İNSAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNSAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



💧Suyun doğası bir felsefe anlatır..
🏔️Örneğin, dağdan akan suyu düşününüz.....
💧En az direnç gösteren yolu seçer akmak için.
💧Yani önüne bir kaya çıkacak olursa vazgeçmez yolundan ama onunla uğraşmaz, kayayla mücadele etmez, etrafından dolaşıp devam eder akmaya.....
💧Suyun bu doğasından alınan ilhamla şöyle der Sufiler:
“Seninle uğraşan hiç kimseyle uğraşma, eğer uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın. Etrafından dolanıp devam et yoluna.”
🏔️Diyelim ki dağdan akan su önüne çıkan kayanın etrafından dolaşamayacak bir yola denk geldi.....
☝️O zaman ne yapar?
💦Birikip, çoğalıp üstünden aşar.
☝️Yok eğer bu da olmuyorsa,
❣️Sabırla kayayı damla damla delmeye başlar.
🏔️ Kayayı delmeyi başaran suyun kuvveti değildir, tabii ki, damlaların sürekliliğidir ki buna da “sabır” derler.💧💧
😞“Sabretmek” hiçbir şey yapmadan oturmak değildir.....

💦Suyun doğası imkansızın bile başarılabileceğini, bunun için sabırlı ve istikrarlı olduğunu öğretir.
💧Kayayı delen su elbette yine yoluna devam eder.

☝️ “ _Sen su gibi sürekli ak!_
_Her daim yenilen!_
_Her gün yenilen!_
_İki günün aynı olmasın hep ilerle!_
_Dünü dünde bırak yeni şeyler öğren!_ ”
Örneğin, su değişimden hiç korkmaz.....
☝️Ama insanlar değişimi sevdiklerini söyleseler de aslında bundan çok korkarlar.....
*Su*; “değişimi” ne de güzel anlatır.
Bazen yağmur olur,
Bazen kar olur,
🧊Bazen buz olur,
Bazen buhar olur....
💨 Buhar olduğunda çıkar gökyüzüne, yağmur olup, kar olup, yine iner yere.
💦 Ayrıca su uyumludur.
Çay bardağına koyduğunda çay bardağının şeklini alır, kovaya koyduğunda kovanın.🥃
Sürekli bulunduğu yere uyumlanır ama doğası da hiç değişmez....
Her yere her şeye uyum sağlar.....
☝️Unutma ki dünyada her zaman doğaya uyum sağlayanlar hayatta kalır.
☺️Uyum sağlayanlar esnektir çünkü.
Değişime direnenler ise katıdırlar...
🌊 Fırtına en sert en güçlü ağaçları devirir ama esnek fidanlara, otlara hiçbir şey yapamaz.
🌱 O yüzden esnek olanlar, uyum sağlayanlar hayatta kalır.
☺️ Aynı zamanda akışa teslim olur.
Teslimiyet içindedir.
Bu teslimiyet boyun eğmek değildir.
Çünkü bilir ki bütün dereler eninde sonunda büyük denizlere, okyanuslara akar.
Elinden geleni yaptıktan sonra hayatın akışına teslim olmaktır bu. ☝️
💧Su berraktır,
🧊 Şeffaftır.
Olduğu gibidir yani.
Paylaşımcıdır.....
Hep besleyicidir.
İnsanları, hayvanları, doğayı besler. ..
Hayatı başlatandır ve sürekli üretendir....

.
💧Su olan her yerde bitkiler vardır, hayvanlar vardır, insanlar vardır, hayat vardır.🦆


💧 *SU GİBİ AZİZ OL* ” derler.💦
_Su gibi Aziz olmak dileğiyle..
🙏




Kırılganız belki yaşadıklarımızdan
Umursadıklarımızdan,
Unutulduğumuzdan
Değmez insanlar için yas tuttuğumuzdan
Kaderin cilvesine ayak uyduruşumuzdan
İhanetin gölgesinde yattığımızdan
Ve bir zaman sonra her şeyi bırakışımızdan
Yaşamdan bıkışımızdan
Zamandan kaçışımızdan
İnan ki öyle dostum
İnan ki sadece yaşıyoruz
Yaşamak için sadece
Yaşar gibi yapıp
Sonra ölüyoruz…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
11.05.2020
“Bana geldiler yine”






Çizebilseydim, bahar olacaktı yüzün…
Yazabilsem, en uzunu şiirlerin…
Olmadı, beceremedim…
Adını duvarlara yazacak çağım da çoktan geçti benim.
Yasak sevdamın gözaltı tarafı…
Çaresiz,
Seni yüreğimde erittim…
Ama yine de hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi,
Hoş geldin!…

'Ağır ağır çıkılan bir merdiven' yok…
Eskittiğin yıllardan değil,
Sızlayınca yüreğin, anlıyorsun: yine gecikmişsin…
Sen, yeni yeni öğreniyorsun sevmeyi,
Bense çoktan düşürmüşüm aklıma ölümü…
Gönlün bedene baş kaldırdığı yerdeyim…
Ama yine de hoş geldin
Eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin…!

Ben bir bu dağları eskitemedim,
Bir de sana düşmüş yüreğimi…
Gittiğim yolları hiç hesaba katma!
Düşünü görmediğim uykular zaten haram…
Gökyüzünü boyayacak zaman da kalmadı…
Haydi sar kollarını…
'Ayrılık' diyeceğim,
Dilim varmıyor…
Daha yeni söylemiştim;
Hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin.

Deniz tuzunu saklıyor
Çizdiğim beyazlarda
Karlar çürüdü
Suyumuz ekşi,
Gönlümüz kırık…
Sevip de kaçanların hiç biri, yüzyıllardır yakalanamadı.
Firarinin umudu tükenmiyor,
Yaşamadan bitmiyor kör olası…
Ama yine de hoş geldin eskimeyen yüzümün yeni gülümseyişi
Hoş geldin!…

Bir tarafımızı Eylül'de budamışlardı
Kalanı, sevdana kurban…
İçtiğim içkiye seni düşürdüm,
Bu akşam gözlerimi
Küllükte söndürdüm.
Hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin!…

Korkunun bittiği yere yazdım adını,
Dağların en kuytu yerine…
Sonsuzluk değildi beklediğimiz,
Bir parça 'mutluluk' diye diretmiştik.
Çok mu geldi bilmem ki tanrının gözüne…
Ama yine de hoş geldin eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi!…

Eskidi saatler,
Zamanı geldi,
Yeniden düşmeliyim yollara…
Geceler sırtımda, 
Cebimde sevdalarım
Yardan öte söyleyecek sözüm vardı benim…
Düşlere saklamalı şimdi yari, uyanmamacasına!
Yükselmeli ateşim
Kanamalı sıkmaktan avuç içlerim
Terleyip atmalıyım içimden seni
Kimseler bilmemişti, görmemişti gelişini,
Benden gidişindeki gibi… 
Ama yine de hoş geldin. 
Eskiyen yüzümün yeni gülümseyişi, hoş geldin!…

Tayfun TALİPOĞLU




Bir ramazan ayını daha karşılıyoruz… Sabır, merhamet, hoşgörü, açın halinden anlama, birlik-beraberlik, vatan-millet, dini, dünyevi … vs bütün duyguları içinde barındıran bu kutsal ayımızda Yüce Rabbim, bizleri bu ayın hürmetine merhametiyle, hoşgörüsüyle ve tartışılmaz büyüklüğü ile ruhlarımıza yaysın, edilen dualarda buluşturup dualarımızı kabul edilenlerden eylesin inşallah.  

Ve diyorum ki;
Mübarek Ramazan ayı, eski günlerde ki değil elbette. Çünkü değişti her bir şeyimiz. Eskisi gibi ne komşuluk, ne akrabalık, ne de küçük büyük ilişkilerimiz kaldı. Dost elinden mahrum, düşman sözüne maruz kaldık. Hatırlıyorum da,  sizinde “ahh ahhhh “ dediğinizi duyacağımız “nerede o eski ramazanlar” sözü kulaktan kulağa yayılacak yine. Eski tatların kalmadığı, eski tadımızın kalmadığı, çoğunluğumuzun mutluluğu kaçırdığı bir dönemde, ne mutlu olabiliyor, ne de yaşadığımız zamandan keyif alabiliyoruz.  Ahh ahh nerede o eski ramazanlar. Artık söyleyebiliyorum bu sözü çünkü benim de yaşım erişti çoktan. Eskiden komşuluk dediğimiz ilişkilerimiz vardı. Sende yok olanı sana yaratan, en dar anında akrabandan önce yardımına koşan. Kimisiyle öyleydik ki sanki aynı ana babadan olma, gecesi gündüzü bir, aynı kaptan yemeğini paylaşan. Acısı acım dediğimiz, sevincine ortak olduğumuz, ölüsünde dertlendiğimiz, düğününde oynadığımız. Çocuğumuzu gözümüz arkada kalmadan teslim edebildiğimiz… Güzel insanlar vardı bir zamanlar, güzellikleri doya doya paylaştığımız. On basamak yukarıda, bir bina ötede, bazen yan yana, bazen de arka mahallede.  Güzel insanlar, güzel zamanlar, geçmiş yıllar var ardımızda kalan. Ve şimdilerde sadece bizden önceki büyüklerimizin özlemle anlattığı o razamanlar….
Rabbim bizleri bir Ramazan ayına daha erdirdi. Diliyorum ki bu ayda, ülkemiz adına, dünya adına, kısacası insanlık adına güzel şeyler olsun ve mutfağımız bereketli,  ağzımızın tadı yerinde, hoşgörü içerisinde idrak edip geçireceğimiz ve ardından şeker tadında bir bayrama erişmeyi nasip eylesin bizlere…

“Oruçlunun uykusu ibadettir. Susması tesbihtir, amelleri misliyle kabul edilir, duası makbuldür, günahı affedilir” buyuruyor Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz.

Herkese Hayırlı Ramazanlar Dileğiyle,
Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL



insanlarda tek sıcak kanun
üzümden şarap yapmaları
kömürden ateş yapmaları
öpücüklerden insan yapmalarıdır

insanlarda tek zorlu kanun
savaşlarda yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları
ölüme karşı yaşamalarıdır

insanlarda tek güzel kanun
suyu ışık yapmaları
düşü gerçek yapmaları
düşmanı kardeş yapmalarıdır

hep var olan kanunlardır bunlar
bir çocuğun tâ yüreğinden başlar
yayılır, genişler, uzar gider
tâ akla kadar

Paul ELUARD


Ayrılık ne biliyor musun? 
...Ne araya yolların girmesi, 
ne kapanan kapılar, 
ne yıldız kayması gecede, 
ne ceplerde tren tarifesi, 
ne de turna katarı gökte.

İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık!
İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, 
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. 
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, 
duvarlara dalıp dalıp gitmesi. 
Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık. 
Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin. 
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. 
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya. 
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı, 
hüznün arması ayrılık.

O küçük ölüm!
Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.
Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı. 
Ben bulutları gösterirken, 
“bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış, 
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı” 
türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş, 
Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip, 
“bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ” 
diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan.

Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını, 
bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu. 
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. 
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında....

Ne mi yapacağım bundan sonra?
Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce. 
Şiir yazmayacağım bir süre, 
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye. 
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim. 
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim. 
Falcı kadınlara inanmayacağım artık. 
Trafik polislerine adres sormayacağım, 
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye....

Ne yapacağımı sanıyorsun ki?
Tenin tenime bu kadar sinmişken, 
ömrüm azala azala önümden akarken, 
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.. 
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, 
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.

Şükrü ERBAŞ
Bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır.Kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir.
Canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar.
Köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir. Kurt adamın
önüne çöker ve yalvarmaya başlar:

'Ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak
nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen
biraz sonra yakalayıp öldürecekler.'

Köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. Çuvalın ağzını bağlar, sırtına
vurur ve yürümeye devam eder. Birkaç dakika sonra
da avcılara rastlar. Avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp
görmediğini sorarlar, köylü 'görmedim' der ve
avcılar uzaklaşır. Avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan
sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu
dışar salar.

'Çok teşekkür ederim' der kurt, 'Bana büyük bir
iyilik yaptın' 'Önemli değil' der köylü ve tarlasına gitmek üzere
yürümeye baslar.
'Bir dakika' diye seslenir
kurt: Çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım,kuvvetimi toplamam için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok. Köylü şaşırır: 'Olur mu, ben senin hayatını kurtardım.'
'Yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan
bir şey yoktur' der kurt.

'Ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım.'

Bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk
üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar
verirler.

Karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar. ' Ne vefası ' der kısrak,
'Ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum,gezdirdim. Ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni
böylece kapıya kovdu...

Bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe
rastlarlar. 'Ben hizmetin değerini bilen bir efendi
görmedim' der köpek, ' Yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime koyunlarını korurum,yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur...'

Kurt köylüye döner, 'ışte gördün' der. Köylü deson bir çabayla 'Ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni
ye' diye cevap verir.

Bu kez karşılarına bir tilki çıkar. Başlarından geçenleri,tartışmalarını anlatırlar. Tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.
'Her şeyi anladım da' der tilki 'Bu küçücük torbaya sen nasıl
sığdın?' Kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar:
'Gözümle görmeden inanmam...'
İşin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki
köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar.
Köylü eline bir taş alır ve 'Beni yemeye kalktın ha nankör yaratık' diyere torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar.

Sonra tilkiye döner,
'Sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın'
der. Tilki de 'Benim için bir zevkti' diye cevap
verir. O an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır,
bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden
elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür. Sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:
'Haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey
yokmuş...'


"Korkunç bir düşmanım var, dedi bana. Bak, nerede olsa benim kadar kuvvetli, benim kadar dikkatli, benim kadar canlı, kendini gösteriyor. Durmadan beni gözetliyor; şöyle bir toparlanayım desem hemen karşıma dikiliyor. Gözüme uyku girmez oldu; ama onunda uyudugu yok. Benim kadar sakin,benim kadar azimli.Hücum etmesini bekliyorum ama benimde artık tehammülüm kalmadı: ona bu üstünlügü bırakmayacagım; kolumu kaldırıyorum;bak tam zamanıymış, o da kolunu kaldırdı.öyle zannediyorum ki, ben ne düşünsem, o da aynı zamanda aynı şeyi düşünüyor. Benden korkuyor, bunu açıkça görüyorum; korkunun ne oldugunu bildigim için de, benden nefret ettigini anlıyorum. Kendimi müdafa etmek için tasarladıgım herşeyi o da tasarlıyor; yayılmak ,açılmak istedim mi, bu da kendimi korumam için bir çaredir. O da aynı şeyi yapmak istiyor. Bir benzerim oldugunu biliyordum zaten; ama kavgalı oldugumuzdan beri bunu daha iyi hissediyorum. İnsanoglu benzerlerini sevebilir mi? Ondan korkmak, çekinmek daha akıllı uslu bir hareket olmaz mı? Beni çeken herşey onuda çekmez mi? Vaktiyle bana aynı şeyleri düşünenler arasında anlaşma oldugunu söylemişlerdi. Ama düşüncelerimiz eger isteklerimizse, daha dogrusu ihtiyaçlarımızsa,aynı şeyleri düşündügümüz takdirde ortaya bir kavga mevzuu çıkmaz mı? Ey düşman kardeşim,bana acı hakikatler ögrettin. Şu anda bile onları teyit ediyorsun. Takındıgın tavırdan, duruşundan, bıkkınlık gösteren hareketlerinden, evet, hem bıkkınlık gösteren hem tehdit eden hareketlerinden,bunu böyle oldugunu anlıyorum. Elvada kardeşlik." İnsanoglu yine insanoglunu gösterek bana bunları söyledi." Ama, dedim ona, bu senin gölgen."
 Mayıs 1927

Emile-Auguste Chartier Alain






“Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir.
Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur.
...
İnsan kendine olan güveni kadar genç,
Kuşkusu kadar yaşlı,
Cesareti kadar genç,
Korkuları kadar yaşlı,
Umudu kadar genç,
Bezginliği kadar yaşlıdır.

Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz.
İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.

Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.

İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar,
Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.

İnsan,
yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”....

Alıntı  


Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?
Gelincik yapraklı metafizik nerede?
Sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
Kuşlar nerede hani?

Her şeyi anlatayım.

Kent dışında yaşardım,
Madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.

Görülürdü oradan
kurumuş yüzü Kastilya'nın
meşin bir okyanus gibi.
Evime
çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
Hatırladın mı, Raul?
Rafael, hatırladın mı?
Hatırladın mı, Federico?
yerin altında,
hatırladın mı, balkonlarında o evin
Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
Kardeşim, kardeşim!

Her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle Argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.

Bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
Haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.

Çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüzyüze gelince bunlarla
kanını gördüm İspanya'nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!

Hain
generaller:
ölü evimi görün,
bakın paramparça İspanya'ya:
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan İspanya'nın
İspanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.

Soracaksınız: Şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?


Gelin görün kanı sokaklardaki.
Gelin görün
kanı sokaklardaki.
Gelin görün kanı
sokaklardaki.

Pablo NERUDA

Çeviren : Ülkü TAMER





Bir insanı tanımak istiyorsanız.

İnsanları tanımak bir sanattır.

Bir insanı tanımak istiyorsanız, onu dinleyin kafanızdaki tüm sesleri susturun ve açık yüreklilikle karşınızdakini dinleyin bırakın, o dakika karşınızdaki insana ait olsun.
Bir insanı tanımak istiyorsanız diline, tarzına dikkat edin. İnsanın dili ve tarzı bilgi ve bilinç seviyesi ile ilgilidir. Bilgi ve bilinç seviyesi ise okuması ile ilgilidir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, bir dakikalığına iyi bir insan olma çabanızı unutun, kendi yaşamınızdan örnekler vererek kişiyi anladığınızı gösterme çabanızı bırakın, onun dakikalarını çalmadan, o insana zaman ayırın. Çünkü bir dakikalığına hiç bir şey düşünmeyen, fikri olmayan, tecrübesi olmayan bir insan oluverin ve karşınızdakini bütün dikkatinizle dinleyin.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; bazen de hiç konuşmayın. Sadece tanımak istediğiniz kişi ile zamanı paylaşın, sessizliği yaşayın. Konuşma zorunluluğundan kurtarın kendinizi. Bir insanı tanımak için onu sessizken dinlemeyi de öğrenmek gerekir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; kendiniz olun, tıpkı hiç kimse olmadığı zaman olduğunuz gibi ve sözcüklerin, seslerin, görüntülerin ötesinde konuşun, hissedin. İşte o zaman karşınızdaki insan size güvenebileceğini hissedecektir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, önce gerçekten o insanı tanımayı istemekle başlayın. O sizi konuşmadan anlayacaktır tıpkı sizin anladığınız gibi..
Bir insanı tanımak istiyorsanız, Bir insanın eşyalarla ilişkilerine bakarak o insan hakkında çok şey fark edebilirsiniz. Evinde çok fazla eşyası olan biri, uzun süre zemin değiştirememiş, olduğu zemindeki farkındalığı onun bir üst zemine geçmesi için yeterli olamamış demektir. Ya da bir diğer bakış açısıyla bu zemindeki konfor alanı o kadar büyüktür ki, terk etmekte zorlanıyordur.
Bir insanı tanımak istiyorsan ona; yaşını, doğduğu yeri, bitirdiği okulları, memleketini değil hayallerini sor. Çünkü, bir insanı tanımak istiyorsanız, borç verin ve onu büyük bir mevkie getiriniz.
Bir insanı tanımak istiyorsanız onunla seyahat edin ya da yemek ye derler. İstedikleri olmadığında takındığı tutum da çok şey gösterir bana göre. Özellikle de menfaati varsa bir kişi, doğasında olmasa bile çok tatlı bir maske takabilir, eğer yol yordam öğrenmişse.
O yüzden;
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

Alıntıdır.





Önemlidir ve çok şeydir; bir zamanlar sana açtığı ufuklar, verdiği emekler, içindeki heves, aldığı her nefes, seni çok sevmiş olması, onu çok sevmiş olman.

Ama ”iş”te de, “aşk”ta da, “düş”te de “şu an”dır, “bir zamanlar”dan daha önemli olan.

Yaşamsal hatadır – bunu “vefa”yla karıştırıp, “şu an”a razı olman, yarını anılarda araman.

Aksi iddia edilse de, öyle inanman istense de; bir tek sana aittir yaşam bisikletin.

Enerjisini, pedalına bastıkça elektrik üreten şarj dinamosundan alır kalbin.

Bisikletine aldığın yol dostun, sana pedallara hevesle bastırdıkça, yükünü paylaşıp yol göstermek, yolunu açık etmek için yanıp tutuştukça anlamlıdır.

Yokuşu birlikte tırmanmak da, kanatlarının altındaki rüzgarla birlikte süzülmek de, büyük ödülün tadını paylaşmak da, birlikte sarf edilen emekle güzeldir.

Ne çekerse anılarından çeker insan.

Emek artık esirgendiğinde, niyet tükendiğinde, arkandaki - kucağındaki ağır bir bohçaya dönüştüğünde, yağmur damlaları sadece senin başına düştüğünde, bir tek frene basmadiğı kaldığında, hatta onu bile yaptığında ve artık sana da, ona da yazık olmaya başladığında; “bir motosiklet bulması”nı dileyerek yola tek başına devam etmendir uygun olan.

** ** **

Vefa” başka bir şeydir.

Vefa; elinden geldiğince – artık elinden gelmese bile – yüküne, emeğine ortak olabilmek için hala yanıp tutuşana sahip çıkmaktır.

Niyeti değil - gücü tükenmiş yol dostunu seve seve sırtında taşımak, tıkandığın, tükendiğin yerde inip bisikletinden bir ağacın dibinde birlikte yatmaktır...
Düş Hekimi Yalçın ERGİR





Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı.
- Üşüdün, dedim.
Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp oğaladım.
- Neden böyle oldun, dedim.
Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı.
- Olurum bazı bazı böyle, dedi.
- Bir yere girelim, dedim.
- Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.
- İçelim, dedim.
- Öleceksin be, dedi.
- Öleceğim dedim.

Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.

- Senin suratın bitkin, dedi.
- Bitkin dedim.

Fıstık yedi, bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağıma bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu.

- Çok ihtiyarladın sen, dedi.
- İhtiyarladım, dedim.

Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.
- Boşver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak yakası kürklü pardesüsünü çıkardı.
Pardesüsünün yakası kürklü, pardesüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: 'E ne olacak yani?' dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle.
- Seni bir daha göremeyecek miyim? Dedim.
Kızdı.
- O benim bileceğim şey, dedi.
İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim şey" ne mânaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mâna veremedi.
Daha iki gün geçmemişti. Biz hâla birahanede idik. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım.

- Hadi kalk, gidelim, dedi.
- Nereye? Dedim.
- Maça, dedi.
- Maça mı? Dedim. Bu vakit maç olur mu?
- Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi.
- Burada olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı.

Bir aralık yanıma geldi.

- Sen oynuyor musun? Dedim.
- Kör müsün? Dedi.
- E ben ne yapıyorum.
- Sen de oynuyorsun, dedi.
- Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum?
- Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.
- Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.
- Ha, sâhi! Dedim.

Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeğe. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.
Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.

- Maç bitti, dedi.
- İyi ya, dedim. Kim kazandı?
- Ötekelir! Dedi.
- İşte bu olmadı. Dedim.
- Sen kim kazansın istiyorsun? Dedi.
- Bizimkiler, dedim.
- Bizimkiler kim
- Siz.
- Biz mi? Dedi. Bizim kazanmamızı mi istiyordun?
- Öyle ya, tabii, dedim.
- Neden? Dedi.
- Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?
- Bizim tarafta var mıydı?
- Sen vardın ya; dedim.
- Budala dedi, ben de yoktum.
- Ben seni gördüm, dedim.
- Ne oynuyordum?
- Bek!
- Sâhi görmüşsün, dedi.
- Birisi seni düşürdü, dedim.
- Düşürdü, dedi.
- Topallıyorsun, dedim.
- Topallıyorum, dedi, sana ne?
- Hiç , bana hiç, dedim.

İçim burkuldu.
Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:
- Panco, Panco!
Hiçbir cevap alamadım.
Birisi karanlıkta adımı çağırdı.
- İshak, İshak, dedi.
Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdın bir haber alırım diye:

- Ne var yahu? Dedim.
- İshak, İshak, dedi yine ses.
- Ne var yahu, ne var? Burdayım!
- Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! Dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Mânasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında kelimelerini binlerce kere duyduğum, mânalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyordum.

Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.
- Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.
Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu bir balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili gibi idi.
Kendimi göstermemeğe çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum.
Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeğe. Kalabalığın içinde pardesülü, kırk yaşlarında bir adam:
- Yeme tırnağını, diye bağırdı.
Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu.
Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardesüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi.

- Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım.
Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Halâ çocukluğunun genç kızı gibi idi. Gülümseyerek selâm verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.

Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olmuştu.
- Ellerim büyüyor, derdim.
Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.
Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman Yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.
- Panco, Panco diye haykırdım içimden.
Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardesüsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum.
Yakasından tutmak geçti aklımdın. Maça gidelim, diyecektim.
Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin?
O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?
Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.
Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardesüsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacı bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara olmasalardı. Donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki.
Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur? Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış.
Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! sinemadaydık sâhi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.
Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik.
O kürklü pardesüsünü çıkarmamıştı. Kürk hala serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu. Onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinden kazanmıştım. Altına para kordum.

- Gemici paranı verdi mi?
- Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
- Gemiciye eyvallah!

Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.
Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar.
Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birbenbire onun ayak sesleri, Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.
Çıkmalı. Buradan çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamalı. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum.
- Hırsız var! Hırsız var!
Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısın açıyordum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru.
Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor.
- Sus, sus diyorum.
Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyorum.
- Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.
Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâla uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardesü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok, her yer kapanmış.

O hâla uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor.

Sait Faik ABASIYANIK