DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

 

Tekrar tekrar duyumsuyorum

Yaşlı ya da genç olmam hiç fark etmiyor:

Gecenin içindeki bir sıradağı,

Balkondaki sessiz bir kadını,

Özlemle yüreğimi bedenimden söken,

Mehtapta usulca kıvrılan beyaz bir sokağı.

Ah yanan dünya, ah balkondaki beyaz kadın,

Vadide havlayan köpek, uzaklarda ilerleyen tren,

Ne kadar yalancıydınız, ne acı kandırdınız beni,

Ama yine de en tatlı rüya ve hayalime dönüştünüz giderek.

Önemli olan şeylerin meslek, hukuk, moda, finans olduğu

O korkutucu "gerçeklik" yolunu denedim çok kereler,

Ama hayal kırıklığına uğramış ve özgürleşmiş halde

Rüyaların ve kutsanmış çılgınlığın olduğu diğer tarafa kaçtım tek başıma.

Geceleri ormandaki boğucu rüzgar, esmer çingene kadın,

Budalaca özlemlerle ve şairin nefesiyle dolu dünyaya,

Sıcak şimşeğinizin beni çağırdığı, sesinizin çağırdığı

O muhteşem dünyaya döndüm daima!


Hermann HESSE

Çeviri: Osman TUĞLU





"Ormanı mesken edindin mi hiç benim gibi,
Sarayların yerine,
Irmaklar boyunca yürüdün mü
Ve kayalara tırmandın mı hiç?
Çiçeklerin kokusuyla yıkandın mı
Ve ışıkla kurulandın mı hiç?
Bir şarap misali içtin mi sabahın aydınlığını,
Sonsuz uzayın kadehlerinden?
Oturdun mu hiç akşam üstü benim gibi,
Üzüm asmaları arasında,
Altın avizeler gibi sarkarken salkımlar?
Susamışlar için birer pınardır onlar
Ve birer yemektir açlar için.
Birer baldır onlar, ıtırdır
Ve şaraptır dileyenlere.
Gece vakti çimenlere uzanıp
Gökyüzüyle örtündün mü hiç,
Geleceği boş verip
Geçmişi unutarak,
Ve bir denizken gecenin sessizliği
Dalgaları kulaklarına gelen,
Ve bir yürek varken gecenin sinesinde,
Senin yatağında çarpan?
Bana ney'i ver ve şarkılar söyle sen de,
Unut derdi de, dermanı da.
İnsanlar birer dizedir sadece,
Suyla yazılan birer dize."

Halil Cibran



Anatole France

Londra’yı gezen bir Fransız, bir gün büyük Charles Dickens’i görmeye gitmiş. Kabul edilmiş ve
hayranlığı sebebiyle pek değerli bir insanın böyle bir kaç dakikasını aldığı için özür dilemiş.

— Şanınız ve uyandırdığınız genel sevgi, şüphesiz sizi sayısız rahatsızlıklarla üzmektedir.
Kapınız her zaman sarılmış bir haldedir. Her gün prensleri, devlet adamlarını, bilginleri,
yazarları, sanatçıları, hatta delileri bile kabul etmek zorunda kalıyorsunuzdur, her halde.

Dickens hayatının son günlerinde sık sık yakalandığı sinir buhranıyla ayağa kalkarak:
 
— Evet, delileri, delileri, delileri. Yalnız onlar eğlendiriyorlar beni, diye bağırmış, sonra
şaşıran ziyaretçiyi yakasından tuttuğu gibi dışarıya atmış.

Şu uysal M. Dick’in masumluğunu bize içli bir üzüntü ile tasvir eden Charles Dickens delileri
her zaman sevmiştir. Herkes David Copperfield’i okuduğu için M. Dick’i tanır. Fransa'daki
herkesi kastediyorum. Çünkü en mükemmel İngiliz hikayecisini ihmal etmek bugün
İngiltere’de moda haline gelmiştir. Bir genç estetikçi birkaç gün önce Dombey and Sonun
ancak tercümelerinden okunabildiğini bana [1] itiraf etti. Byron’un da tatsız bir şair, bizim
Ronsard’ımız gibi bir şey olduğunu söyledi. Ben buna inanmıyorum. Byron’un yüzyılın en
büyük şairlerinden olduğuna inanıyorum. Dickens’in duyma yetisini her yazardan daha iyi
kullandığına, inanıyorum. Romanlarının, onları ilham eden aşk ve merhamet kadar güzel
olduklarına inanıyorum. David Copperfield'in bir yeni İncil olduğuna inanıyorum. En sonra
burada ayrıca üzeride durduğum. M. Dick’in de iyi niyetli bir deli olduğuna inanıyorum.
Çünkü kendisine kalan tek akıl kalbin aklıdır, o da hiçbir zaman yanıltmaz. Üstüne I.
Charles’in ölümü ile ilgili bilmem hangi hayalleri yazıp uçurtmalar uçurtmasından ne çıkar. O,
iyiliksever bir insandır, kimsenin kötülüğünü istemez. Bu, birçok aklı başında insanların
erişemedikleri bir olgunluktur. M. Dick için İngiltere’de doğmuş olmak bir mutluluktur. Orada
birey hürriyeti Fransa’da daha üstündür. Orijinallik orada daha iyi karşılanır ve bizde
olduğundan daha çok saygı görür. Hem delilik bir çeşit zihin orijinalliği değil de nedir?
Delilikten söz ediyorum, yoksa bunamadan değil. Bunama düşünce yetisini kaybetmektir.
Delilik ise bu yetilerin garip ve tuhaf bir şekilde kullanılışından başka bir şey değildi.

Çocukluğumda, yirmi yaşındaki biricik oğlunun Righi dağında bir çığ altında öldüğünü
öğrenince deliren bir ihtiyar adam tanımıştım. Deliliği yatak çarşafına sarınmaktı. Bunun
dışında tamamıyla akıllı uslu bir adamdı. Mahallenin bütün küçük yaramazları vahşice
çığlıklar atarak arkasına takılırlardı. Onda bir çocuk tatlılığıyla bir dev gücü birleştiği için
hiçbir kötülük yapmadan onları bir hayli korkutur yanma yaklaştırmazdı. Bu haliyle
mükemmel bir polis örneği idi. Bir dost evine girdiği zaman ilk işi kendini gülünç eden o iri
damalı garip paltosunu çıkarmak olurdu. Mümkün olduğu kadar bir insan vücudunu
örtüyormuş sanısını uyandıracak bir şekilde onu güzelce bir koltuk üstüne yerleştirdi. İçine
bel kemiği gibi bastonunu sokar, sonra bu bastonun sapma kenarlarını aşağıya indirdiği
şapkasını, parmaklan arasında hayali bir manzara alan o büyük fötr şapkasını geçirirdi. Bu işi
bitirince uyuyan ihtiyar bir dostu seyreder gibi perişan halini bir zaman seyreder, bir
karnaval elbisesi içinde sanki önünde uyuyan kendi deliliği imiş gibi birdenbire dünyanın en
akıllı insanı olurdu. Üstünde XVI. Louis devrinde bir ceket adı verilen elbiseye oldukça benzer
pek derli toplu bir çeşit kollu siyah yelek kalıyordu. Kaç defa onu zevkle seyretmiş,
dinlemişimdir. Her konu üzerinde büyük bir muhakeme ve anlayış ile konuşurdu. Dünyayı ve
insanları tanıtan bütün bilgilerle beslenmiş bir bilgindi. Kafasında zengin bir yolculuk
kütüphanesi vardı. Midus’ün batışını, yahut Denizcilerin Okyanus’da başlarından geçeni
anlatmakta eşsizdi.

Yetkin bir hümanist olduğunu unutursam affedilmez bir kusur işlemiş olurum. Çünkü
düpedüz iyiliksever göstererek bana bilgilerimi epey ilerleten birçok Latince ve yunanca ders
vermişti. İyilik etme çabası her rastlayışta kendini gösteriyordu. Bir astronomi bilginin ona
verdiği karışık hesaplan çözdüğünü, bir ihtiyar hizmetçiye yardım olsun diye, odun
parçaladığını görmüştüm. Hafızası yerinde idi, onu altüst eden hadise dışında hayatının
bütün hadiselerini hatırlıyordu. Oğlunun ölümü hafızasından büsbütün silinmiş gibiydi, hiç
değilse bu müthiş felaketin oluşunu aklına getirdiği sanısını uyandırabilecek tek kelime
söylediği işitilmemişti. Hemen hemen neşeli, değişmez bir mizacı vardı ve kafasını tatlı,
samimi, iç açıcı hayallerle dinlendiriyordu. Gençlerin arkadaşlığını arıyordu. Onlarla sık sık
görüşmesi kafasına pek belirgin eğitsel bir cerbeze kazandırmıştı. Rollin’in o mükemmel
Traite des etudes'nü okuyalıdan beri hep onu düşünürüm. Şunu söylemeyeyim ki, genç
arkadaşlarının fikrine hiçbir zaman kapılmazdı. Hiçbir şeyin değiştiremeyeceği inatçı bir
akışla kendi fikrini izlerdi. Ama sık sık konuşma fırsatını bulduğum gerçekten üstün
insanlarda buna benzer bir hal dikkatimi çekmişti. Yirmi yıl, kış yaz, yatak çarşafına
sarındıktan sonra bir gün artık gülünç olmayan küçük damalı bir ceketle göründü. Elbisesi
gibi hali de değişmişti. Ama bu değişikliğin mutlu bir değişme olması için çok şeylere ihtiyaç
vardı. Zavallı adam, kederli, sessiz, az konuşur olmuştu. Ağzından dökülen, hemen hemen
anlaşılmaz birkaç lakırdı korkusunu ve endişesini açığa vuruyordu. Her zaman kıpkırmızı olan
yüzünü geniş mor halkalar kaplamaya başladı. Dudakları siyah sarkıktı. Bütün yiyecekleri
reddediyordu. Bir gün oğlunun kayboluşundan söz etti. Ertesi sabah onu odasında asılmış
olarak buldular. Bu ihtiyar adamın hatırası, bende bütün ona benzeyenler için gerçek bir
sevgi uyandırır. Ama onların sayıca az olduğunu sanıyorum. Deliler de bir bakıma öbür
insanlar gibidir. İyileri tek tüktür. İnsan, birçok tımarhaneleri dolaşır da yatak çarşafı
örtünen ikinci bir ihtiyarı veya başka bir M. Dick’i yine de bulmayabilir. M. Paul Hervieu de
tıpkı Dickens gibi yalnız delilerin ilgi uyandırıcı oldukları düşüncesinden uzaklaşmış değildir.
Bize İncorınu’de korkunç bir delilik hikayesi anlatır. Sonunda bunun sadece bir rüya olduğu
anlaşılır; ama rüyaların hem en fazla korku vereni, hem de en mantığa uygun olanıdır. Bu bir
delinin rüyasıdır. Bir deliyi kusursuz olarak bir kabusa sürüklemek ancak böyle olur. İşte M.
Paul Hervieu, binde bir rastlanır bir kabiliyetle bunu göstermiştir. Kafası tersine işleyen bir
Descartes'ci gibi bize deliliğin sebeplerini anlatmıştır. Usta bir saatçinin son derece kötü bir
saati muayene ederken göstermesi gereken titizlikle düşünme makinesini, bir biri ardına
sıralanan bozukluklarını izleyerek incelemiştir. Kitabı pek ilgi çekici ve tamamıyla kendine
göre bir eserdir. İnsanlarda iki etki uyandırır; önce korkutur, sonra da düşündürür. Bu korku
— sizi ondan esirgerim — hiç de sebepsiz değildir. Beni sarsan ürpertiyi size aktarabilmem
için M. Paul Hervieu'nün bu yoldaki bütün kabiliyetini edinip onun gibi kullanmam gerekirdi.
Kitabın ilham ettiği derin düşüncelere gelince, bunlar pek çoktur.

