İSTANBULA DAİR..


Miss Julia PARDOE’nun
“Sultan’ın Şehri ve Türklerin Aile Hayatındaki Gelenekleri” isimli kitabından (1837)

“1835 yılı Aralık ayının 30’uncu günü, gemimiz Haliç’e demir attı. Bu memleketi görmek için yıllardan beri duyduğum büyük istek, sonunda gerçek olmuştur! Şehirlerin kraliçesi İstanbul! Saraylarla bezenmiş Boğaziçi ayağının dibinde akıp giderken O, meskün tepelerin üzerinde tahtında kurulmuş oturuyordu. Bir gece önce Marmara denizinde fırtınaya tutulmuştuk. Bu yüzden hala kendime gelememiştim. Güverteye zorlukla sürüklendim. Bu sırada gemi, Sarayburnu’nun önüne gelmişti. Ömrümde ilk defa gördüğüm İstanbul, mevsimlerin en serti olan kışın beyaz kar elbisesini giymişti. Böyle iken, içim içime sığmaz bir sevinç içindeydim. Başka türlü nasıl olabilirdi? Karşımda adeta bir cennet duruyordu. Bu şehre ait zihnimdeki zengin hayaller, demek ki gerçek olmuştu! Yeni bir dünya gören turiste dönmüştüm.
Kraliçeye benzeyen İstanbul! Sokaklarından gelen binlerce ses, bana ne hoş geliyordu. Gemi süzülerek ilerledikçe, şahane İstanbul limanının bütün haşmeti, gözlerimizi kamaştırdı. Sultan Mahmud’un oturduğu sarayın pırıl pırıl parlayan büyük kapısıyla, sarayın alt eteklerini dolduran servi ağaçlarının önünden çabucak geçtik. Sarayın kendisi ve öteki kısımları, bu ağaçların arkasından görülebiliyordu. Arkamızda, uzaklarda Üsküdar, bütün güzelliğiyle Boğaz’a yüksekten bakıyordu. Buradaki ince minarelerin şekillerini aksettiren Boğaz suları, biraz sonra Karacaahmet mezarlığının karanlık gölgesine büründü. Köhne duvarları ve savaş hatıraları olan Galata’ya yaklaşmıştık. Gemi demir attığı zama, sarsıldı. Limanı dolduran gemilerin arasında biz de girdik. Sahilde, çeşit çeşit renkli evleriyle, yedi tepenin iki renkli küme halindeki manzarası kaşımızdaydı. Bu kümelerden biri, evleri kaplayan servi ağaçları, öteki de onlardan üstün olan çınar ağaçlarıydı. Bunlar, üzerlerine yağmış karın kalınlığı altında, mağrur başlarını eğmişlerdi. Şurada, burada bir çok minarenin gökyüzüne yükseldiği görülüyordu. Halbuki, bu minarelerin bulunduğu camilerin geniş kubbeleriyle, bunların altındaki evlerin damları, aynı karla kaplı duruyorlardı. Sabırsızlıkla, Ayasofya’yı ve ondan daha küçük ama daha zarif olan dört minareli ve avluları kemerli Süleymaniye’yi fark etmeye çalıştım. Sonra da Pera’nın anfi şeklindeki tepelerinin üzerindeki, derinlikleri içinde gözüken, limana hakim evlerini görmek için, başımı o tarafa çevirdim.
Gözlerimi sahilde gezdirdiğim ve Karacaahmet mezalığının üzerinde dalgalanan servi ormanını gördüğüm zaman, Boğaz’ın akışını bir daha izledim. Dalgalar, suyun kenardaki evlerin temellerini yıkıyor, Tophane kışlasının alt tarafında kabararak, sahili dövüyor ve sonra fasılalarla, kışlanın ta damına kadar yükseliyordu.
Bu manzaranın eşsiz güzelliği ve çok değişik olmasından başka, bir Avrupalı’nın gözüne çarpan iki özelliği vardı. Biri, evlerin son derece denize yakın olması-hatta bazı yerlerde denize uzanmışlardı- öteki de sayısız deniz kuşlarının limanı doldurmasıydı: Martılar, kümes hayvanları gibi birbirleriyle oynaşarak, bir bulut halinde gemimizin etrafında uçuşuyorlardı. Öte yandan, birbirine bitişik evlerin damları da bunlarla doluydu. Yaban ördekleriyle, deniz tavuğu kuşları, yiyecek aramak için gemimizin tam kıç tarafına doğru dalıyorlardı. Yunusbalığı sürüleri ise, beyaz karınlarını göstererek, büyük şehrin çeşitli sesleri ve hareketleri içinde, sanki hiçbir tehlike sezmiyorlarmış gibi, emniyet içinde oynaşarak yuvarlanıyorlardı.
Etrafımdaki gemilere bakındığım zaman, bir çok memleketlerin dillerini duydum. Bir taraftan dalgalar arasında derinden derine, delişmen bir İngiliz gemicisinin sesi geliyor, öte yandan bir Rum gemicisinin cırlak sesi havayı yırtıyordu. Arada bir de kara gözlü bir italan’ın dolgun, zengin dili, Türk’ün söylediği monoton şarkıyı değiştiriyordu. Bu sırada, bizim geminin kıç tarafından seslenen delikanlı denizciye, yıllardan beri açık denizlerde yüzü yıpranmış olan yaşlıca gemici, sert ve kısa bir tonla cevap veriyordu.
Her an, uzun, sivri burunlu ve üzeri süslü bir kayık, geminin yanından kurşun gibi hızla geçip gidiyordu. Bir tanesinin içinde, sakallı ve kavuklu bir Türk vardı. Kayığın içine serdiği seccadenin üzerine bağdaş kurmuş oturuyordu. Elindeki çubuğu, üzerinde de kendisini sımsıkı saran gucuğuyle, varlıklı bir adam olduğu halinden belli idi. Yanında kırmızı fesli, mavi ceketli bir hizmetkar vardı. Kayıkların bir tanesinde de kadınlar geçti. Yüzlerinde yaşmak, yani ince tül vardı. Bu yaşmak burundan ve gözden başka yüzün her tarafını kapatıyor ve bunu örten kimseye ayrı bir çekicilik veriyordu. Bu kadınların bir çoğu, geçerken yavaş yavaş Türkçe konuşuyorlardı. İlk defa duyduğum bu dil, kulağıma hoş geldi. Hele bir kadının ağzında, daha da ahenkli bir hal alıyordu...”

0 Comments: