TÜRK YAZARLAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRK YAZARLAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


On üç yaşındaydım. Ortaokula gidiyordum. Babam öleli iki yıl olmuştu. Yoksul düşmüştük. Annem terzilik yapıyordu, zar zor geçiniyorduk. Büyük bir evin iki odasında oturuyorduk. Kitaplarımın çoğu noksandı, okul çantam bile yoktu..
Bayram geldi. Annem ne yaptı etti, bana bir ayakkabı aldı. Bir pantolonla bir gömlek dikti. Sabah erkenden kalkıp giyindim. Bir gün önceden sözleşmiştik, iki arkadaşım beni evden alacaklar, birlikte bayram yerine gidecektik. Atlı karıncaya, kiralık bisikletlere binecektik, tatlıcıda tatlı yiyecektik. Belki sinemaya da gidecektik...
Annemden para istedim. "Paramız yok oğlum," dedi. Çılgına dönmüştüm, arkadaşlarım neredeyse geleceklerdi. Onlara ne diyebilirdim? Parasız olduğumuzu, bu yüzden bayram yerine gidemeyeceğimi söyleyemezdim ya…
Hırçınlaşmıştım, üstümdekileri çıkarıp duvarlara atmaya başladım.
Beni üzgün üzgün seyreden annem, o zaman dolaptan çantasını çıkardı, para aradı. Bula bula bir lira buldu. Kadıncağızın bir lirası kalmıştı yalnız, bütün parası oydu. O bir lirayı bana uzattı: "Haydi giyin," dedi, "Bir lira yetmez mi?" Bir lira o zaman büyük paraydı...
Oraya buraya attığım elbiselerimi ayakkabılarımı topladım. Yeniden giyindim, paramı cebime koyup arkadaşlarımı beklemeye başladım. Geldiler. Biraz oturdular. Annem onlara şeker ikram etti, ikisini de okşadı, öptü. Sonra: "Haydi artık gidin!" dedi. "Güzel güzel eğlenin!"
Sokağa çıktık. Çok neşeliydim, kabıma sığamıyordum. Fakat köşeyi dönerken evimize baktım, annem pencereden uzanmış, gülümseyerek bana el sallıyordu. O zaman içimden bir ağlamadır geldi, gözlerim dolu dolu oldu. Tıkanıyordum.
Ağladığımı belli etmemeye çalışarak arkadaşlarıma: "Ben gelmeyeceğim" dedim. Neden olduğunu anlamadılar. Biri: "Paran yok ondan gelmiyorsun." dedi, alay ederek. Elimi cebime attım ve bir lirayı çıkarıp gösterdim: "İşte para!" dedim.
Beni orada bırakıp gittiler. Sokaklara gelişi güzel dalarak bir süre sersem sersem dolaştım. Kimseye göstermeden doya doya ağladım, sonra gözlerimi sildim,elimden geldiği kadar neşeli olmaya çalışarak eve döndüm...
Annem beni görünce: "Neden döndün?" diye sordu. "Canım istemedi" dedim ve cebimden bir lirayı çıkarıp anneme uzattım. Zavallı kadıncağız, çok şaşırdı, parayı elimden alıp masanın üstüne koydu. Sonra beni kucakladı, göğsüne bastırdı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı...
Ben ağlamıyordum artık. Sokakta doya doya ağlamıştım. Annemin yüzünü öptüm, ağlamamasını söyledim. (Susar, dalar, düşünür) Artık üzüntülü değildim. Bayram yerine gidemediği için üzülmek benim gibi koca bir çocuğa, bir ortaokul öğrencisine yakışmazdı.
Olgun bir adam olmuştum birdenbire."
☆☆
Melih Cevdet ANDAY

 

Bugün taze bir kahve kokusunda, Andım seni huzûrla.. Sûretin düştü inci misali gönül deryama.. İçimden andım adını, Kimseler duymadı, Hissetmedi içimdeki seni.. Yüzüme düşen küçük bir tebessüm gibi, ısıttın kalbimi upuzaklardan.. Haberin olmadı, Belki de hiç olmayacak.. Sessiz, Sakin, Tanımsız, Keşifsiz, Seveceğim seni zarifçe... Özleyeceğim ama bilmeyeceksin... Hayâllerimin baş kahramanı olacaksın, Ama hissetmeyeceksin.. İçten içe, Gönlümde, Aklımda, Hayâllerimde olacaksın... Belki de duâ'larım ile geleceğime düşeceksin...

Mefkûre Malhun Keskin




“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlenizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

Alıntı
― Tezer ÖZLÜ, Yaşamın Ucuna Yolculuk





“Bu yol nereye gider?” 
diye sordu kendine.

“Nereye gider bu yol?” 

İnsan, ancak adresi olmayan bir yolcuyu uğurladığında 
yolların bilinmezliğini keşfediyordu. 

Giden, bir tek yola gidiyor, 

Kalan, sayısız pek çok yolun 
sır dolu düğümlerini çözmeye mahkum oluyordu.

Ali Ayçil / Sur Kenti Hikayeleri
Dün sanki içime doğmuş gibi, gideceğini hissetmiş gibi şu dizeleri paylaşmıştım face sayfamda...

“O güzel insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler..Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık” Yaşar KEMAL

Ve paylaştıktan sonra da bir müddet daha düşünüp bu dizeler üzerinde ne kadar da büyük anlam ifade ettiğine bir kez daha karar verdim. Yaşanılan onca şeyi de düşünerekten... Ve şimdi o güzel insan, o koca çınar, babasının kendisi için her yıl kurban kestirdiği, parmaklıklar arasında bile daktilosunun tuşlarıyla koğuşunu inleten büyük yazar... Sen de binip atına gittin/gidiyorsun işte bilinmez bir yolculuğa. Kurtuldun mu bu dünyanın bozuk düzeninden biliinmez ama bizler yaşadığımız müddetçe ve bilmem kaç kere daha bu dizeleri tekrar edip duracağız. Kimi zaman “İnce Memed'i” okuyacak, kimi zaman da “Yer Demir Gök Bakır” diyerek anacağız seni...

Ve en çok da bir sanatçıda olması gereken en büyük şeyin, halkla iç içe olmak ve sanatın halk için olması gerektiği düşüncelerinle, örnek alınması gereken büyük bir usta olduğunu hatırlatacaksın her daim bizlere...

«Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. [...] Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.»


Mekanın Cennet, toprağın bol olsun büyük usta... Işıklar içinde yat.


Gönlümüzün güzelliği sevgi ise, beynimizin güzelliği de düşünebilme yeteneğimizdir. O yeteneği her an, her dakika kullanalım. Unutmayalım ki düşünen insan, özgür insandır.

Kişi düşünebiliyorsa pek çok sorununu çözümleyecek, pek çok şeyi bilecektir. Herkesi dinleyin. Annenizi, babanızı, arkadaşlarınızı dinleyin. Sonra da düşünün ve sorular sorun... Neden? Nasıl? Nerede?

Sonra da oturup kararlarınızı kendiniz alın. Kararları yalnız aldığınız zaman, eziyetler de güçlükler de sonuçta bütünüyle size aittir artık. Karar alırken sorumluluk almayı da bilin. İşte bu, büyümek ve olgunlaşmaktır; özgür insan olma yolunda atılan ilk adımdır.

Büyüklerinizle, yaşıtlarınızla, kendinizden küçüklerle konuşun, tartışın. Konuşarak pek çok şey öğrenildiği gibi, pek çok sorun da çözümlenebilir. Toplumumuzda, bu tür konuşma pek yaygın değil ne yazık ki! Ya susuyor, ya bağırıyoruz. Konuşmayı bilmiyoruz. Sizler bunu değiştirin.

İçimizin bir başka güzelliği de iyimserliktir. Yüreğinizin ibresi hep iyimserlikten yana olsun.

Asırlardır kötümserler, köşelerinden dünyanın kötüye gittiğinin doksan dokuz nedenini sayarlarken iyimserler epey yol almış; pek çok iş başarmışlardır. En azından denemişlerdir.

Zaten yapılan araştırmalar, başarılı olanların üstün zekalılardan çok, sıradan ama olumlu ve iyimser kişiler olduğunu ortaya koyuyor.

İçimizdeki güzellikler arasında neşenin yeri bambaşkadır. Hele gençliğinizin getirdiği neşe ve kahkahaları sakın kısıtlamayın. Bazı kişilerin "Sırıtıp durma!" gibi bilgece (!) uyarılarına aldırmayın. Tam tersine daha çok gülün. Bol bol kahkaha atın. Sorunlarınıza bile gülerek bakabilirseniz yükünüz anında hafifleyecektir.

Güldürü dergileri, neden bu kadar çok okunuyor sanıyorsunuz?

Onca sorunun, çevre kirliliğinin, savaşların, ölümlerin, çıkarcılığın, cahilliğin yer aldığı dünyamızda sevgi, iyimserlik ve neşeye her zamankinden fazla gereksinmemiz var. Bu nedenle hayatınızı daha güzel yaşamak istiyorsanız, önce içinizdeki güzellikleri geliştirin, ortaya çıkarın.

Sevinin, düşünün, konuşun, iyimser olun ve doyasıya gülün!


İpek ONGUN





Severim gerçekçi edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda yazılmış hikayeleri, romanları, hep o çığırı öven denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikayede, bir romanda anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikayeler arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği aradım: "Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü, arasından bakın, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu bulursunuz" diye düşünürüm.

Bunun içindir ki bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu sezdiriyorlar. İnsanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani şiir okumayı, hikaye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini gördünüz mü hiç?... Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların edebiyata "humanites" yani "insanlıklar", kişiye insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.

Evet, severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum da: "bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da gerekli değil mi?" diyorum. Bu günün birçok yazarları sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri. Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde'in (Madam Raşild) "Güneş satıcısı"nı "Le Vendeur du Soleil" (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:

Paris'in bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor, sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En sonunda söylüyor: "Size güneş, her gün gözlerinizin önünde duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan güzel değil mi?" Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip gidiyor, ancak bir iki kişi: "Sahi! Ne de güzelmiş!" diyorlar.

Şairin, hikayecinin o adama benzemeleri gerektir: Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için artık farkedemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler, çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri, çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu duyururlar onlara.

Yapsınlar bunu şairlerimiz, hikayecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere, sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?... Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu veriyor kişiye... İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor. Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor bu melale?... Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama, hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız? Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın, sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat... Doğru, en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa, düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikayeci değilim ki size onları anlatabileyim.

Fransız düşünürlerinden Jules Soury'yi (Jül Suri) bir gün yolda görmüşler; "Bütün masalları çürüttüm, yıktım. Masalsız kaldım... Bana masal verin, masal verin bana, masalsız yaşayamıyorum!" diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.

Nurullah ATAÇ




Pebble Art of NS by Sharon Nowlan


Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde 
Fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. 
Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin."

- Sabahattin Ali -







Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı.
- Üşüdün, dedim.
Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp oğaladım.
- Neden böyle oldun, dedim.
Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı.
- Olurum bazı bazı böyle, dedi.
- Bir yere girelim, dedim.
- Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.
- İçelim, dedim.
- Öleceksin be, dedi.
- Öleceğim dedim.

Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.

- Senin suratın bitkin, dedi.
- Bitkin dedim.

Fıstık yedi, bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağıma bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu.

- Çok ihtiyarladın sen, dedi.
- İhtiyarladım, dedim.

Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.
- Boşver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak yakası kürklü pardesüsünü çıkardı.
Pardesüsünün yakası kürklü, pardesüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: 'E ne olacak yani?' dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle.
- Seni bir daha göremeyecek miyim? Dedim.
Kızdı.
- O benim bileceğim şey, dedi.
İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim şey" ne mânaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mâna veremedi.
Daha iki gün geçmemişti. Biz hâla birahanede idik. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım.

- Hadi kalk, gidelim, dedi.
- Nereye? Dedim.
- Maça, dedi.
- Maça mı? Dedim. Bu vakit maç olur mu?
- Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi.
- Burada olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı.

Bir aralık yanıma geldi.

- Sen oynuyor musun? Dedim.
- Kör müsün? Dedi.
- E ben ne yapıyorum.
- Sen de oynuyorsun, dedi.
- Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum?
- Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.
- Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.
- Ha, sâhi! Dedim.

Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeğe. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.
Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.

- Maç bitti, dedi.
- İyi ya, dedim. Kim kazandı?
- Ötekelir! Dedi.
- İşte bu olmadı. Dedim.
- Sen kim kazansın istiyorsun? Dedi.
- Bizimkiler, dedim.
- Bizimkiler kim
- Siz.
- Biz mi? Dedi. Bizim kazanmamızı mi istiyordun?
- Öyle ya, tabii, dedim.
- Neden? Dedi.
- Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?
- Bizim tarafta var mıydı?
- Sen vardın ya; dedim.
- Budala dedi, ben de yoktum.
- Ben seni gördüm, dedim.
- Ne oynuyordum?
- Bek!
- Sâhi görmüşsün, dedi.
- Birisi seni düşürdü, dedim.
- Düşürdü, dedi.
- Topallıyorsun, dedim.
- Topallıyorum, dedi, sana ne?
- Hiç , bana hiç, dedim.

İçim burkuldu.
Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:
- Panco, Panco!
Hiçbir cevap alamadım.
Birisi karanlıkta adımı çağırdı.
- İshak, İshak, dedi.
Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdın bir haber alırım diye:

- Ne var yahu? Dedim.
- İshak, İshak, dedi yine ses.
- Ne var yahu, ne var? Burdayım!
- Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! Dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Mânasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında kelimelerini binlerce kere duyduğum, mânalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyordum.

Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.
- Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.
Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu bir balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili gibi idi.
Kendimi göstermemeğe çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum.
Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeğe. Kalabalığın içinde pardesülü, kırk yaşlarında bir adam:
- Yeme tırnağını, diye bağırdı.
Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu.
Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardesüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi.

- Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım.
Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Halâ çocukluğunun genç kızı gibi idi. Gülümseyerek selâm verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.

Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olmuştu.
- Ellerim büyüyor, derdim.
Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.
Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman Yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.
- Panco, Panco diye haykırdım içimden.
Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardesüsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum.
Yakasından tutmak geçti aklımdın. Maça gidelim, diyecektim.
Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin?
O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?
Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.
Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardesüsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacı bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara olmasalardı. Donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki.
Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur? Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış.
Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! sinemadaydık sâhi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.
Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik.
O kürklü pardesüsünü çıkarmamıştı. Kürk hala serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu. Onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinden kazanmıştım. Altına para kordum.

- Gemici paranı verdi mi?
- Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
- Gemiciye eyvallah!

Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.
Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar.
Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birbenbire onun ayak sesleri, Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.
Çıkmalı. Buradan çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamalı. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum.
- Hırsız var! Hırsız var!
Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısın açıyordum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru.
Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor.
- Sus, sus diyorum.
Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyorum.
- Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.
Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâla uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardesü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok, her yer kapanmış.

O hâla uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor.

Sait Faik ABASIYANIK





Beyazın ve bilinçaltının kentidir Lizbon. Buna sessizliği de eklemeli. Hem beyaz sözcüğü sessizlikle örtüşür. Beyaz gibi ilkin bu sessizlik vurur. Lizbon’da çok eskiden tanıdığınız biriyle karşılaşacakmışsınız gibi dolaşılır. Kentin kendisi de ulaşılması olanaksız bir sevgili gibidir: Önümüzden geçer, arkasından izlemeye kalktığınızda yiter. Pek az kent duyurur bunu. Bir sanrı görmüşsünüzdür sanki. Her şey bir şiirden düşmüş gibidir. Her şey Lizbon’da. Bu yüzden de hiçbir şey ele gelmez: Bir avuç gizil, benzersiz, ‘kırık imge!’ Ama bu imgeler yapar kenti. Benzersizliği de buradan gelir. Yalnız ele gelmekle de kalmaz: Usa da vurmaz. Bir sanrı kent: Pessoa’nın varlığıyla da özdeşleşmiştir sanki. İkisinin varlığı birbirine karışarak neredeyse görünmez olmuşlardır. Bir yazımda mistik bir kent olduğunu söylemiştim Lizbon’un. Pessoa’ya, sevgili şairine ters düşmek istememesinden geliyor bu elbet. Dünyada gördüğümüz, sonra da usta hiç mi hiç yer etmeyen başka kentler var mıdır bilmem. Varsa Lizbon bunların başında gelir. Düşte gördüğümüz, uyanınca bir türlü tam gözümüzün önüne getiremediğimiz o ‘düş kent’tir, işte Lizbon. Varlığıyla değil, yokluğuyla vardır. Bunun için şiirlerden düşmüştür dedim. Bu yokluk yalnız kentin simgesi de değildir. İnsanlara da uzanmış, insanlar da yokluğuyla vardır. Onlardan da bir şey alıp götüremezsiniz. Sanki sokaklarda kimseye rastlamamışsınızdır. Her şey bir imden öteye gitmez. Her şey bir avuç kırık dökük hayalettir, görünür, görünmez şeylerdir. Lizbon, ‘idealar’dır. Daha çok böyle vardır, böyle duyulur, kavranır. Bir ılgımdır. Bir kadın kılığında bir ılgım. Böyle anımsanır 
Lizbon: Bir dişi/kent. Gizil.

Ve de hemen yiten.



İlhan BERK



Ankara'dan ayrılırken yanımdaki koltuk hala boştu. Doğrusu bu durumun
hoşuma gitmediğini söylemeyeceğim. Siz de hak verirsiniz ki tanımadığınız
biriyle yanyana oturarak saatlerce yolculuk yapmak pek de hoş bir durum
değildir. Ancak keyfim uzun sürmedi. Otobüsümüz Gölbaşı'na gelince durdu.
Bizim boş koltuğun sahibi de ortaya çıkıverdi. Oldukça yaşlı biriydi. Otobüse
binerken gençten bir adam ona yardım ediyordu. Koridorda ilerleyerek bana
yaklaştı. Genç adamın işaretiyle, yaşlı adama yol verdim, o da pencere
kenarındaki koltuğuna kendini bırakıverdi. Genç adam, "Hoşça kal dede,"
dedikten sonra kulağıma eğilerek, "Biraz rahatsız ona yardımcı olur musunuz?"
diye rica edince çaresiz, kabul ettim.

Otobüsümüz yeniden yola koyulunca, yaşlı adam hiçbir şey söylemeden
bir süre dışarıda kakıp giden bozkırı izledi. Sonra sanki aniden anımsamış
gibi bana dönerek,

"Merhaba delikanlı," dedi titrek bir sesle "Yolculuk nereye?"

"Antep'e," dedim. İlk kez ona dikkatle bakıyordum. Ve onda ilgimi
çeken şey yüzündeki keder oldu. Ağarmış saçları, alnındaki derin çizgiler,
feri kaçmış kül rengi gözleri, sanki yaşlanmanın doğal bir sonucu değil de,
derin kederini daha iyi vurgulamak için yerleşmişlerdi yüzüne. O da bir an
beni süzdükten sonra,

"Niye gidiyorsun Antep'e?" diye yeniden sordu.

Savcı gibi böyle sorular sorması canımı sıktı ama ayıp olmasın diye
yanıtladım.

"Yeğenimin nikahı var da."

Kül rengi gözlerinden bir ışık geçti.

"Düğün ha!" diye mırıldandı. "Görücü ululüyle mi evleniyor yoksa sevda
mı?"

Daha fazla soru sormamasını umarak,

"Görücü usulüyle," diyerek kestirip attım.

Başını sallayarak, kendi kendine gülümsedi. Ben, artık kurtuldum, diye
düşünürken, yeniden söze başladı.

"Görücü usulüyle evlenmek iyidir. Arada sevda filan olsaydı kötüydü."

Yaşlı adamın, sorularından sonra şimdi de Don Juan misali kendinden
emin bir tavırla aşk üzerine atıp tutması beni sinirlendirdi.

"Bu konuları çok iyi biliyorsunuz galiba?" diye alaycı bir tavırla
sordum.

Alay ettiğimi anlamadı, gözlerine tatlı bir özlem çöktü.
"Eh, biraz bilirim," dedi.
"Başından çok merak geçmiş anlaşılan," dedim alaycılığımı sürdürerek.

Yüzü ciddileşti. Sonunda alay ettiğimi anladı, şimdi bana kızacak,
diye düşündüm ama sandığım gibi olmadı.

"Bu işin macerası olmaz," dedi yaralı bir ses tonuyla. éhakiki sevda
tektir. Sonuna kadar da tek kalır."

"Yapma be dede, insanın gönlü o kadar dar mı?" dedim.
"İnsanın gönlü geniştir geniş olmasına ama sevda kuşu nazlıdır, öyle
her önüne çıkan dala konmaz. Her önüne çıkan dala konana bizde başka ad
verirler."

Bu konuda anlaşamayacağız," diyerek konuyu kapatmak istedim ama
yapamadım. Yaşlı adamın yüzündeki keder mi desem, sesindeki tını mı bir şey
bana engel oldu. Bu ihtiyarın sıkı bir hikayesi olduğunu sezinlemeye başladım.

"Kusura bakma dede, ama sormadan edemeyeceğim, sen hiç sevdalandın
mı?"

Hiçbir şey söylemeden öylece yüzüme baktı sonra derinden bir iç
geçirerek,

"Oldum ya," dedi. "Sevdaya düşmemiş adam, adam mıdır?"

"Bak şimdi olmadı dede," diye güldüm. "Az önce sevda kötüdür diyordun,
şimdi de sevdaya düşmemiş adam, adam mıdır, diyorsun."

O da gülmeye başladı.

"İkisi de doğru," dedi. "Sana hikayemi anlatırsam, daha iyi anlarsın."

O zaman bütün bu girizgahı hikayesini anlatmak için yaptığını anladım.
Ama artık yol arkadaşımdan şikayetçi değildim, pür dikkat anlatacaklarını
dinliyordum.

"Ben, iki çocuklu bir ailenin büyük oğluydum. Babam, Antep'teki
bedestende kuyumculuk yapardı. O zamanlar bizim mahallede yahudi bir aile
yaşıyordu. Dinlerimiz ayrıydı ama iyi komşuyduk. Onların Florid adında bir de
kızları vardı. Çocukluğum bu kızla birlikte geçti. Bazen onların bahçelerinde,
bazen bizim evin damında oynardık. Ama Florid biraz serpilince, annesi benimle
oynamasına izin vermemeye başladı. Artık onu yalnızca pencere kafeslerinin
arkasında görebiliyordum. İçimi tuhaf bir duygu kaplamıştı. Bu duygunun bir
arkadaşa duyulan hasret olduğunu sanıyordum. Derken bizim askerlik de geldi
çattı. Askerde Florid'in yokluğunu daha çok hissetmeye başladım. Ve bunun öyle
kolay kolay bitmeyecek bir sevda olduğunu anladım. Anlamasına anladım ama o
bir Yahudi kızıydı, ben ise Müslüman. Bırakın evlenmeyi, birlikte görülmemiz
bile normal karşılanmazdı. Ben askerde böyle tasa içinde kıvranırken kötü
haber geldi. Florid kendisinden yaşlı, kumaş tüccarı Yasef'le nikahlanmıştı.
Florid'in ailesi pek varlıklı değildi, kızın yüklü bir drahoması yoktu. Yasef
yaşlıydı ama zengindi. Florid'in kıymetini bilirdi. Haberi duyar duymaz zaten
zor geçen askerliğim tam bir cehenneme dönüştü. Ne söyleneni anlıyordum, ne
emredileni yapıyordum. Komutanlarım uyardılar beni, azarladılar, sövdüler,
dövdüler; hayır, hiçbir şey kar etmiyordu. Kısa sürede adımız deli askere
çıktı. Neyse lafı uzatmayalım. İyi kötü askerlik böyle geçti. Bu arada ben de,
Florid'i unutmaya karar verdim.

Askerden dönünce de babam artık iyice yaşlandığı için kuyumcu
dükkanının başına geçtim. Evden işe işten eve gidip geliyorum. Rastlantı bu
ya, bir gün sokakta Florid'le karşılaştık. Sıcacık gülümsedi bana. Yüreğimi
bir çarpıntıdır. Ama Florid'e hiçbir şey söylemedim, gülümseyemedim bile.
Florid geçti gitti yanımdan. Kederle girdim eve. Ertesi gün zor kalktım
yataktan, canım işe gitmek istemiyordu. Yine de dükkana gittim, çalışmaya
başladım ama nasıl çalıştığımı, ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Öğleye doğru
bir de baktım ki Florid karşımda. Menevişi bol, ela gözleri tatlı tatlı beni
süzmekte. Gözler anlaşırsa dil susar derler. Biz de fazla konuşmadık. Florid
bana burmalı bir bilezik ısmarladı. Bileziğin bahane olduğunu biliyordum.

"Bir hafta sonra hazır," dedim.
O gözlerini yüzümden almadan,
"Bir hafta sonra bileziği bizim eve getir," dedi.

Onlarda ne olacağını biliyordum. "Evime getir," lafını ezber ede ede,
gece gündüz çalışarak beş günde bitirdim bileziği. İşi gören kuyumcu
arkadaşların ağzı açık kaldı.

"Böylesi Saba Melikesi Belkıs'ın hazinesinde bile yoktur," diyerek,
gıpta ettiler bana.

Bileziği sedef bir kutuya koyarak, vardım kumaş tüccarı Yasef'in
evine. Kapıyı Florid açtı. Yüzünde aynı tatlı, davetkar gülümseyiş. Evde başka
kimsecikleri de yok. Sonrası... Sonrası tahmin edersin.

Ama Antep küçük yer. Üstelik her yerde olduğu gibi burada da
dedikoduya meraklı. Kısa sürede Yasef'in kulağına gitmiş bizim aşk. Yasef
olgun adam. Oturup düşünmüş, karısı genç, güzel, kendisi yaşlı, üstelik
karısını sevmekte ki deliler gibi. En iyisi bu kentten kaçıp gitmek. Akşam
Florid'e demiş,

"Ben bu kentten bıktım. Şam'da akrabalarım var, onların yanına
taşınalım."

Ertesi gün Florid benim dükkana geldi. Olanı biteni anlattıktan sonra
güzel gözlerini yüzüme dikerek,

"Benimle evlen. Yasef'i bırakıp, burada kalayım," dedi.

Ne diyeceğimi bilemedim, Florid'le evlenmeye kalksam, millet beni
kınayacak; kadın hem gavur, hem dul. Bıraksam gidecek...

Ben böyle kıvranırken, Yasef erken davrandı, karısını aldığı gibi
tuttu Şam'ın yolunu.

Herkes, "kurtuldun," diyor. Bir de bana sor. Gün günden daha zor
geliyor. Aklımı kaçıracağım her köşe başında, her kapının önünde onu
görüyorum, kulaklarımda onun sesi çınlıyor. Florid'siz yaşamaya ancak bir yıl
dayanabildim. Anamın yalvarıp yakarmalarına aldırmadan, dükkanı küçük
kardeşime teslim edip, yanıma da yüklüce bir para alarak ben de tuttum Şam'ın
yolunu.

Şam'da Yasef'in dükkanını bulmak zor olmadı. Bu zengin yahudiyi
tanımayan yok. Yasef'i gizlice izleyerek evini öğrendim. Ertesi gün sabah
erkenden evin önünde beklemeye başladım. Yasef dükkanına gidince, eve
yaklaşmaya başlamıştım ki, esmer bir delikanlının benden önce kapıyı çaldığını
gördüm. Birkaç saat sonra çıktı evden. O gidince ben yaklaştım eve. Çaldım
kapıyı. Florid beni görünce şaşırdı ama hiç sevinmişe benzemiyordu.

"Niye geldin?" diye sordu azarlar gibi.
"Sensiz olmuyor," dedim, üzüntüyle.
"Çok geç," dedi umursamaz bir tavırla, "ben seni unuttum."

Sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.

"Konuşalım," dedim.
"Konuşacak bir şey yok," dedi.

Baktım ısrar etmek faydasız, kaldığım hana geri döndüm. Sabaha kadar
düşündüm. Ona hak verdim. Ben çok geç kalmıştım.

Ortalık ışıyınca çıktım handan. Şam'da ne kadar çiçekçi varsa hepsini
dolaştım, cebimde ne kadar para varsa hepsine çiçek aldım. Aldığım çiçekleri,
üç at arabasına yükledim. Vardım Florid'in kapısına. Sabah serinliğinde mis
gibi kokan çiçekleri sevdiğim kadının evinin önüne yıktım, sonra ayrıldım
oradan."

Yaşlı adamın öyküsü çok etkilemişti beni,

"Bravo dede," diye heyecanla söylendim. "Bu yaptığın çok güzel bir
şey."

Yol arkadaşıma artık başka gözlerle bakıyordum. Benim için bir tür
Anadolu bilgesi olup çıkmıştı. Bu arada otobüsümüz ilk molasını vermek üzere
bir dinlenme tesisinde durdu. Birlikte indik. O tuvaletteyken, bizim
otobüsümüzün muavini yaklaştı yanıma.

"Gene ne anlatıyor Ayvaz Dede?" diye sordu.

"Adı Ayvaz mı?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim. "Onu tanıyor
musun?"

"Abi, onu Antep'teki bütün otobüs şöförleri, muavinleri tanır."
"Nasıl yani?"

"Ayvaz Dede biraz sıkıntılıdır. Memlekette en fazla bir ay kalabilir,
sonra kendini yolculuklara vurur."

"Tuhaf," diye mırıldandım. "Neden böyle yapıyor?"

"Abi, bu Ayvaz Dede, gençken bir yahudi karısını sevmiş. Kadın
evliymiş. Kocası durumu çakınca, Ayvaz'dan kurtulmak için evini Şam'a taşımış.
Bizimki bırakır mı peşlerini. Haydi o da Şam'a. Ama kadın yüz vermemiş
bizimkine. Ayvaz Dede'nin gururu kırılmış tabii. Çektiği gibi kasaturasını bir
güzel şişlemiş hem kadını, hem kocasını."

Şaşırmıştım, Ayvaz Dede'nin anlattığı hikayenin sonuna hiç
benzemiyordu bu.

"Sonra?" diye sordum meraklı muavine.

"Sonrası, kendi de iflah olmamış. Anlaşılan kadını gerçekten
seviyormuş. Kafayı yemiş. Antep'te duramaz olmuş. Kendinden mi, öldürdüğü
kadının hayaletinden mi bilinmez kaçmaya başlamış."

Muavine başka bir şey soramadım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Az sonra
Ayvaz Dede geldi yanıma. Ona da hiçbir şey sormadım. Açık bir çay ısmarladım.

"Sağolasın evlat," dedi.

Çayını içerken onu izledim. Bu yaşlı adam hiç de katile benzemiyordu
ancak çok dikkatli bakarsanız, sevdiği kadını öldürdükten sonra, ellerinin
kanını gözyaşlarıyla yıkamaya çalışan bir adamın çaresizliğini görebilirdiniz
onun kederli yüzünde.

Ahmet ÜMİT





Sana kırgın olmak isterdim zaman zaman... Sana kırgın olmayı hakedecek kadar hukukum olmasını yani üstünde!

Ve; “Unuttuğumu zannetme” diyemeyeceğin mesafelerde olmak isterdim sana...
......Yani; beni “unutma ihtimalinin” bile olamayacağı mesafelerde!

Bilirim, seversin beni.
“Bilirim” sadece, çünkü öyle söylersin!..
Ama soluyamam... Ama dokunamam... Ama yaşayamam...
Bilirim, seversin beni;
Odandaki lambanın açma anahtarına iliştirdiğin bir kartpostal gibi!..

Ben, güze bakan ağaçlar gibi meyvelerimi dökmeye başlamışsam dibime...
Ve ben de “senin gibi” sevmeye başlamışsam artık...
Ve ben de sana demeye başlamışsam; “Ben de unutmadım seni!..”
Bir mevsimi tüketmiş demektir tarlalar; ekilmeden, dikilmeden, sulanmadan ve gübrelenmeden...
Halbuki kısır mevsimlere gebedir tüketilmiş her mevsim!

Yıllar, kenarda bekler; geceye doğru giden trenleri gözleyen çocuklar gibi...
Yollar, dürmededir artık kendini!
Ve hatıralar süpürülmededir hafızalardan; “artık” paylaşılmayanlara yer açılsın diye!..

Bilirim tabii ki unutmadığını...
Unutmayışımdan bilirim.
Bilirim, seversin hâlâ beni; çünkü sevmek
“Hâlâ”dır işte, hâlâ aradığımız delîl!

Sana kırgın olmak isterdim aslında, zaman zaman...
Yani üstünde, sana kırgın olmayı hakedecek kadar hukukum olmasını!
Ve; “Unuttuğumu zannetme” diyemeyeceğin mesafelerde olmak isterdim sana...
Yani; beni unutma ihtimalinin bile olamayacağı mesafelerde!


MUAMMER ERKUL