Severim gerçekçi
edebiyatı. Bu yaşa değin en çok onun ürünlerini, o yolda
yazılmış hikayeleri, romanları, hep o çığırı öven
denemeleri, eleştirmeleri okudum. Bir hikayede, bir romanda
anlatılanların, gerçekte olanlara benzememesi, çok kimseler gibi
benim için de büyük bir suçtur. Peri masallarından, dev
masallarından çocukluğumda bile pek hoşlanmadım. Olmayacak
şeyler, benzerleri görülmeyecek insanlar anlatan hikayeler
arasında beğendiklerim yoktur demeyeceğim, ama onlarda da gerçeği
aradım: "Bütün bunlar gene bir doğruyu söylüyor, ancak
yazar gerçeği bir düşle örtmüş, kaldırın o örtüyü,
arasından bakın, gerçeğin ta kendisini, çırılçıplak doğruyu
bulursunuz" diye düşünürüm.
Bunun içindir ki
bugünkü yazarlarımızın çoğunun gerçekçiliğe özenmelerine
göneniyorum. Bize hayatı anlatıyor, her gün gördüğümüz
insanları tanıtıyorlar, okurlara çevrelerindekilerin de kendileri
gibi düşünen, duyan, dertler çeken birer varlık olduğunu
sezdiriyorlar. İnsanoğlu, çoğu bencildir, yalnız kendiyle
ilgilenir, kendi kendisiyle uğraşır da başkalarının
gerçekliğini kavrayamaz. Benliğimiz içine kapanır kalırız. Bu
kabuğu dışarıya değinmemize, yani temas etmemize bırakmayan bu
benlik kabuğunu ancak edebiyat, gerçekçi edebiyat kırabilir. Hani
şiir okumayı, hikaye okumayı boş bir iş sayıp da kendilerine
yakıştıramayan kimseler vardır, siz onlar arasında başkalarını
anlayan, başkalarının dertlerine, kaygılarına ortak olan birini
gördünüz mü hiç?... Onu ancak edebiyat aşılar. Batılıların
edebiyata "humanites" yani "insanlıklar", kişiye
insanlığı, insanca duyguları, düşünceleri aşılayan bilgiler
ne denli gerçekçi olursa bu ödevini o denli iyi başarır.
Evet,
severim gerçekçi edebiyatı, gerçekçi sanatı, bütün çığırlar
arasında onun en üstün olduğuna inanırım. Ama düşünüyorum
da: "bizi alıp düşler acununa götüren bir edebiyat da
gerekli değil mi?" diyorum. Bu günün birçok yazarları
sanatın toplumsal görevi üzerinde türlü türlü sözler
söylüyorlar. Okurları düşler acununa alıp götürmek de
edebiyatın toplumdaki görevlerinden biri değil midir? Biz gerçek
içinde yaşıyoruz, duvarlarını yıkıp aşamadığımız bir
gerçek içinde. Onun da güzellikleri var elbette ama pek
alıştığımız için göremiyoruz, tadamıyoruz o güzellikleri.
Edebiyat, sanat bize o güzellikleri sezdirsin. Madame Rachilde'in
(Madam Raşild) "Güneş satıcısı"nı "Le Vendeur
du Soleil" (Lö Vandör dü Soley) bir türlü unutamam, çok
anlattım onu okurlarıma, bir kez daha anlatayım:
Paris'in
bir köprüsü üzerinde bir satıcı, bağırıyor, dil döküyor,
sattığı nesnenin eşsiz güzelliklerini anlatıyor. Başına
toplananlar merakla bekliyorlar: nedir acaba o adamın sattığı? En
sonunda söylüyor: "Size güneş, her gün gözlerinizin önünde
duran, ama sizin bakmadığınız, güzelliğini göremediğiniz
güneşi satıyorum. Bakın; bakın! Sizin bütün hülyalarınızdan
güzel değil mi?" Dinleyenlerin çoğu omuzlarını silkip
gidiyor, ancak bir iki kişi: "Sahi! Ne de güzelmiş!"
diyorlar.
Şairin, hikayecinin o adama benzemeleri gerektir:
Bize gözümüzün önünde duran, ama alışık olduğumuz için
artık farkedemediğimiz güzelliklerini anlatmaları, sezdirmeleri
gerekir. Hayatın yalnız iyi yanlarını söylesinler demek mi
istiyorum? Hayır. Acıları, kötülükleri, çirkinlikleri
söyleyerek de o işi başarabilirler, okurlara yaşamanın güzel
bir şey olduğunu sezdirirler de acılar, kötülükler,
çirkinlikler karşısında irkilmenin kutluluğunu, o yürekler
paralayan mutluluğu duyururlar. Bütün o acıları, kötülükleri,
çirkinlikleri kaldırmaya özendirirler de insan olmanın onurunu
duyururlar onlara.
Yapsınlar bunu şairlerimiz,
hikayecilerimiz, bunu yapmak için de gerçekçi olsunlar. Peki, ama
yalnız bu yeryüzünün, yaşamanın güzelliğini göremeyenlere,
sezemeyenlere midir sanatın yararlığı? Güneşi satan adam
muradına erdi, hepimize güneşin güzelliğini anlattı, bizi
hayatın biteviyeliğinden (monotonluğundan) kurtarabilir mi?...
Bugün düne benziyor, yarın bugüne benzeyecek. Çeşit çeşit
güzellikler var yöremizde, güneş doğuyor, batıyor, yıldızlar
parlıyor, karanlık, soğuk, kasırgalı gecelerin bir de bir tadı
var, çiçekler açıldı, yarın solacak, hepsi ayrı bir duygu
veriyor kişiye... İyi, hepsi iyi ama hep biteviyelik içinde geçen
bu güzellikler bıktırıyor, biteviye olduğu için çirkinleşiyor.
Biz o biteviyelikten kurtulamayacağımızı anlıyoruz da bir
perişanlık duyuyoruz içimizde. Yalnız yaşlılar mı kapılıyor
bu melale?... Bu üzüntüden bizi yalnız hülya kurtarabilir. Ama,
hülyalar kurmak her kişinin elinden gelir mi sanırsınız?
Gerçeğin güzelliklerini sezmek her kişiye vergi değildir de
gerçekten silkinip kendine daha gönlünce bir acun kurmak her
kişiye vergi midir? İyi bir dinleyin kendinizi: Hülyalarınız da
günleriniz gibi, hep birbirine benzemiyor mu? Çevrenizdeki gerçeğin
biteviyeliğinden kurtulamadığınız gibi, hülyalarınızın da
biteviyeliğinden kurtulamıyorsunuz, onlar da sizin için, gerçek
sahibi, birer duvar olmuyor mu? Size yeni yeni hülyalar kurabilmeniz
için yardım edilmesini istemez misiniz?. Toplumda edebiyatın,
sanatın böyle bir görevi de vardır. Gerçekçi sanat... Doğru,
en üstünü belki o. Ama ötekinin, bizi olmayacak şeyler acununa,
düşler acununa sürükleyip götüren, yalanlar söyleyen, masallar
anlatan sanatın gerekliliğini de unutmayalım. Bizi, biteviyelik
içinde sürüp giden hayattan silkindiğimiz sanısı vererek avutan
edebiyatı da büsbütün küçümsemeyelim. Hülyaya çağırıyorum
sizi, o acunda ne güzel şeyler var. Ama ben bir şair, bir hikayeci
değilim ki size onları anlatabileyim.
Fransız
düşünürlerinden Jules Soury'yi (Jül Suri) bir gün yolda
görmüşler; "Bütün masalları çürüttüm, yıktım.
Masalsız kaldım... Bana masal verin, masal verin bana, masalsız
yaşayamıyorum!" diye bağırıyor. Çıldırdı demişler onun
için, belki de çılgınlıktan o gün kurtulmuştur.
Nurullah
ATAÇ