ANI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


On üç yaşındaydım. Ortaokula gidiyordum. Babam öleli iki yıl olmuştu. Yoksul düşmüştük. Annem terzilik yapıyordu, zar zor geçiniyorduk. Büyük bir evin iki odasında oturuyorduk. Kitaplarımın çoğu noksandı, okul çantam bile yoktu..
Bayram geldi. Annem ne yaptı etti, bana bir ayakkabı aldı. Bir pantolonla bir gömlek dikti. Sabah erkenden kalkıp giyindim. Bir gün önceden sözleşmiştik, iki arkadaşım beni evden alacaklar, birlikte bayram yerine gidecektik. Atlı karıncaya, kiralık bisikletlere binecektik, tatlıcıda tatlı yiyecektik. Belki sinemaya da gidecektik...
Annemden para istedim. "Paramız yok oğlum," dedi. Çılgına dönmüştüm, arkadaşlarım neredeyse geleceklerdi. Onlara ne diyebilirdim? Parasız olduğumuzu, bu yüzden bayram yerine gidemeyeceğimi söyleyemezdim ya…
Hırçınlaşmıştım, üstümdekileri çıkarıp duvarlara atmaya başladım.
Beni üzgün üzgün seyreden annem, o zaman dolaptan çantasını çıkardı, para aradı. Bula bula bir lira buldu. Kadıncağızın bir lirası kalmıştı yalnız, bütün parası oydu. O bir lirayı bana uzattı: "Haydi giyin," dedi, "Bir lira yetmez mi?" Bir lira o zaman büyük paraydı...
Oraya buraya attığım elbiselerimi ayakkabılarımı topladım. Yeniden giyindim, paramı cebime koyup arkadaşlarımı beklemeye başladım. Geldiler. Biraz oturdular. Annem onlara şeker ikram etti, ikisini de okşadı, öptü. Sonra: "Haydi artık gidin!" dedi. "Güzel güzel eğlenin!"
Sokağa çıktık. Çok neşeliydim, kabıma sığamıyordum. Fakat köşeyi dönerken evimize baktım, annem pencereden uzanmış, gülümseyerek bana el sallıyordu. O zaman içimden bir ağlamadır geldi, gözlerim dolu dolu oldu. Tıkanıyordum.
Ağladığımı belli etmemeye çalışarak arkadaşlarıma: "Ben gelmeyeceğim" dedim. Neden olduğunu anlamadılar. Biri: "Paran yok ondan gelmiyorsun." dedi, alay ederek. Elimi cebime attım ve bir lirayı çıkarıp gösterdim: "İşte para!" dedim.
Beni orada bırakıp gittiler. Sokaklara gelişi güzel dalarak bir süre sersem sersem dolaştım. Kimseye göstermeden doya doya ağladım, sonra gözlerimi sildim,elimden geldiği kadar neşeli olmaya çalışarak eve döndüm...
Annem beni görünce: "Neden döndün?" diye sordu. "Canım istemedi" dedim ve cebimden bir lirayı çıkarıp anneme uzattım. Zavallı kadıncağız, çok şaşırdı, parayı elimden alıp masanın üstüne koydu. Sonra beni kucakladı, göğsüne bastırdı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı...
Ben ağlamıyordum artık. Sokakta doya doya ağlamıştım. Annemin yüzünü öptüm, ağlamamasını söyledim. (Susar, dalar, düşünür) Artık üzüntülü değildim. Bayram yerine gidemediği için üzülmek benim gibi koca bir çocuğa, bir ortaokul öğrencisine yakışmazdı.
Olgun bir adam olmuştum birdenbire."
☆☆
Melih Cevdet ANDAY

 


Ne kadar da mutluymuşuz meğerse.. Küçükken, anne babamız bizimleyken, oyuncaklarımızla oynarken, bir odanın içine kurulmuş sobanın etrafında ısınırken. Sabahları kızarmış ekmek kokusunu içimize çekerken. Buğulanan pencerelere kalpler çizerken. Kar yağdığı için delice sevinip kardan adam yapma telaşı içine girerken. Konu komşu kapı önlerinde oturup çekirdek çitlerken, gelen geçen herkese selam verirken, yaz geldiğinde memlekete gideceğiz diye sevinirken. Sevindiğimiz bunca şey ve daha fazlası var iken… Ne kadar da mutluymuşuz meğerse…

Şimdi elimizde mutluluktan arta kalanlarla idare etmek düşmüşken payımıza, her geçen gün yaşadığımız günün özetini bile çıkartamıyoruz yorgunluktan. Eve gidiş geliş saatlerimiz, işte geçen yorucu zamanlar, insanlara anlatamadıklarınız ya da anlamak istemeyen insanlara söylenecek onca söz var iken,  aslında bizi yoran bu sıkıcı, mutsuz ve renksiz hayatı yaşamak zorundayken…Zaman bizden ne çok şey alıp da götürmüş meğerse. 

Eskiye dönmenin mümkün olmadığı, duyulan özlemin tarifinin ise imkansız olduğu, hatıralarla avunmak zorunda kaldığımız, siyah beyaz fotoğraflarla avunduğumuz, çocukluğumuz, gençliğimiz, geçmişimiz… Bizi bırakmayan bir ton anının etrafında biriktirdiğimiz hikayelerimiz.. Hepsi bizim, hepsi özel.. Şiir tadında öykü kıvamında anlatmaya değer biriktirdiklerimiz… Bir daha dönüşü olmayan yolculuğumuzun herhangi bir yerinde, bir evresinde yanımızda olanlar, çomak sokanlar, gıybet edenler, sevenler, sevmeyenler sevdiğini söyleyip de sırtımızdan vuranlar, iyi günde yanımızda olup da kötü günümüzde sormayanlar…. Hepsi geçmişte kaldı diyerek önümüze baktığımız, yolumuza çıkan engelleri tek tek yıktığımız, olmaz dediklerini olur yaptığımız, kısacası hayatın tüm zorluklarına meydan okuduğumuz bu hayat bizim… Acısı tatlısıyla, hüznü ve sevinciyle, tüm yaşanmışlıklarıyla sadece bizim. Biz bu hayatın içinde bir bireyiz, toplumun bir değeriyiz, insanız, canız… Her şeye ve herkese rağmen yaşamaktayız. Nefes almaya devam ettiğimiz müddetçe, heybemizde biriken ve biriktirmeye devam ettiğimiz hikayelerimizle, anılarımızla, sevdiklerimizle ve sevmeyenlere rağmen yaşamaya inat etmekteyiz ve edeceğiz de. Çünkü yaşamak, her şeye ve herkese rağmen güzel yine de. Sağlığımız yerinde ise, sevdiklerimiz bizimleyse, gidecek bir işimiz var ise, şükretmeyi biliyorsak bir de. Yaşamak lazım azizim, yaşamak… Zamanında ve yerinde….

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2019 Aralık


1923 Mart'ının 15. günü,

Gazi'nin mahşeri bir kalabalık içinde ve Adana İstasyonu'ndan kente doğru iki taraflı uzanan yoğun insan seddi arasından, yaya olarak, alkışlar ve coşkun sevinç gösterileriyle ilerleyişi ardından, o olağan üstü anlatımıyla sözü İsmail Habib Sevük'e bırakalım:

"...Yolun ortalarına geldiğimiz zaman, birdenbire sahne değişti. Matem simgesi gibi baştan aşağı siyahlara bürünmüş bir küme kadın içinden, iki levha taşıyan ikişerden dört kız, birdenbire yolun ortasına dikildi. Bu iki levhada Antakya ile İskenderun'un isimleri vardı ve levhalar Büyük Kurtarıcı'ya kendilerinin de kurtarılmasını söylüyordu.

...İki levha taşıyan dört kızın önüne başka bir kız geldi. 18 yaşlarında sevimli bir kız, söylev veriyor. Elinde kağıt yok, dilinde sürçme yok, tavrında yapmacık yok, ruhtan gelen ve ruhlara giden nutku dinliyoruz.
Beş dakikalık bir söylev; fakat bu bir söylev değil, söz şekline girmiş bir hıçkırıktı. Söylemiyor, inliyor. Bu Antakyalı çocuk bir kız değil, vatandan ayrı kalan o beldelerin dile gelmiş bir ruhu, o beldelerin ağlayan ve ağlatan maneviyatıydı.
Büyük Kurtarıcı'ya "kurtar" diye yalvaran kız susmuştu. Şimdi bütün gözler Kurtarıcı'ya dikildi. Ne diyecek diye bekliyoruz. Onun gözleri de nemli miydi, bize mi öyle geldi, bilmiyorum; yağmurla yıkanmış güneşli birer gök parçası maviliğiyle ışıldayan gözlerini bir an göğe dikti; söyleyeceği sözü gözleriyle gökten avlamış gibiydi. İnsana o an gökten iniyor hissini veren bir tonla tane tane şunları söyledi:

"Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz." 



Önemlidir ve çok şeydir; bir zamanlar sana açtığı ufuklar, verdiği emekler, içindeki heves, aldığı her nefes, seni çok sevmiş olması, onu çok sevmiş olman.

Ama ”iş”te de, “aşk”ta da, “düş”te de “şu an”dır, “bir zamanlar”dan daha önemli olan.

Yaşamsal hatadır – bunu “vefa”yla karıştırıp, “şu an”a razı olman, yarını anılarda araman.

Aksi iddia edilse de, öyle inanman istense de; bir tek sana aittir yaşam bisikletin.

Enerjisini, pedalına bastıkça elektrik üreten şarj dinamosundan alır kalbin.

Bisikletine aldığın yol dostun, sana pedallara hevesle bastırdıkça, yükünü paylaşıp yol göstermek, yolunu açık etmek için yanıp tutuştukça anlamlıdır.

Yokuşu birlikte tırmanmak da, kanatlarının altındaki rüzgarla birlikte süzülmek de, büyük ödülün tadını paylaşmak da, birlikte sarf edilen emekle güzeldir.

Ne çekerse anılarından çeker insan.

Emek artık esirgendiğinde, niyet tükendiğinde, arkandaki - kucağındaki ağır bir bohçaya dönüştüğünde, yağmur damlaları sadece senin başına düştüğünde, bir tek frene basmadiğı kaldığında, hatta onu bile yaptığında ve artık sana da, ona da yazık olmaya başladığında; “bir motosiklet bulması”nı dileyerek yola tek başına devam etmendir uygun olan.

** ** **

Vefa” başka bir şeydir.

Vefa; elinden geldiğince – artık elinden gelmese bile – yüküne, emeğine ortak olabilmek için hala yanıp tutuşana sahip çıkmaktır.

Niyeti değil - gücü tükenmiş yol dostunu seve seve sırtında taşımak, tıkandığın, tükendiğin yerde inip bisikletinden bir ağacın dibinde birlikte yatmaktır...
Düş Hekimi Yalçın ERGİR




SANATÇI OLMAYI BİRİLERİNE YALAKA OLMAKLA KARIŞTIRANLAR İÇİN
MİNİK BİR HİKAYE



Seksenli yıllar, Berlin Olimpiyat Stadyumu...

Alman gençler doldurmuş stadı.
Çünkü 20. yüzyılın en önemli filozof-sanatçılarından Frank Zappa konser verecek.
Ama bir sorun var: konser saati gelmiş olmasına rağmen sanatçı ortada yok.

Yarım saat, bir saat geçiyor, yok yok yok...

Tam iki saat sonra teşrif ediyor nihayet ağır adımlarla sahneye ...
Çıkıyor, mikrofonun önünde durup seyirciye bakıyor.

Sonra eliyle bir Nazi selamı çakıveriyor birden:

"Heil Hitler!"

Stadyumda ölüm sessizliği... Berlinliler şaşkın... Yavaş yavaş bir homurtu yükselmeye başlıyor.

Sahnedeki adamsa hiç oralı değil.
Tekrar çakıyor Nazi selamını.

"Heil Hitler!"

Seyircilerin küçük bir kısmı, aynı şekilde bağırarak cevap veriyor ona.

Ama sanatçı hala memnuniyetsiz.

Daha sert bir Nazi selamı veriyor ve bağırıyor avazı çıktığı kadar:

"Heil Hitler!"

Bu sefer seyirci hazırlıklı... Stadyumun yarıya yakını sahnedeki adamın söylediği şeyi bir ağızdan tekrarlıyor.
Ne var ki tatmin olmuyor Frank Zappa...
Karşısındaki binlerce kişiye ters ters baktıktan sonra yine veriyor o selamı, yine bağırıyor.

"Heil Hitler!"

Kitle artık ne yapması gerektiğini anlamış durumda. bir ağızdan;

"Heil Hitler!" diye cevap veriyorlar,
bütün stadyumu inleterek...

Bir sessizlik oluyor.

Kısa ama gergin bir sessizlik.

Frank Zappa'nın sözleri bozuyor sessizliği:

"Ey Almanlar, gördüğüm kadarıyla siz hala akıllanmamışsınız.

Yok size konser monser!"

Dönüyor arkasını ve çekip gidiyor sahneden....




Her gelen bayram ile birlikte anacağımız ne kadar çok şey; aradığımız ne çok insan oluyor. Ne garip öyle değil mi ? Aslında garip olan bir şey yok… Kaybettiğimiz her insan bir anıya dönüşüyor, özleniyor, gelmeyeceğini bile bile bekleniyor. Küçüklüğümüzde çok da idrak edemediğimiz bayram coşkusu sadece alınan bayramlık elbise, ayakkabı ve toplanan harçlıklarla sınırlıyken ilerleyen yaşlarda ne alınan bir elbisenin ne de bir ayakkabının geride bıraktığımız hiçbir anıdan daha önemli olmadığını gösteriyor bizlere… Kimilerine göre bayram tüm coşkusuyla yaşanmaya devam ederken kimileri de bayram gelmiş neyime deyip dertleniyor ve yalnızlığının verdiği acının sesiyle kederleniyor iyice. Bayram gelmiş neyime babam gitmiş bir kere… Babam gittiğinden beri geçirdiğimiz hiçbir bayram tat vermiyor bana. Mümkünse kendimi eve kapatmak, kimsenin de gelmesini istememek gibi bir ruh haline bürünmüş vaziyette geçip gitsin istiyorum bu bayramda sessizce. Oysa ki üç sene öncesine kadar ne kadar da keyifliydi bayramlar, ne kadar da mutluluk verici. Sabahın körlük vaktinde annemin bizi kaldırıp ev işini yaptırması, kardeşimin yataktan kalkmamak için verdiği mücadele ve babamın bizim tarafımızdan elini öpmek için beklemesi, annemin mutfaktaki telaşı… güzel şeylerdi velhasıl yine de güzel olabilir ama bir eksik varken arada öncekiler kadar değil. 
Mutfaktan gelen taze çayın kokusu birdenbire çocukluğumda memlekette geçirdiğimiz bayramlara götürdü beni. Anneannemin iki katlı bahçe içindeki evinde, kuzinenin üstünde demlenmiş taze çayın kokusu… Sıcak, huzurlu, sevgi dolu bayramlardı her biride. Hey gidi günler dedirten cinsten hem de. Teyzemler, dayımlar, biz ve bir de anneannem. Toplamda bir evin içinde 17 kişi.Sabah ezanı ile uyanmalar, biz çocukları yataklarından kaldırıp başka bir odaya almalar, herkesin evde iş paylaşımı yapması , anneannemin mutfakta hazırlanmaları… biten işin ardından “haydi uyanın çocuklar, kalkın, kahvaltı hazır” sesleri, yüzümüze vuran güneş, evin şeker mi şeker kedileri… Bahçedeki köpeğimiz. Ve tam kahvaltıya başlanacakken konu komşunun birer ikişer bayramlaşmak için gelme fasılları... kapı kapı dolaşıp şeker ve harçlık kapmaya çalışan çocuklar… Ardından fırsat bulup cümbür cemaat yapılan ev ziyaretleri… Şimdi hepsi de birer anı olarak yaşıyor yüreğimde ve ömrümce silinmeyecek hiçbir şekilde. O günlere duyulan özlem, o sıcaklık, o huzur, o sevgi dolu ev… mazide kalan hoş bir seda gibi her geçen gün tazelenerek devam edecek anılarımla birlikte. Ama yine de kalanlarla birlikte mutluluğu yakalamak ve bugünlere sağlıklı bir şekilde ulaştığımız için Yaradan’a şükretmek, hiçbir anısı olmayanı bile düşünerek kendi adımıza mutlu olmamızı sağlıyor en nihayetinde. Ve bayramlara en büyük anlam katan mezar ziyaretleri, okunacak olan Yasin’ler, Tebareke’ler, Amme’ler ve daha nice dualar ise bayramları bayram yapan en büyük özellik değil mi sizce de  Bir yerde okumuştum. Kaybettiğimiz yakınlarımız bizler hakkında belli bir dereceye kadar çoğu şeyden haberdar edilirlermiş ve kaldı ki onlarda bizim gelmemizi beklerlermiş. Ayak sesimizden kim olduğumuzu tanırlar ve ayrılış sırasında da gidiyorlar diye hüzünlenirlermiş. Bunların hepsi elbette Yüce Yaradan’ın takdiri. 
Onlar bile başka bir boyutta bizlerin ziyaretini beklerken ya yaşayan yakınlarımız, bir yerde unuttuklarımız, onlar beklemezler mi bizleri ! Bu kadar mı sıkıldık onlardan, bu kadar mı ağır geldi bize yükleri! Hiç kimsenin bu konuda bahanesine kılıf uydurmasına gerek yok aslında. Çünkü hiçbir bahane haklı kılmayacaktır bizi. Cebimizdeki paraya güvenip onları bir yerlere bırakıyoruz ya her şeyi hallettik sanıp övünüyoruz kendimizle bir de. Ama hiç düşünmüyoruz şunu ! Biz onları bırakırken o yurtlara, barınma evlerine onlar bıraktı mı bizleri  bir köşeye ! Ve arada sırada bir bayram hatırlayıp da eşe dosta ayıp olmasın diye gidilir ya bir de ziyarete… Neyse. Evet bu bayram doluyum. Çünkü duydukça bu tarz olayları iyice üzülüyor, kederleniyorum. Bu tarz insanların nasıl bir vicdan taşıdığını anlamak da zorlanıyorum inanın ve sonrasında, sonrasını boş verin işte. Diyecek çok şey var ama bugün bayram erken kalkmamız lazım çocuklar… Giyelim en güzel giysilerimizi, gidelim ziyarete tüm sevdiklerimize…


Mutlu, umutlu, sevgi dolu bir bayram geçirmen dileğiyle TÜRKİYE’m !
Olduğunca / Olabildiğince…



Mehpare ÖĞÜT