1923 Mart'ının 15. günü,
Gazi'nin
mahşeri bir kalabalık içinde ve Adana İstasyonu'ndan kente doğru
iki taraflı uzanan yoğun insan seddi arasından, yaya olarak,
alkışlar ve coşkun sevinç gösterileriyle ilerleyişi ardından,
o olağan üstü anlatımıyla sözü İsmail Habib Sevük'e
bırakalım:
"...Yolun
ortalarına geldiğimiz zaman, birdenbire sahne değişti. Matem
simgesi gibi baştan aşağı siyahlara bürünmüş bir küme kadın
içinden, iki levha taşıyan ikişerden dört kız, birdenbire yolun
ortasına dikildi. Bu iki levhada Antakya ile İskenderun'un isimleri
vardı ve levhalar Büyük Kurtarıcı'ya kendilerinin de
kurtarılmasını söylüyordu.
...İki levha taşıyan dört
kızın önüne başka bir kız geldi. 18 yaşlarında sevimli bir
kız, söylev veriyor. Elinde kağıt yok, dilinde sürçme yok,
tavrında yapmacık yok, ruhtan gelen ve ruhlara giden nutku
dinliyoruz.
Beş dakikalık bir söylev; fakat bu bir söylev
değil, söz şekline girmiş bir hıçkırıktı. Söylemiyor,
inliyor. Bu Antakyalı çocuk bir kız değil, vatandan ayrı kalan o
beldelerin dile gelmiş bir ruhu, o beldelerin ağlayan ve ağlatan
maneviyatıydı.
Büyük Kurtarıcı'ya "kurtar" diye
yalvaran kız susmuştu. Şimdi bütün gözler Kurtarıcı'ya
dikildi. Ne diyecek diye bekliyoruz. Onun gözleri de nemli miydi,
bize mi öyle geldi, bilmiyorum; yağmurla yıkanmış güneşli
birer gök parçası maviliğiyle ışıldayan gözlerini bir an göğe
dikti; söyleyeceği sözü gözleriyle gökten avlamış gibiydi.
İnsana o an gökten iniyor hissini veren bir tonla tane tane şunları
söyledi:
"Kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde
kalamaz."
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum