1- Bir ilaç içsem bari diye düşündüm, Biraz kolonya
sürünsem, Ferahlasam, pencereyi açsam. Şöyle bir şey
yazdım sonra: Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor
şehre Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin
içinde. Berbattı, Bir şiire böyle başlanmazdı.
İç
ses diye söylendim, Ardından Yıldırım Gürses... Aptal
aptal güldüm bir de buna. Ayşecik vazoyu kırıyor Ve
‘tamir et bakalım’ diyordu babasına. Yapıştırsam da
parçalarını hayatımın Su sızdırıyordu
çatlaklarından. Karnabahar kızartmıyordu asla Başrolde
kadınlar.
Güçlü bir el silkeledi beni sonra Sanırım
Tanrı’nın eliydi. Sayamadım kaç ah döküldü
dallarımdan. Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı
gibi, Çok şey görmüşüm gibi, Ve çok şey geçmiş
gibi başımdan, Ah...dedim sonra Ah!
İç ses, diye
söylendim Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya: Tanrım
bana hiç erimeyen, Kırmızı bir bonbon şekeri yolla. Eski
tül perdelerden gelinlik biçerdik Kardeşimle kendimize
durmadan, Olmayan çayları, Olmayan fincanlardan
içerdik. Olmayan kapıları açardık, Olmayan ziller
çaldığında. Siyah papyonlu olurdu mutlaka Resim
defterimizdeki damat. Yedi günde yarattığımız dünya Mutlu
olurduk pastel koksa.
Ve şimdi şöyle dua ediyorum
Tanrı’ya: Olanlar oldu tanrım Bütün bu olanların
ağırlığından beni kolla!
Kaybolmak istemiştim bir
zamanlar Kapının arkasında yokum demiştim Ve divanın
altında da. Bulamazsınız ki artık beni, Hayatın
ortasında. Kaybolmak istemiştim bir zamanlar Beni kimse
bulamazdı Tanrı’nın arkasına saklansam. O Kocamandı,
en kocamandı o. Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.
Bir
zamanlar kendimi Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım. Kaç
metredir benim yokluğum? Benden daha çok var sanmıştım. Benim
yokluğumdan dünyaya Bir elbise çıkar sanmıştım Dünyanın
çıplaklığına bakmaya utanmadan Sonunda ben de
alıştım. Ah...dedim sonra, Ah!
Güzin Ablası
kitaplar olan bir kızdım, İçim sıkılmasa o kadar Tek
bir satır bile okumazdım. Taş bebeğim ters çevrilince
ağlardı Bir derdi var derdim. Derdimi demeyi ben
taşbebeğimden öğrendim. Ninni derdim, ninni bebeğim! Cam
gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini. Plastik
gözkapaklarının ardında, Bilirdim rüyaları yoktu
bebeğimin, Gözyaşları da. Ağladıkça tükürüğümden
sürerdim gözaltlarına. Bu kadar kolay harcamazdım
rüyalarımı, Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım
olmasa.
İnsan çıtır ekmeği ısırdığında, Kırıklar
dolar kucağına, İşte orası umudun tarlasıdır. Ve
orada başaklar ağırlaştığında, Sayısız ah dökülür
toprağa.
İç ses, diye söylendim Ve ah dedim
sonra, Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından
öğrendim.
Dallarına salıncak kurardı çocuklar, Hızlı
yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar. Meyveleri
tatsızdı Eski bir lanetten dolayı Herkes dişlerdi acı
meyvelerini, Ve herkes söverdi ona. İsmini yazardı herkes
onun bağrına, Ah derdi o. Ah!
Bıçağın ucundaydı
insanların hafızası ‘İnsan unutandır ve insan
unutulmaya mahkum olandır.’ Tanrı şöyle derdi o
zaman: Ah!
Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının
tanrım, Ulaşılamazdı, Sen sarılmak istesen ona, O
sana sarılmazdı. Ne çok dikenin vardı Tanrım! Ne çok
isterdim, Sana sarılamazdım. Ve şöyle derdim o
zaman: Ah!
Ahlat ahların ağacıydı, Yaşlanmaya
başlayanların, İtiraf edilememiş aşkların, Evde kalmış
kızların. Ahlat ahların ağacıydı, Cezayir nasıl
cezaların ülkesiyse, Öyleydi işte.
Ve etimoloji
Eti’lerden kalma Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam. Ve
yanılmıyorsam yalnız insanların, Kahvaltı edip ağladıkları
pazar sabahları yokmuş o zaman. Mesela o zamanlar Mutsuz
olduğunda insanlar, Yok olurmuş bazı dakikalar.
Gülümsedim
o sıra, Bazen sevinirim, Sevinmek nedense hep yedi
yaşında Ve ah... dedim sonra, Ah!
Bazen ah diyorum
durmadan, Şimdi ben ahlatın başında, Otuz iki
yaşımda. Ahlar ağacı gibi. Rengarenk çaputlar bağladım
yıllarca dallarıma, Mavi, mor, kırmızı ve yeşil, İstedim,
hep istedim, Sen iste derdim, iste yeter ki Vereyim. Her
istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım, Eksikli
yaşamaktan. Ahlar ağacıyım, gibisi fazla. Başka bir şey
istemem Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma, Hesabımı
vermekten başka.
Vasiyetimdir: Dalgınlığınıza
gelmek istiyorum Ve kaybolmak o dalgınlıkta.
At
arabasıyla kağıt toplardı Her sabah çingene kadınlar. Üst
üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar Şaşırırdım Kadınların
mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?
Bir zamanlar
öfkem beni zora koşardı. Kızıl yelelerim yapışırdı
terli alnıma Ne eğere gelirsin ne de semere derledi
bana,
Yeniden doğmuş olurdum oysa, Öldüğümü
sandıklarında, Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at
olarak.
Vasiyetimdir: En güçlülerinden seçilsin Beni
taşıyacak olanlar. Ahtım olsun, Yükleri ağırlaşsın
diye iyice, Tabutumun içinde tepineceğim.
2- Bir
göl vardı evimizin karşısında, Mavi gözleri olan, Kara
yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.
Ya
siz, Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey
cemaat? Nasıldı Öldürdüğünüz birinin
cenaze namazını kılmak?
İlk üç vişneyi
verdiğinde bahçedeki ağaç Annem sevindiydi
hatırlarım. Ah demişti. Ah! Üç
küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona. Annem
çok sevinmelerin kadınıydı. Bazen sevinince annem
gibi, Rengarenk reçeller dizerim kalbimin
raflarına. Annem çok sevinmelerin kadınıydı, Sıcak
yemeklerin. Başına diktikleri o taş, Ne zaman
dokunsam soğuktur oysa. Ben okşadığımda ama, ısınır
sanki biraz.
İç ses! Bu bahsi
kapa!
Mutfağa gidip domates çorbası
pişirdim. Çoktandır öksüz olan mutfakta Buğulandı
ve ağladı camlar, Gözyaşlarını kuruladım
perdelerin ucuyla. Çoktandır öksüz olan dünyaya
baktım, Allah babasıyla baş başa kalmış
insanlara, Poşetin tamamını beş bardak suya
boşaltınca, Sanki biraz rahatladım. Kazanlar
dolusu çorba kaynatsam sanki, Artık kimse mutsuz
olmayacaktı. Ah...dedim sonra, Ah! İç
sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta, Aynı
vampir gibi çıkacağız. Kırmızı çorbama ekmek
doğrayınca, Sanki biraz ferahladım. Karıştırdım
ve iç ses diye fısıldadım: Hala aç mısın?
Bir
tren geçti yine tam o sıra Ustura gibi kara, Düdük
çala çala, Geçti şiirimin ortasından. Kes
şunu dedim, kes artık! Oldu olacak, Kan
kardeşi olsun ruhumla yollar. Merak ederdim, Kesik
başları ve sarı ışıklarıyla Nereye gider bu
insanlar? Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce Bir
kara yılan gibi, Bilemezdim menzil neresi?
Ah...dedim
sonra Ve acilen makas değiştirdim. İç ses,
diye söylendim, Raydan çıkma bundan sonra.
Kuyruk
sallardı, annemden kalma maaşım her üç ayın
sonunda. Sevinirdi, Kocaman bir kara kediyi
okşamış gibi ellerim. Sarımsak kokulu fötr şapkalı
amcalarla, Muhabbet ederdik kuyrukta. Bizler
sarımsak kokan uzun bir dizenin, Fötr şapkalı
kelimeleriydik, Çürük dişlerimizle bizler, Dökülmüş
harfler gibi kelimelerden, Saf ve pembe
gülümserdik. Bizler her üç ayın sonunda yeniden
doğan bebeklerdik. Neden ilerlemiyor bu kuyruk
derdik, Neden hep aynı yerdeyiz, Hayattan söz
edilirdi, Zor denirdi, Ve ardından susulurdu
mutlaka.
Fötr şapkalı amcalardan biri Ah
derdi sonra, Ah! Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı
o zaman.
3- “Bir Arap şairi şöyle
demiş, Savaşta yenilen halkına, Ağlamayın,
ağlamayın, acınız azalır”
Uzun bir dize
dayardı hayat her sabah karnıma Şiir için düelloya
gelmiş bir sevgili gibi, Sorardı: Daha yazacak
mısın? Hayır derdim, Artık
yazmayacağım. Ama şöyle denir: Kılıç
çeken kılıçla ölür. Ama şöyle denir: Kaderden
kaçılmaz.
Ama yazgısını yaldızlı çokomel
kağıtları gibi, Tırnaklarıyla düzeltemiyor
insan. Yıllarca biriktirdim rengarenk çokomel
kağıtlarını kitap aralarında. Aşık
olduğumda, Çikolata kokardı kırmızı
yazgım. hayatıma hayat diyemem artık. sarı
yazgım her sonbahar onu biraz daha fazla, ömür
yaptı. Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün
artık.
Kara yazgımı şimdi kim bilir Hangi
kitabın arasında saklıyorsun tanrım? Ah.. dedim
sonra Ah!
İç ses, diye söylendim, Başımda
rüzgar vardı Başımda uğultular... Kalbim
usulca kıpırdardı Ve ses çıkarırdı dokununca Çan
çiçeğiyle karıştırırdı onu belki Bir başkası
olsa. Başımda rüzgar vardı, Yine
esiyordum Hızla dönmeye başladı kalbim Rüzgargülüyle
karıştırırdı onu belki Bir başkası olsa. Başımda
uğultular... Fırtına çıktı sonra, Yaşadığını
anladı kalbim, Böyle yaşanamaz derdi Bir
başkası olsa.
Bir zamanlar meydan okumak
isterdim. Kaç meydanını okudum da bu
hayatın. Yalnızca iki harfini öğrendim: A H!
Ah
benim nergis kokulu cehaletim... Ruj lekeleri bıraktın
bardaklarda Anlatmak isterdin kendini durmadan Bir
bardağa bile olsa. Ne diyecektin, ne
söyleyecektin Şairlerin şahı olsan, Bir
AH’dan başka. Ah benim nergis kokulu cehaletim Bana
yıllarca, bunca sözü boşa söylettin. AH!
Güçlü
bir el silkeledi beni sonra Sanırım tanrının
eliydi, Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan, Çok
şey geçmiş gibi başımdan Ah dedim sonra, Ah!
İç
ses, diye söylendim. Gel! Ahlar ağacından sen
de biraz meyve topla.
Vasiyetimdir: Bin
ahımın hakkı toprağa kalsın...
|