanıyor: Güçlü duygular mutluluk verir, bağımlılık yaratır ve zaman zaman da çıldırtır.
Fayton yolculuğu pek uzun sürmeyecektir. Belki bir saat. Bunu o da bilmektedir. Üstelik, yanında oturan güzel kadın evlidir. Onun için bile bu kadar kısa zamanda kadının aklını çelmek, başını döndürmek kolay olmayacaktır. Derken çapkın, değerlendirebileceği bir fırsatın çıktığını görür. Gökyüzünde kara bulutlar toplanmaktadır, çok geçmeden şimşek üstüne şimşek çakar. "100 adım önümüze yıldırım düştü. Atlar şaha kalktı ve yol arkadaşım korkuyla kasılıp sıçradı. Kendini göğsüme atıp kollarını sık sıkı bana doladı." Fırsatı kaçırmayacaktır: "Karşı koymadı ve bana teslim oldu. Çakan şimşeklere nasıl kafa tutabildiğimi sorduğunda, ona gökyüzünün benimle birlik olduğunu söyledim."
Giacomo Casanova (1725-1798), göz açıp kapayıncaya kadar yol arkadaşının gönlünü fethetmişti. Neydi İtalyan hovardayı bu kadar karşı konulmaz kılan? İlginç göründüğünü kabul etmek gerek. Zekiydi, sohbeti tatlıydı ve erotik tutku yüklüydü.
Ancak Casanova'nın nihai avantajı, doğru zamanlamada yatıyordu. Sezgisel olarak, erkek ile kadın arasındaki gerilimin özellikle kadınları heyecanlandıran durumlarda ortaya çıktığını biliyordu: Operada, baloda, at binerken ya da fayton yolculuğu sırasında patlayan fırtınada. Bu anlayış sayesinde Casanova modern aşk araştırmalarına yaklaşık 250 yıl fark atmış oluyordu.
Bugün bilim, Casanova'nın müttefikinin kim olduğunu biliyor: Adrenalin molekülü. Bu stres hormonu duyguları altüst ediyor. Bizi sadece yaklaşan bir kavgaya ya da kaçışa hazırlamakla kalmıyor, ilişkiler üzerine araştırmalarıyla tanınan Amerikalı Elaine Hatfield'ın ifadesiyle, "aşk da adrenalinle büyüyor." Bu nasıl bir derttir ki, gücünü hemen herkes günün birinde bizzat kendi vücudunda hisseder; kalbin deli gibi çarpması, ter boşalması ve midede garip bir his karşısında çaresiz kalır. Belirtiler herkesçe bilinir, teşhis hızla konur: Tutkulu aşk.
Vaka anlatımları da bol miktarda bulunur: Resim ya da edebiyat, müzik ya da sinema olsun, daha çok ilgi gösterilen bir ıstırap, azap türü olmamıştır. Ve bütün bunlara rağmen bu kontrol edilemez duruma yol açan nedenler büyük ölçüde karanlıkta kalmıştır. Belki etki eden gizemli güçler kavranamaz göründüğünden ya da belki kuru, soğukkanlı bilimsel yaklaşım bu etkilerin gücünü azaltmasın diye...
Bir zamanlar güzeller güzeli Psyche, her gece karanlıkta onu ziyaret eden aşk tanrısına, yüzüne asla ışıkta bakmayacağına dair söz verir. Ama merakına mağlup olan Psyche, bir gece âşığı uyuduğunda bir yağ kandili yakar ve uyanan Amor ortadan kaybolur. Aşkın çehresine açıkça bakmanın onun kaybına yol açabileceğine dair uyarı niteliğinde bir masal. Ama artık büyü bozuldu. Bilim adamları, hem de görüntülü yöntemlerin yardımıyla doğrudan tüm gönül işlerinin merkezine, beyne bakıyor. Nörotransmitterleri ve hormonları beden boyunca takip ediyor ve yüzbinlerce yıldır insanın aklını başından alan biyokimyasal maddelerin şifrelerini çözmeyi öğreniyorlar.
Yazı: Ines Possemeyer
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum