YAŞAM ÜZERİNE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAŞAM ÜZERİNE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ne kadar da mutluymuşuz meğerse.. Küçükken, anne babamız bizimleyken, oyuncaklarımızla oynarken, bir odanın içine kurulmuş sobanın etrafında ısınırken. Sabahları kızarmış ekmek kokusunu içimize çekerken. Buğulanan pencerelere kalpler çizerken. Kar yağdığı için delice sevinip kardan adam yapma telaşı içine girerken. Konu komşu kapı önlerinde oturup çekirdek çitlerken, gelen geçen herkese selam verirken, yaz geldiğinde memlekete gideceğiz diye sevinirken. Sevindiğimiz bunca şey ve daha fazlası var iken… Ne kadar da mutluymuşuz meğerse…

Şimdi elimizde mutluluktan arta kalanlarla idare etmek düşmüşken payımıza, her geçen gün yaşadığımız günün özetini bile çıkartamıyoruz yorgunluktan. Eve gidiş geliş saatlerimiz, işte geçen yorucu zamanlar, insanlara anlatamadıklarınız ya da anlamak istemeyen insanlara söylenecek onca söz var iken,  aslında bizi yoran bu sıkıcı, mutsuz ve renksiz hayatı yaşamak zorundayken…Zaman bizden ne çok şey alıp da götürmüş meğerse. 

Eskiye dönmenin mümkün olmadığı, duyulan özlemin tarifinin ise imkansız olduğu, hatıralarla avunmak zorunda kaldığımız, siyah beyaz fotoğraflarla avunduğumuz, çocukluğumuz, gençliğimiz, geçmişimiz… Bizi bırakmayan bir ton anının etrafında biriktirdiğimiz hikayelerimiz.. Hepsi bizim, hepsi özel.. Şiir tadında öykü kıvamında anlatmaya değer biriktirdiklerimiz… Bir daha dönüşü olmayan yolculuğumuzun herhangi bir yerinde, bir evresinde yanımızda olanlar, çomak sokanlar, gıybet edenler, sevenler, sevmeyenler sevdiğini söyleyip de sırtımızdan vuranlar, iyi günde yanımızda olup da kötü günümüzde sormayanlar…. Hepsi geçmişte kaldı diyerek önümüze baktığımız, yolumuza çıkan engelleri tek tek yıktığımız, olmaz dediklerini olur yaptığımız, kısacası hayatın tüm zorluklarına meydan okuduğumuz bu hayat bizim… Acısı tatlısıyla, hüznü ve sevinciyle, tüm yaşanmışlıklarıyla sadece bizim. Biz bu hayatın içinde bir bireyiz, toplumun bir değeriyiz, insanız, canız… Her şeye ve herkese rağmen yaşamaktayız. Nefes almaya devam ettiğimiz müddetçe, heybemizde biriken ve biriktirmeye devam ettiğimiz hikayelerimizle, anılarımızla, sevdiklerimizle ve sevmeyenlere rağmen yaşamaya inat etmekteyiz ve edeceğiz de. Çünkü yaşamak, her şeye ve herkese rağmen güzel yine de. Sağlığımız yerinde ise, sevdiklerimiz bizimleyse, gidecek bir işimiz var ise, şükretmeyi biliyorsak bir de. Yaşamak lazım azizim, yaşamak… Zamanında ve yerinde….

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
2019 Aralık




“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlenizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

Alıntı
― Tezer ÖZLÜ, Yaşamın Ucuna Yolculuk



Kanayan yerlerimiz var,
Sarılmayı bekleyen yaralar
İç çeken gönüller, ağlayan gözler var…
Gidip de gelmeyenler
İmkânsızı isteyenler
Sevilmeyi bekleyenler
Özlemeyi bilenler
Yalnızlığında yitip gidenler…
Ah’lara karışmış vedalar
Keşke’lere dönmüş sevdalar
Belki de, belki de her şeyden çok uzakta yaşayanlar.
Bir ihtimal daha olsaydı diyenler…
Ve bu dünyada ne işim vardı diye soranlar…
Sorarım size!
Hangimizin elinde
Üzerimize yazılmış kaderi değiştirmek…
Kader ki; senin alın yazın, yazgın, mukadderatın…
Kader ki; doğumundan ölümüne…
Kader ki; evrenin yaratılmasından kıyametin kopuşuna dek
Her şey ama her şey Allah’ın iradesinde iken,
Sen mi değiştireceksin üzerine yazılan kaderi.
Oysa ki hayatımızdaki tek gerçek ölümken…
Kim değiştirebilir bu kaderi…
Söylesenize…

Söyleyin ey dostlar!
Kader nedir?
Kader, alın yazın, yazgın, mukadderatın
Kader ki  Allah’ın sana verdiği yaşamın ta kendisi…
Yaşadığın kadar var, var olduğun kadar insansın.
Yaşamdan ölüme, ölümden gerçeğe dönüş yolunda
Toprağa düşen
Bir damlasın sadece…
Bir damlasın ve ete kemiğe bürünen bir insanken
Hata ve sevaplarınla günü geldiğinde
Döndürüleceksin geldiğin yere…
Ve hesap vereceksin Rabbine…
İşte senin kaderin
Alın yazgın, mukadderatın…
Kader ki doğumundan ölümüne…
Her şey ama her şeyin Allah’ın iradesinde olduğu
Senin değişmeyen /  değiştirilemeyecek tek gerçeğin…

Ve sırf bu yüzden
Her şeyi çok düşünmeyecek, çok da irdelemeyeceksin aslında
Çünkü sen nasıl düşünürsen düşün
Her şey olacağına varıyor nasıl olsa…
İşte o yüzden
Kader deyip geçeceksin bazı şeylerin üstünden
Ve geçip yaşamayı seçeceksin hala insanken….

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL  
09 Şubat & 03 Nisan 2018




Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

-Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? -Bakın göstereyim, demiş, ermiş:

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da 'derviş kaşıkları' denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş sofradakilere,

"Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz." diye bir de şart koymuş. Peki!" deyip içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

 Bunun üzerine, "Şimdi.." demiş ermiş:

-Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun." denilince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte!" demiş ermiş ve eklemiş:


-Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz ve şunu da unutmayın, hayat pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.

Hepimizin sofrasında, yüreğinde; sevgi, dostluk, kardeşlik olsun...

Dağlık bir bölgede bilge çırağıyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla “Ah!” diye bağırır.

Dağdan, ‘Ah!’ diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla:

“Sen kimsin?” diye bağırır ama aldığı tek yanıt; ‘Sen kimsin?’ olur.

Çocuk bu yanıta kızar ve:

“Sen bir korkaksın!” diye bağırır.

Dağdan aldığı yanıt, ‘Sen bir korkaksın!’ olur.

Ustasına bakar ve:

“Ne oluyor?” diye sorar.

“Oğlum dikkat et,” diyen bilge vadiye doğru, “Sana hayranım!” diye bağırır. Ses, ‘Sana hayranım,’ diye yanıtlar.

Usta, “Sen harikasın!” diye bağırdığında, bu kez dağdan, ‘Sen harikasın!’ yanıtı gelir. Çırak şaşırmıştır. Ama hâlâ ne olduğunu anlayamamıştır.

Bilge açıklar:

“Oğlum, insanlar buna yankı derler; ama gerçekte yaşamın ta kendisidir. Yaşama ne verirsen, sana onu yansıtır. Yaşam senin davranışlarının aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan, insanlara saygılı davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster. Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen hoşgörülü ve sabırlı olmalısın. Oğlum, yaşamda ne ekersen, onu biçersin. Bu doğa yasası, yaşamın her yönü için geçerlidir.


“İnsanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz. İnsanların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka bir şey değildir.”




O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.
Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde. Tek ayakkabı yapan
dükkanında ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice
basmamı
söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın
çevresini çizdi.
O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı.
Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum. Babamın anlattığına
göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı.
Kapının her çalınışında koştum.
Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı.
O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim
yeni ayakkabılarımı.
Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan,
yandan, önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin
karanlığında kim bilir kaç kez okşadım.
Uyku girmedi gözüme.
Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda
sandalyede oturuyordum ben.

Ayakkabımı babam giydirdi.

Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı.

Ama bunu babama söylemedim. O "Sıkıyor mu?" diye sordukça "Hayır"
yanıtını veriyordum. "Dar, ayağımı acıtıyor" desem, geri gidecekti
ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması
olanaksızdı.

O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.
Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.

Dişimi sıktım.

Topalladım.

Soranlara "Dizimi vurdum" dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını
kimseye söylemedim.

Doğrusunu isterseniz yaşam da dar ayakkabıyla yürümektir.

Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş...

Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre,
kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir...

Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya
dönüşür. Kimi zaman zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.

Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık...

Canınız yanar.

Topallaya topallaya gidersiniz.

Sonradan öğrendim yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu...


Üstün DÖKMEN İle Küçük Şeyler…

Her şeyi düzeltebilirmişiz gibi geliyor değil mi? Bütün küslükleri bir gün bitirebilir, bütün gönülleri şak diye alabilir, bütün ertelenmiş dostlukları bir gün ''hadi'' deyip gerçekleştirebiliriz sanıyoruz değil mi? Nasılsa daha zaman var. Nasılsa daha bir ömür yaşayacağız. Nasılsa dünya küçük...
Nasılsa bir yerde karşılaşırız. Oluru varsa tesadüfler yaratır zaten öyle değil mi? Nedir ki acelemiz? Derken...
Ölüm giriverir araya. Bütün planları bozar. Barışmadan, dost olmadan gidiverir o... Baka kalırsın. Elinde bir sürü kelime. Bir dakika dersin. Benim daha sahnem bile gelmedi, nereye?... Kalp kırdıysan bir özür bile dilemediğine yanarsın, kalbin kırıksa bir sitem edemediğine... Öyle kalırsın. ''Neden daha önce gidemedim ona da şu gönlümü al da dost olalım artık demedim'' dersin. Birden fark edersin ki, meğer o kadar zamanımız yokmuş. Meğer bir ömür daha yaşayamayacakmışız. Meğer yolun sonuna gelmişiz...
Ertelemek.. Ah ne feci bir şey. Bu gün değil yarın.. Yarın değil öbür gün... Bu ay değil öbür ay... Sonraki bayram... Belki seneye... Doğru değilmiş. Yapmamak gerekirmiş... Bu gün bir kez daha öğrendim ki, biriyle dost olmak istiyorsan hemen olman gerekiyormuş... Acele etmek gerekiyormuş. Hiç vakit kaybetmemek gerekiyormuş...
Kalbini kıran özür dilemiyorsa dilemesin. Sen istiyorsan dostluğun devam etmesini, o zaman git ona... Konuş onunla... Zaman hızla akıp gidiyor. Bir geri sayım var. Kalan zamanı bizim görmediğimiz bir geri sayım... Tık tık akıyor zaman...
Çok fazla işimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla kendimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla elimizdeki mutluluklara kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla endişemiz, korkumuz var. Çok fazla gururumuzun esiriyiz. Çok fazla gurur etrafında dönüyoruz. Çok fazla ''asla'' larımız, çok fazla ''hiç'' lerimiz ve çok fazla ''katiyen'' lerimiz var. Çok fazla tükürdüğümüzü yalayalım mı, yalamayalım mı hesabı yapıyoruz...
Çok fazla vazgeçiyoruz. Çok fazla düşünce okumaya çalışıyoruz. Çok fazla okuyamadığımız düşüncelerin yerine kuruntu kuruyoruz. Çok fazla sinirleniyor, çok fazla kin bağlıyoruz... Çok çok çok fazla. Her şeyden çok fazlamız var. Safrayı o kadar basmışız ki gemi hiç hareket etmiyor artık. Gidemiyor. Duruyor öyle orta yerde. Yalan hepsi yalan bunların.

Ölüm var işte..
O yüzden...
Acele etmeli...
Ölüm var..
Yakında veya uzakta...
Ama var işte..



Alıntı





Sabahın erken saatleri…Gün henüz ağarıyor…Hoş bir loşluk kaplamış her yeri…Sessizce yatağımdan kalktım…Ev içi adımlarıma dikkat ederek balkona çıktım…Balkonumuz camla kaplı…Pencereyi açtım ve derin derin soludum havayı…Dışarıda in cin top oynuyor, kimseler yok…Oradan oraya uçuşan kuşların cıvıltısından başka herhangi bir ses de duyulmuyor…Binalar taş yığını gibi…İnsanlar uykuda…Bahçe dingin…Çiçekler arasında olmak istedim birden…Onları okşamak, koklamak geldi içimden…Yumuşak adımlarla çıkış kapısına doğru ilerledim…Eşim ve kızım da uykuda…Onları uyandırmadan sessizce süzüldüm dışarı…Apartman kapısı her zaman sesli kapanır…Bunu bildiğim için usulca kapattım kapıyı…Bahçe beni bekliyordu…Adımlarımı attıkça sabahın serinliği yüzümü okşuyordu adeta…Bahçenin tam ortasında durdum…Ne kadar güzel görünüyordu çiçekler…Çimlere basa basa dolaştım bahçeyi…Doğa ile baş başaydım…Huzur doldurdu oluk oluk yüreğimi…Yaşıyordum, sağlıklıydım ve mutluydum…

Yaşama sevinci yaşam kalitesine de bağlı kuşkusuz…Geçim sıkıntısı içinde olan ya da herhangi bir sağlık sorunu yaşayan bir insanın bahçenin ortasında benim duyduğum huzuru duyması ya da aynı keyfi alması beklenemez…Ama sağlıklı ve ekonomik sıkıntısı olmadığı halde mutsuz olan o kadar çok kişi var ki…Özellikle sözüm onlara…Ne istiyorsunuz?..Niçin bu hayatı kendinize zindan ediyorsunuz?..Yazık değil mi size, ailenize ve yakın dostlarınıza?..Yakınınızdaki bir moral bozukluğunun domino taşı gibi sizi de etkileyeceğini niçin hesaba katmıyorsunuz?..Unutmayın!..Siz sevgi dolu iseniz enerjinizle ihya olur sevdikleriniz…Hep taktir etmişimdir bu tür insanları…Onların hiç mi sorunları yok?..Elbette var; ama yaşama sevinci ile dolu yürekleri, sorunlarını çözmede en büyük katkıyı sağlıyor onlara…

Öğretmenliğe yeni başladığım yıllarda, okuldaki öğretmen arkadaşlarım, daha önce aynı okuldan emekli olmuş öğretmen çiftin evlerine konuk olacaklarını söylediler…Emekli öğretmenlerden biri Türkçe öğretmeniydi…Deneyimlerinden yararlanırım düşüncesiyle ben de katılmak istedim…Olumlu yanıt aldım ve hep beraber Cebeci’de bir teras katında oturan çifti ziyarete gittik…Çiçeklerle donatılmış teras balkonuna aldılar bizi…Öyle güzeldi ki atmosfer…Hayran kaldım…Öteden beri teras katlarını sevmişimdir…Çünkü bahçe ihtiyacınızı da giderebiliyorsunuz geniş balkonunda…Manzara da genelde güzel olur bu katlarda…Sohbet ilerledi ve Hulusi öğretmen benim Türkçe öğretmeni olduğumu öğrenince çalışma odasına götürdü beni…Odanın dört bir yanı kitaplarla çevriliydi…Bir kenarda duran küçük bir masa ve onun üzerinde daktilo makinesi vardı…Kitaplarına göz gezdirdim…Bütün klasik romanlar, İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı vb…şeklinde tasnif edilmişti…Yazarlardan konuştuk…Romanlardan konuştuk…Beni çok mutlu eden sohbetin bir yerinde yaşama sevincinden söz etti Hulusi öğretmen!..Yaşama sevincini yok ettiği annesinden söz etti uzun uzun…Gözleri buğulandı…

Hulusi öğretmen, evlenmeden önce, henüz üniversitede okurken annesiyle tartışmış ve evi terk etmiş…Zaten kalp hastası olan annesi, ayrılık acısına fazla dayanamamış ve vefat etmiş…Hulusi öğretmen cenazeye de gitmemiş, mezarının nerede olduğunu bile öğrenmemiş…Yalnız kalan babası, kısa bir süre sonra yeniden evlenmiş…Durum böyle olunca, artık baba evine hiç uğramamış Hulusi öğretmen!..Günün birinde bir mektup gelmiş Hulusi öğretmene…Annesi tarafından yazılmış bir mektup…Babası ona göndermiş bu mektubu…Mektupta yazılanları okudukça ağlamış Hulusi öğretmen!..Yüreği dağlanmış…”Ne vardı mektupta?” diye sordum, Hulusi öğretmene…Mektubu sakladığı kutudan çıkardı ve bana uzattı… “Yüksek sesle oku!..”dedi…Şunlar yazılıydı mektupta:“Sevgili yavrum!..Artık dayanamıyorum senin yokluğuna…Kahroluyorum…Sen benim yaşam kaynağımdın…Yaşama sevincimdin…Gittin ve ben de yitirdim içimdeki bu sevinci…Öleceğimi hissediyorum…Bu mektubu da sana ölmeden önce son defa yazıyorum…Mutlu ol yavrum!..” Mektupta kurumuş göz yaşlarının izleri de vardı…Üzüldüm ve usulca masaya bıraktım mektubu…Hulusi öğretmen, annesinin yaşama sevincini söndürmüş ve bir anlamda ölümüne neden olmuştu…Vicdan azabı kıvrandırıyordu onu…Pişmandı; ama o anda yapabileceği hiçbir şey de yoktu…

Yaşama sevincinizi yüreğinizden eksiltmeyiniz…Kim bilir belki de siz, sizi çok seven bir kişinin yaşama sevincisinizdir…



Asım ERDOĞAN



Jack Kerouac &Allen Ginsberg by Siegfried Woldhek iddialara göre bu liste, Allen Ginsberg’in, ikonlaşan şiiri “Howl”ı yazmadan bir sene önce, North Beach’te kaldığı otel odasının duvarında yazılıymış. Ginsberg,  ismini Kerouac’tan aldığı “Howl ve Diğer Şiirler”in  ithafında Kerouac’ın etkisini itiraf etmiş.

Charles Eames’in dediği gibi: 

“Herkes kendisinden önce gelip kendisini etkileyen kişileri itiraf edecek kadar gerçekçi olmalıdır.”

Sabahları her günü önemli bir günmüş gibi düşün.
Her şeye açık ol ve her şeyi dinle.
Hayatınla barışık ol.
Evinin dışında sarhoş olmamaya çalış.
Hissettiklerini özgür bırak, kendi biçimini bulacaktır.
Karalama defterleri ve özensizce yazılan daktilo sayfaları sevinç kaynağın olsun.
Zihninin derinlerindeki sonsuzluktan ne istiyorsan onu yaz.
Ne kadar inebiliyorsan, o kadar derine in.
Edebi, gramatik ve sentaktik kısıtlamalara takılma.
Proust gibi, zamanın eski bir kullanıcısı ol.
Anımsayarak ve şaşırarak yaz.
Dikkatli bir gözle çalış, dil denizinde yüz.
Tecrübenin, dilin, bilginin yüceliğinde utanma ve korku yoktur.
Umutsuz, zalim, yalnız karakterleri öv.
Merakın merkezi, gözün içindeki gözdür.
Kabullenmek daima kaybettirir.
Durduğun zaman kelimeleri düşünme fakat resmi daha iyi görmeye çalış.
Dünya okusun diye yaz ve resmin bütününü gör.

Kaynak: brain pickings