Hiç olmazsa bin ianesini olsun söyleyivereyim. Felsefe yapmak ne güzel bir şey. Yazı
yazarken bir akasya o ince, çiçekli dallarını pencereden sallıyor. Antolojideki şairin bir
beyitini tekrarlıyorum: “bu güzel ağaç altında oturalım gel, gölgesinde konuşmak ne tatlıdır
kim bilir.” Bir güzel ağaç ve sakin düşünceler... Dünyada bundan daha güzel ne vardır? Bir
meltemin yavaş yavaş oynattığı akasyam, çiçeklerinin kokulu karını masamın üstüne kadar
getiriyor. Bu hoş etki altında pek zararı dokunmayan delilere karşı gerçek bir sevgiyi
kendime yasak etmek elimden gelmez. Bu yolda hiçbir şey yapmamak, ister deli ister akıllı
olsun, insanlar için büsbütün yasak edilmiştir. Dünyada zarar vermeden yaşamanın çaresi
yoktur. Delilerden hiçbir zaman nefret etmemeliyiz. Onlar da bizim benzerlerimiz değil midir?
Hiç de deli değilim diye kim güvenebilir? Az önce Littre ile Robin Sözlüğü'nde deliliğin tarifini
aradım. Ama bulamadım. Daha doğrusu orada okuduğum tarif hemen hemen manasız bir
şeydi. Bunun üzerinde biraz durdum; çünkü delilik vücutta hiçbir yara bere ile
nitelendirmedikçe tarif edilemez halde kalır. Bir insana bizim gibi düşünmediği zaman deli,
diyoruz, hepsi bu kadar. Felsefe bakımından delilerin fikri, bizim fikirlerimiz kadar haklıdır.
Dış alemi edindikleri izlenimlere göre tasavvur ederler. Akıllı geçinen bizlerin yaptığı bundan
başka nedir ki. Dünya onlara, bize aksettiğinden başka türlü akseder. Bizim edindiğimiz
hayalin doğru olduğunu onların edindiği hayalin yanlış olduğunu söyleriz. Gerçekte hiçbir şey
salt olarak doğru olamaz, hiçbir şey salt olarak yanlış olamaz. Onlarınki kendilerine göre
doğrudur, bizimkiler bize göre doğrudur. Şu masalı dinleyiniz: bir gün bir bahçede düz bir
ayna konveks bir ayna ile karşılaşır, ona:

— Tabiatı kendi yapınıza göre göstermenizi pek münasebetsizce bir hareket buluyorum.
Bütün sıska bacaklı, ufacık kafalı insanları koca karınlı, bütün doğru çizgileri iğri göstermeniz
için deli olmalısınız, demiş.

Konveks ayna öfke ile cevap vermiş:

— Tabiatın biçimini bozan sizsiniz. Yassı vücudunuz onları bu hale soktuğu, dışınızdaki her
şey içinizdeki gibi düz olduğu için ağaçları dümdüz sanıyorsunuz. Ağaçların gövdeleri eğridir.
İşte gerçek budur. Siz yalancı bir aynadan başka bir şey değilsiniz.
Öteki karşılık vermiş:

— Ben kimseyi aldatmıyorum, konveks kardeş. İnsanların, eşyaların karikatürünü yapan
sizsiniz.

Oradan bir geometri bilgini geçerken kavgada kızışmaya başlamış. Hikayenin anlattığına
göre bu bilgin büyük d’Alambert’miş.

Aynalara demiş ki:

— Her ikiniz de hem haklısınız, hem haksızsınız. Her biriniz eşyaları optik kanunlara göre
düşünüyorsunuz. Aldığınız şekillerin her biri geometriye göre doğrudur, her ikisi de
kusursuzdur. Bir konkav ayna çok başka bir üçüncü hayal verir. O da kusursuzdur. Tabiatın
kendisine gelince, hiç bir şey gerçek şeklini tanımaz. Hatta kendisini aksettiren aynadaki
şekilden başka bir şekil olmaması ihtimali de vardır. Sayın aynalar şunu biliniz ki eşyaların
akislerini aynı şekilde almadığınız için deli sayılmazsınız.
İşte bence güzel bir masal, bu hikayeyi, duyguları ve tutkuları kendiliğinden hissedilecek derecede ayrı insanları hücrelere kapatan akıl hastalıkları uzmanlarına armağan ediyorum. Aşırılıkta, aşkta, sanki cimrilikte, bencillikte olduğu kadar akıl yokmuş gibi tutumsuz adamı, sevdalı kadını akıldan yoksun sanıyorlar. Onlar başkalarının işitmediğini işitince, başkalarının görmediğini görünce bir insanı deli sayarlar. Bununla beraber Sokrates de Tanrısından fikir danışırdı, Jeanne d’Arc da sesler duyardı. Zaten hepimiz garip fikirli hepimiz hayal görücü klişeler değil miyiz? Dış alemin ne olduğunu biliyor muyuz? Bütün hayatımızda duygu sinirlerimizle ışık ve ses titreşimlerinden başka bir şey kavrayabiliyor muyuz? Gerçi sanrılarımız genel ve göreneğe dayanan düzen içinde devamlı, alışılmış bir haldedirler. Delilerin algılan az rastlanır. Ayrık ve farklı algılarda. Başlıca bu halleriyle tanınırlar. Hikayeciler şahı Maupassant’nın Horla'da bize tarattığı da bir delidir. Uykusun bozan ve gece masası üstündeki sütünü içen bir cadı, zavallı adamı sık sık ziyaret etmektedir. Bu yüzden hem çaresizlik içindedir, hem öfkelidir Bu da sebepsiz değildir. Çünkü kendini görünmez bir düşmana kaptırdığını hissetmek kadar korkunç bir şey olamaz. Ama hemen düşüncemi söyleyeyim mi? Bir deliye göre bu adamda biraz incelik noksanı vardır. Onun yerinde olsam, cadının istediği gibi sütü içmesine müsaade eder, kendi kendime de şöyle derdim: “bak, işler yolunda gidiyor. Bu kalevi sıvıyı yutmakla bu hayvan saydamsız bir elemanı sindirmek ve görünür bir hal alacaktır. Beklerken, saydam kalamayacağı için görünmez halini devam ettiremez. Böylece onu görmesem de vücudunda içtiği sütü olsun görürüm." Hoşunuza giderse sütle yetinmezdim, tepeden tırnağa kadar kırmızıya boyamak için ona gök boyası yuttururdum. Bundan başka suyu da sütü de içmediklerine göre görünmezler pekala var olabilirler. Hem rica ederim neden olmasın? Onların varlıklarını farzetmekte ne gibi bir saçmalık vardır? Bunu biraz düşündük mü bu zıt faraziye aklımızı altüst eder. Çünkü, hayat, bütün şekilleriyle duygularımıza çarpsaydı ve biz varlıkların bütün derecelerini kucaklayacak bir şekilde yaratılsaydık bu büyük bir talih eseri olurdu. Hayat, sıcaklığın pek özel şartlan içinde belirince bize görünür. Görünmesi imkansız gaz halindeki çevrelerde hayat varsa — ki hiç de imkansız değildir — onu anlayamayız. Ama bu onu inkar etmek için de bir sebep olamaz. Gaz halinde bulunan maddede katı halinden daha az enerjili değildir. Evren içinde, her sistemin merkezinde, babaların, kralların vazifelerini gördükleri anlaşılan güneşler neden sonsuz sessizlik içinde kalsınlar? Neden o geniş vücutlarında ısıyı ve ışığı taşıdıkları gibi hayatı ve zekayı taşımasınlar? Neden dünyanın hava tabakasında da, gezegenlerin hava tabakasında da insanlar yerleşmiş olmasınlar? Yiyeceklerini üst hava tabakasından sağlayan tamamıyla yan saydam, pek hafif varlıklar tasavvur edilemez mi? Deniz çocuklarının, kara çocuklarının var olduğu gibi hava çocuklarının da var olmasına hiçbir şey engel değildir.

[1] L'İnconnu, yazan: Paul Hervieu — Le Horla, yazan Guy de Maupassant.



“O günler geçip gitti.

O iyi günler,

O sağlıklı, dolu günler

O pullarla kaplı gökyüzü

O kiraz dolu dallar

O sarmaşıkların yeşil sığınağında birbirine yaslanan evler

O haylaz uçurtma damları

O akasyaların kokusundan başı dönen sokaklar.

O günler geçip gitti

Kirpiklerimin arasından”



Füruğ Ferruhzad-Yaralarım Aşktandır... Alıntı


Bu şehir de yaşayan hikayeler vardır. Elbet vardır onlarında bir sonu. Ama her gün o kadar
çok hikaye doğar ki, gidenler  fark edilmez bile. Sadece yasayanların değildir bu hikayeler.

Bir ağacın,bir evin,bir otobüs durağının ve hatta yerdeki sigara izmaritlerinin bile vardır bir
hikayesi. Mesela şuradakine bakın. Evet surda kaldırımın hemen kenarındaki izmarite bakın.
Nasılda ezilmiş. Belli ki biraz evvel öfkeli parmaklar arasından fırlatılmış. Hırsla ezmiş
sahibinin ayakları onu. Kim bilir kime kızgındı böyle. Belki en yakın arkadaşından yediği bir
kazıktı belki de kızının bir sevgilisi olduğunu öğrenmesiydi öfkesini bu bir tek sigaradan
çıkarmasına sebep olan.

Ya şuradaki hemen yolun karsısındakine ne dersiniz. Neredeyse izmarit bile kalmamış geriye.
Tüketmiş onu içen. Heyecanla bir şeylerin olmasını beklerken. Canını alırcasına içmiş en
yakın arkadaşını ve en büyük düşmanını. Sorsak o izmarite neler neler anlatır bize. Onu
içenin yüreğindeki fırtınaları ondan daha iyi kim bilebilir ki....Ama gerek yok belki de
sormaya. Bir düşünsek biz de hayatımda bunun gibi kaç tane içmişizdir ve hepsini
kendilerine ait hikayeleriyle öylesine yere,geride bırakıp gitmişizdir. O orada hikayesini
tamamlarken biz bizimkine devam etmişizdir.
Hah bakın bir tanede şurada var. Hemen  şu ağacın altında. Öylece duruyor,hiç içilmemiş gibi.

Biraz yıpranmış görünüyor , sanki birkaç nefeste olsa çekilmiş. İçen her kimse onu, belli ki
kavuşmuş beklediğine. Atmış elindekini koşmuş sevgilisine, annesine belki de yıllardır
görmediği evladına. Yılların acısını çıkarırcasına çektiği birkaç nefesle
heyecanına, umuduna, coşkusuna ortak etmiş onu .Beklediği görseydi, yerde öylece duran
izmariti bu kadar bekletir miydi acaba onu? O birkaç nefesteki umudu ve umutsuzluğu
hissetseydi kıyabilir miydi acaba bekleyenine?

Hikayeler öyle çoktur ki bu şehirde. Bakmasını bilirseniz her yerdedirler. Elle tutacak kadar
yakındır size ve bir o kadar da uzak. Hepsinde sizden de bir parça gizlidir. Nasıl olurda bu
hikayeler hem birbirlerine bu kadar benzer hem de birbirlerinden bu kadar farklı olurlar diye
sormayın bana. Cevap orada, bakın çevrenize. Herkesin hikayesi ne kadar iç içe görüyor
musunuz? Yollar bir noktada ayrılmış ve hep bir noktada birleşmiş. Hepsinin içinde
birbirinden bir esinti var sanki... Ama herkese farklı acılar,farklı sevinçler yaşatmış bu
hikayeler. Herkes bir yerlere izlerini bırakmış hikayelerinin. Kimisi bir ağaca nakış gibi
işlemiş, kimisi bir durakta bırakmış,kimisi de izmaritlere yazmış hikayesini. Okunsun diye
değil sadece yaşandıkları için. Bir anı gibi, bir imza gibi...


Bu şehir neresi mi? Herhangi bir ülkedeki herhangi bir şehir. Ne fark eder ki? Sizin yaşadığınız yer. Nefes aldığınız, karnınızı doyurduğunuz ve hikayelerinizi geride bırakarak, öleceğiniz yer.

CONVALY






insanlarda tek sıcak kanun
üzümden şarap yapmaları
kömürden ateş yapmaları
öpücüklerden insan yapmalarıdır

insanlarda tek zorlu kanun
savaşlarda yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları
ölüme karşı yaşamalarıdır

insanlarda tek güzel kanun
suyu ışık yapmaları
düşü gerçek yapmaları
düşmanı kardeş yapmalarıdır

hep var olan kanunlardır bunlar
bir çocuğun tâ yüreğinden başlar
yayılır, genişler, uzar gider
tâ akla kadar

Paul ELUARD



Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma…

Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de…

Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.

Yolcuya bakıp, yolunu tanıma.

Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.

Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;

Asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;

Yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal…

“En doğru yol: en dikensiz yoldur” diyenler seni aldatıyorlar.

Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.

Aldırma…

Halil Cibran


"Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle..
Dinleme bile, sadece bekle..
Bekleme bile
Gerçekten sakin ve yalnız ol
Dünya özgürce sunacaktır kendini sana..
Maskesinden sıyrılmak için başka seçeneği yok
Huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine..."


Franz KAFKA




İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın
biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde
gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir
meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin
iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden
bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu.
Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu.
Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş
düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir
sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü
ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu.

Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla
uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç
kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı.

Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir
kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun
yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi,
taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir
kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı,
taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene
kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle
yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü
evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının
önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını
gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın
engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini
topladılar ve sonra kadına doğru uçtular.

Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve
dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey
canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü
buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken
bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da
silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları
elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek
selamladılar.

Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı
çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili
avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir
uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve
büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak,
gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına
birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu
aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler
kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar,
içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış,
galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü
kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü
olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu.

Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua
etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar,
dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu
kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı,
kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal
gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu:'' Sen kimsin?'' - Adam
şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı:''Riva Belediye
Başkanı.''

Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu
gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu:''Biliyordum,
sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili
ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz,
ben avcı Gracchus'um.''

''Kuşkusuz,'' dedi Belediye Başkanı. ''Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan
uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi:''Salvatora'', -bu benim adım-
''penceredeki güvercine bak!'' Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar
büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: 'Ölü avcı Gracchus yarın geliyor,
kent adına onu karşıla.''

Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: ''Evet,
güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva'da kalacağıma
inanıyor musunuz?''

''Bunu henüz söyleyemem'', diye yanıtladı Belediye Başkanı.''Siz ölü değil
misiniz?''

''Ölüyüm'', dedi avcı, ''görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş
olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya'da-bir Alp keçisini kovalarken
kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm.''

''Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz'', dedi Belediye Başkanı.

''Bir bakıma öyle'';, dedi avcı, ''bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal
yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği,
yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum,
yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım
dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir
kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum.

''Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?'' diye sordu Belediye Başkanı,
alnını buruşturmuştu.

''Ben'', diye yanıtladı avcı, ''sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin
üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir
yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu
avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin.''

''Gülmüyorum'', diye itiraz etti Başkan.

'';Çok anlayışlısınız'', dedi avcı. ''Hep hareket halindeyim. Ama çok
neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir
yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel
yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya
vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme
getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç
de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah,
ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun
püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise
mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var,
herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel
boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı
ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç
kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak
havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum.

Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman'da, Alp keçisini kovalarken
kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre
oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte
tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı
anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık
duvarların duyduğu şarkıyı duymadı.

Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her
zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp
attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim.
Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi.''

''Kötü bir yazgı'';, dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru
itti''

''Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?''

''Hayır'', dedi avcı, ''avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla
dolu olan Kara Orman'da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş
ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. 'Kara
Orman'ın büyük avcısı' diyorlardı bana. Bu suç mu?''

''Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim'', dedi Belediye Başkanı, ''ama
bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?''

''Kayıkçı'', dedi avcı.''Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım
etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin
bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından
kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir
gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden
haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri
bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini
bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta
iyileşebilir.

Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi
tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma
bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri
sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan
atmak yeterli oluyor.''

''Olağanüstü'', dedi Belediye Başkanı''olağanüstü bir şey. -Peki Riva'da bizim
yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?''

''Düşünmüyorum'', dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için
elini Başkanın dizinin üstüne koydu.

'' Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın
dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor.''


FRANZ KAFKA