LİZBON


Beyazın ve bilinçaltının kentidir Lizbon. Buna sessizliği de eklemeli. Hem beyaz sözcüğü sessizlikle örtüşür. Beyaz gibi ilkin bu sessizlik vurur. Lizbon’da çok eskiden tanıdığınız biriyle karşılaşacakmışsınız gibi dolaşılır. Kentin kendisi de ulaşılması olanaksız bir sevgili gibidir: Önümüzden geçer, arkasından izlemeye kalktığınızda yiter. Pek az kent duyurur bunu. Bir sanrı görmüşsünüzdür sanki. Her şey bir şiirden düşmüş gibidir. Her şey Lizbon’da. Bu yüzden de hiçbir şey ele gelmez: Bir avuç gizil, benzersiz, ‘kırık imge!’ Ama bu imgeler yapar kenti. Benzersizliği de buradan gelir. Yalnız ele gelmekle de kalmaz: Usa da vurmaz. Bir sanrı kent: Pessoa’nın varlığıyla da özdeşleşmiştir sanki. İkisinin varlığı birbirine karışarak neredeyse görünmez olmuşlardır. Bir yazımda mistik bir kent olduğunu söylemiştim Lizbon’un. Pessoa’ya, sevgili şairine ters düşmek istememesinden geliyor bu elbet. Dünyada gördüğümüz, sonra da usta hiç mi hiç yer etmeyen başka kentler var mıdır bilmem. Varsa Lizbon bunların başında gelir. Düşte gördüğümüz, uyanınca bir türlü tam gözümüzün önüne getiremediğimiz o ‘düş kent’tir, işte Lizbon. Varlığıyla değil, yokluğuyla vardır. Bunun için şiirlerden düşmüştür dedim. Bu yokluk yalnız kentin simgesi de değildir. İnsanlara da uzanmış, insanlar da yokluğuyla vardır. Onlardan da bir şey alıp götüremezsiniz. Sanki sokaklarda kimseye rastlamamışsınızdır. Her şey bir imden öteye gitmez. Her şey bir avuç kırık dökük hayalettir, görünür, görünmez şeylerdir. Lizbon, ‘idealar’dır. Daha çok böyle vardır, böyle duyulur, kavranır. Bir ılgımdır. Bir kadın kılığında bir ılgım. Böyle anımsanır 
Lizbon: Bir dişi/kent. Gizil.

Ve de hemen yiten.



İlhan BERK


0 Comments: