KİTAPLARDAN ALINTILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KİTAPLARDAN ALINTILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


“İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Kim söylemiş bu güzel sözü bilmiyorum, geçenlerde gazetede bir köşe yazarı tarafından günün sözü olarak yazılmıştı…

 Aklıma takıldı, yoğunlaştım bu sözün üstüne, inandığım şeyler hep göremediklerim miydi, ve en sonunda inandıklarımı görebiliyor muydum diye…

 İnançla hayal arasında nasıl sıkı bir bağlantı vardır diye…

 Hayatta bir şeylere inanmak, yaşama bağlı olma isteğini arttırır, bunu bir çok kez yaşadım, gördüm…

 Fakat şu bir gerçektir ki, bir şeylere inanmakla bitmiyor olay…

 Çaba gerekiyor, emek gerekiyor, olumlu düşünce gerekiyor ve hayalleri inanca, inancı gerçeğe çevirmek gerekiyor…

 Bunlar olmazsa, kalbimizdeki inanç, göremediklerimize inandığımız ve bu inandıklarımızı en sonunda göremediğimiz için dünyamızı karartıyor, bizi bambaşka bir insana çeviriyor…

 John Fowles, “Fransız Teğmenin Kadını” adlı o mistik romanında, Charles adlı zengin bir soylunun Sarah adında bir hizmetçiye bir anda aşık olup, onun ortadan kaybolmasından sonra içindeki o nerden geldiği belli olmayan büyük bir inançla yıllarca izini sürmeye başlar bu esrarengiz kadının….

 Nerde olduğunu bilmeden, şehir şehir dolaşarak, günlerce, aylarca sürer bu arayış…

 Ne olursa olsun Charles’ın içindeki inanç bitmez, tek dayanağı odur çünkü…

 Göremediği bir şeye inanmıştır ve ne yazık ki,

 Başka güvenebileceği bir şey kalmamıştır…

 Ne olursa olsun sevdiği kadını bulacaktır, onu göremese bile ona inanmaktadır, onun yanında olmasa bile onu sonsuz bir aşkla sevmektedir….

 Peki siz olsanız ne yapardınız?

 Kısa bir süre içinde gördüğünüz bir insana çılgınlar gibi aşık olduğunuzun biraz geçte olsa farkına varsaydınız ve ona koşarak gittiğinizde yerinde bulamasaydınız, üstelik nereye gittiğine, kimin yanında olduğuna dair en ufak bir detay bile öğrenemeseydiniz, ama ne olursa olsun içinizde bir inanç olsaydı?

 Ben bu kitabı okurken Charles istediği kadar inançlı ve inatçı olsun, ne olursa olsun Sarah’ı asla bulamayacak ve bu kayboluşun etkisi bir kabus gibi çökecek onun yaşamına diye düşünüyordum…
Ama öyle olmadı…

 Yüreğindeki inanç, Charles’ı sevdiği insanı bulmak için zorladı, gidebileceği her yere gitti, bakabileceği her yere baktı, girip çıkmadığı yer kalmadı…

 Gazetelere ilan verdi, özel dedektifler tuttu, yolda gördüğü herkese onu sordu….

 En sonunda günün birinde Londra’da Sarah’ı bulmaları için tuttuğu özel dedektiflerden onun bulunduğuna dair bir telgraf aldı, koşa koşa gitti ona, içindeki inancın bir gün gerçekleşmiş olmasının verdiği sevinç ve hüzünle….

 Onun yanına geldiğinde gördü ki, karşısında artık sevdiği insan yoktu…

 Evet, görmediği bir şeye inanmıştı yıllarca ve bunun ödülü olarak en sonunda onu görebilmişti…

 Ama acı bir hüsranla bitti bu inancın sonu, Sarah onu çılgınlar gibi sevdiğini bildiği halde Charles’a “uğraşacak yeni ve daha güzel şeyler” bulduğunu, hatta yaşamında başkasının olduğunu söyleyerek bu inancı, bu yarınlara umut veren sevgiyi bir anda yok etti…

 Charles, onca zaman göremediği bir şeye yürekten inanmış ve bunun ödülü olarakta onu en sonunda görebilmişti, ama tüm bu umut, çaba ve inanç onun hayatını mahvetmekten başka bir işe yaramadı…

 Bu trajedinin sonu şu cümlelerle anlatılıyordu:

 “Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir? Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik…hayatın bir simge olmadığını, tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya başlamıştı….”

 Evet, Charles’ın inancı gerçekleşmişti ama boşa çıkmıştı…

 İnanmanın ona verdiği ödül acı bir deneyimden başka bir şey olmamış, belki onu daha güçlü ve olgun yapmış belki de insanlara ve sevgi kavramı üstüne güvensiz ve olumsuz bir bakış açısı kazandırmıştı…

 Hayatta her şey gelebilir insanın başına, kesin olan tek bir şey vardır ki, tüm inançlarınıza, umutlarınıza, beklentilerinize, hüsran ve hayal kırıklıklarınıza rağmen dünya dönmeye devam ediyor ve inancınız bir kez olsun boşa çıktıktan sonra her şeyden vazgeçmek yapılabilecek en basit şey oluyor…

 Siz ne yapardınız bilmiyorum, ama eğer benim sevdiğim insan ansızın ortadan kaybolsaydı ve içimde hala bir şeyler olduğunu hissetseydim, ne olursa olsun onu bulurdum, en azından içimde kalanları söylerdim ve kendi iç huzuruma kavuşurdum….

 Tüm bunları yapabilmek ve yürekten hissedebilmek için göremediğim bir şeye inanmak pahasına, sırf o sevginin varlığı, o sevgilinin yokluğu içimi acıtmasın, beni saplantılı bir varlığa çevirmesin diye, durmaksızın arardım onu….

 Bulduğumda karşıma nasıl ve ne tavırla çıkacağını bilmeden, kalbimdeki inançla, her şeyi göze alarak…

 Çünkü sonunda ne olursa olsun, inancımın ödülünü alacağımı bilirdim ve karşı taraf ne yaparsa yapsın, inancımın verdiği ödül, içimde kalanların dışarıya vurulması ve karşımdaki insanın ne olursa olsun onu sevdiğimi bilmesi bana yeterdi…

 Belki size az şeyle yetinmek gibi görünebilir tüm bunlar, ama ne kadar inanırsanız inanın, sonunda elde edeceğiniz ödül sizin istediğiniz gibi olmayabilir…

 Bir gün taparcasına sevdiğiniz insanın karşısına çıkıp onu ne kadar sevdiğinizi, onun için her şeyi göze alabileceğinizi söylediğinizde size hiç ummadığınız bir şekilde karşılık verebilir…

 Belki içinizdeki inanç hüsran dolu bir hayal kırıklığına, belki de eşi benzeri bulunmayan bir mutluluğa sebep olabilir, ama tam olarak ne olacağını kimse bilmez…

 Charles sevdiği insanı bulacağına inanmasaydı belki de içinde kalan sözlerle, hislerle ve yok olan sevgilisinin hayaliyle günden güne kötüye gidecek, belki de intihar edecekti…

 İnandı ve buldu, ödülünü aldı…

 Belki istediği ödül bu değildi ama hiç değilse içinde kalan tek bir şey olmadı, yapabileceği, söyleyebileceği her şeyi söyledi…

 Sonra yaşamaya devam etti…

 Böyle platonik bir aşkın acısından sonra bile bir “inanç zerreciği” buldu içinde…

 Çünkü bir kere inanıpta hüsrana uğramak, bir daha hiçbir şeye inanmamanız anlamına gelmez, aksine sizi daha çok inanmaya ve kendinize güvenmeye teşvik eder…

 Tabi bu görüş, bakış açısına göre değişir…

 Hayat, öyle mistik, tuhaf, beklenmedik ve farklı kavramlar barındırır ki içinde, yaşayan varlıklar olarak bir şeylere inanmak, bir şeyleri umut etmek ve bir şeyler yapabileceğimize inanmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur…

 Her şey istediğimiz gibi olmayabilir, çünkü çoğu şey bizim kontrolümüzde değildir…

 En azından inançlarımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun sonunda göremediklerimize inanmanın ödülünü kazanmanın mutluluğunu yaşayabiliriz…

 En azından sevgi ve saygımızı biz kontrol edebilir, ne olursa olsun en sonunda ulaşılmaz sandıklarımızı sevmenin ve belki de sevilmenin ayrıcalığını yaşayabiliriz…

 “İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”

 Bu ödülün ne olacağını bilmeden, tatlı bir sürprizle mi yoksa sizi yıkmaya yetecek bir hüsranla mı karşılaşacağınızı bilmeden, inancınıza güvenerek yola çıktığınızda, bence kaybedecek fazla bir şeyiniz yoktur, en sonunda kazanacağınız ödül olumlu veya olumsuz da olsa, sizi daha farklı ve güçlü bir insan yapmaya yetecektir…

 Kaynak: “Fransız Teğmenin Kadını” John Fowles, Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul
 Hatice Mine BAHADIR



İki oğlan çocuğu rıhtım duvarının üstüne oturmuş zar atıyorlardı. Adamın
biri, bir heykelin basamakları üstünde, kılıç sallayan kahramanın gölgesinde
gazete okuyordu. Kızın biri çeşme başında bakracına su dolduruyordu. Bir
meyve satıcısı malının yanı başına uzanmış gölü seyrediyordu. Bir meyhanenin
iç tarafında iki adamın şarap içtiği, açık kapı ve pencere deliklerinden
bakınca görülüyordu. Meyhaneci ön tarafta bir masada oturmuş kestiriyordu.
Bir kayık, suyun üstünde taşıyorlarmış gibi yavaşça, küçük limana giriyordu.
Mavi giysili bir adam karaya çıktı ve halatları halkalara geçirdi. Gümüş
düğmeli siyah elbise giymiş öteki iki adam da, kayıkçının arkasında bir
sedye taşıyordu; sedyede, iri çiçek örnekleriyle süslü, kenarları püsküllü
ipek bir örtünün altında bir insanın yattığı anlaşılıyordu.

Rıhtımda hiç kimse bu yeni gelen kişilerle ilgilenmedi; henüz halatlarla
uğraşan sandal kaptanını beklemek için sedyeyi yere koyduklarında bile hiç
kimse onlara yaklaşmadı, bir soru yöneltmedi, dikkatle bakmadı.

Kaptan, kucağında bir çocukla ve saçları dağınık halde sandalda beliren bir
kadın yüzünden biraz daha oyalandı. Sonra bu yana geldi, sol tarafta suyun
yakınında, yukarı dosdoğru yükselen sarımsı, iki katlı bir binayı gösterdi,
taşıyıcılar sedyeyi kaldırdılar ve alçak, ama ince sütunlardan oluşan bir
kapıdan içeri götürdüler. Küçük bir oğlan pencerenin birini açtı,
taşıyıcıların evde gözden kaybolduğunu görünce çabucak pencereyi gene
kapattı. Ardından kapı da kapandı; kapı siyah meşe ağacından özenle
yapılmıştı. O ana kadar çan kulesinin etrafında uçuşan bir güvercin sürüsü
evin önüne kondu. Güvercinler yemleri bu evde saklanıyormuş gibi, kapının
önüne toplandılar. Bir tanesi birinci kata kadar uçtu ve pencerenin camını
gagaladı. Bunlar açık renkli, bakımlı, canlı hayvanlardı. Sandaldaki kadın
engin bir hareketle güvercinlere yem attı, onlar da yem tanelerini
topladılar ve sonra kadına doğru uçtular.

Silindir şapkasında siyah matem bandı bulunan bir adam, limana giden dar ve
dik sokaklardan birinden indi. Dikkatle etrafına bakındı, buradaki her şey
canını sıktı, bir köşede bulunan çöplerin görünümü karşısında yüzünü
buruşturdu. Heykelin basamakları üstünde meyve kabukları vardı, geçerken
bastonu ile bunları aşağı doğru itti. Odanın kapısını vurdu, aynı zamanda da
silindir şapkayı siyah eldivenli sağ eline aldı. Kapı hemen açıldı, sayıları
elliyi bulan küçük oğlan uzun koridorda bir halka oluşturdular ve eğilerek
selamladılar.

Sandalın kaptanı evin merdiveninden aşağı indi, adamı selamladı, yukarı
çıkardı, birinci katta onunla birlikte ince yapılı, süslü localarla çevrili
avluyu dolaştı ve ikisi de, oğlanlar saygı işareti anlamına gelen bir
uzaklık bırakarak arkalarından gelirken, evin arka tarafındaki serin ve
büyük bir odaya girdiler; bunun karşısında başka ev yoktu, yalnız çıplak,
gri siyah bir kaya duvarı göze çarpıyordu. Sedyeciler, sedyenin baş tarafına
birkaç uzun mumu dikmek ve yakmak işiyle uğraşıyorlardı, ama bunun sonucu
aydınlık meydana gelmedi, yalnızca biçimsel olarak önceden var olan gölgeler
kıpırdadı ve duvarlarda oynaştı. Sedyenin üstünden örtüyü kaldırdılar,
içinde saçı sakalı yabansı biçimde birbirine karışmış, teni güneşte yanmış,
galiba avcıya benzeyen bir adam yatıyordu. Hareketsiz yatıyordu, görüldüğü
kadarı ile soluk almıyordu, gözleri kapalıydı, gene de onun bir ölü
olabileceğini yalnızca çevresi sezdiriyordu.

Adam sedyeye yaklaştı, elini orada yatanın alnına koydu, sonra diz çöküp dua
etti. Kayıkçı odayı terk etmeleri için taşıyıcılara işaret verdi, çıktılar,
dışarda toplanmış olan çocukları dağıttılar ve kapıyı kapadılar. Ancak bu
kadar sessizlik adama hâlâ daha yeterli görünmüyordu, kayıkçıya baktı,
kayıkçı anladı ve yan kapıdan bitişik odaya geçti. Sedyedeki adam derhal
gözlerini açtı, yüzünü adama çevirdi ve sordu:'' Sen kimsin?'' - Adam
şaşkınlık belirtisi göstermeden yukarı doğruldu ve yanıtladı:''Riva Belediye
Başkanı.''

Sedyedeki adam başını salladı, bitkin bir halde kolunu uzatarak, bir koltuğu
gösterdi ve Belediye isteğini yerine getirdikten sonra konuştu:''Biliyordum,
sayın Başkan, ama ilk anda hepsini unuttum, çevrede her şey benimle ilgili
ve hepsini biliyorsam da, sorsam daha iyi olacak. Belki siz de biliyorsunuz,
ben avcı Gracchus'um.''

''Kuşkusuz,'' dedi Belediye Başkanı. ''Bu gece sizi bana haber verdiler. Çoktan
uyumuştuk. Gece yarısına doğru karım seslendi:''Salvatora'', -bu benim adım-
''penceredeki güvercine bak!'' Gerçekten de bir güvercindi, ama horoz kadar
büyüktü. Kulağıma doğru uçtu ve şunu dedi: 'Ölü avcı Gracchus yarın geliyor,
kent adına onu karşıla.''

Avcı başını salladı ve dilinin ucunu dudaklarının arasına koydu: ''Evet,
güvercinler benim önümden gidiyor. Peki, sayın Başkan, Riva'da kalacağıma
inanıyor musunuz?''

''Bunu henüz söyleyemem'', diye yanıtladı Belediye Başkanı.''Siz ölü değil
misiniz?''

''Ölüyüm'', dedi avcı, ''görüyorsunuz. Yıllar önce, aradan çok yıllar geçmiş
olması gerekir, Kara Ormanda -bu yer Almanya'da-bir Alp keçisini kovalarken
kayalardan aşağı düştüm. Ondan bu yana ölüyüm.''

''Ama aynı zamanda da yaşıyorsunuz'', dedi Belediye Başkanı.

''Bir bakıma öyle'';, dedi avcı, ''bir bakıma da yaşıyorum. Beni taşıyan sandal
yolunu şaşırdı, dümencinin yanlış dönüşü, kaptanın bir anlık dikkatsizliği,
yurdumun güzelliği yüzünden dikkatin dağılması; hangisidir bilmiyorum,
yalnız şunu biliyorum ki, yeryüzünde kaldım ve ondan bu yana kayığım
dünyanın sularında dolaşıyor. Ben de, yalnız dağlarda yaşamak isteyen bir
kişi, ölümümden sonra dünyanın bütün ülkelerini geziyorum.

''Öte tarafta sizden hiçbir parça da yok mu?'' diye sordu Belediye Başkanı,
alnını buruşturmuştu.

''Ben'', diye yanıtladı avcı, ''sürekli olarak, yukarı doğru çıkan merdivenin
üstündeyim. Açıkta duran bu sonsuz uzunluktaki merdivende bir aşağı, bir
yukarı, bir sağa, bir sola dolaşıp duruyorum, sürekli hareket halindeyim. Bu
avcı bir kelebek oldu. Gülmeyin.''

''Gülmüyorum'', diye itiraz etti Başkan.

'';Çok anlayışlısınız'', dedi avcı. ''Hep hareket halindeyim. Ama çok
neşelenirsem ve yukardaki kapı karşımda parıldarsa, dünyadaki suların bir
yerinde tek başına duran eski kayığımda uyanıyorum. Vaktiyle ölüşümün temel
yanlışlığı, kamaramda beni çepçevre sarıyor. Kaptanın karısı Julia, kapıya
vuruyor, kıyılardan geçmekte olduğumuz ülkenin sabah içkisini sedyeme
getiriyor. Ağaç bir kerevet üstünde yatıyorum, üstümde -beni seyretmek hiç
de hoş bir şey değil- kirli bir ölü gömleği var, saç ve sakal, gri ve siyah,
ayrışmayacak gibi birbirine karışıyor, bacaklarım çiçeklerle süslü, uzun
püsküllü kocaman bir ipek kadın şah ile örtülü. Baş tarafımda bir kilise
mumu dikili, bana ışık veriyor. Karşımdaki duvarda küçük bir resim var,
herhalde ilkel bir Afrikalı, kargısıyla bana nişan alıyor ve çok güzel
boyanmış bir kalkanın ardında olabildiğince saklanıyor. Gemilerde bazı
ahmakça resimlere rastlanır ya, bu onların en ahmakçası. Bunun dışında ağaç
kafesimde bir şey yok. Yan duvarın bir deliğinden güney gecelerinin sıcak
havası geliyor, eski sandala suyun vuruşunu duyuyorum.

Canlı bir avcı olarak yaşadığım Kara Orman'da, Alp keçisini kovalarken
kayadan düştüğüm günden beri burada yatıyorum. Her şey bir sıraya göre
oluştu. Kovaladım, düştüm, uçurumda kan kaybettim, öldüm ve sandal beni öte
tarafa götürecekti. Bu kerevete ilk kez nasıl neşeyle uzandığımı
anımsıyorum. Dağlar hiçbir zaman benden, o zamanki bu yarı karanlık
duvarların duyduğu şarkıyı duymadı.

Severek yaşadım ve severek öldüm, kayığa binmeden önce silâh, çanta, her
zaman gururla taşıdığım av tüfeği gibi berbat şeyleri mutlulukla fırlatıp
attım ve genç bir kızın gelinlik giyişi gibi ölü gömleğini sırtıma geçirdim.
Buraya yattım ve bekledim. Felâket o zaman geldi.''

''Kötü bir yazgı'';, dedi Belediye Başkanı, elini havada kendinden uzağa doğru
itti''

''Peki, sizin bunda hiç suçunuz yok mu?''

''Hayır'', dedi avcı, ''avcıydım, avcı olmak suç mu? Vaktiyle henüz kurtlarla
dolu olan Kara Orman'da avcı olarak bulunuyordum. Pusuya yatıyor, ateş
ediyor, vuruyor, deriyi yüzüyordum, bu suç mu? İşim beğeniliyordu. 'Kara
Orman'ın büyük avcısı' diyorlardı bana. Bu suç mu?''

''Bu konuda yargıda bulunmaya yetkili değilim'', dedi Belediye Başkanı, ''ama
bence ortada bir suç konusu yok. Peki suçlu kim?''

''Kayıkçı'', dedi avcı.''Şuraya ne yazdığımı hiç kimse okumayacak, bana yardım
etmeye kimse gelmeyecek; bana yardım etmek bir görev olsaydı, bütün evlerin
bütün kapıları, bütün pencereleri kapalı kalırdı, hiç kimse yatağından
kıpırdamazdı, hiç kimse başını yorganın dışına çıkarmazdı, tüm dünya bir
gece barınağı olurdu. Bunun da bir anlamı var, çünkü hiç kimsenin benden
haberi yok ve eğer olsaydı bile, kaldığım yeri bilmeyecekti, kaldığım yeri
bilseydi, beni orda alıkoymasını bilmeyecekti, bana nasıl yardım edeceğini
bilmeyecekti. Bana yardım etme düşüncesi bir hastalıktır ve yalnız yatakta
iyileşebilir.

Bunu bildiğim için, üzerinde çok durduğum -örneğin tam şimdiki gibi kendimi
tutamadığım- anlarda bile yardım gelsin diye haykırmıyorum. Ama etrafıma
bakınınca ve nerede olduğumu, yüzyıllardır -bunu rahatlıkla ileri
sürebilirim- oturduğum yeri göz önüne alınca böyle düşünceleri kafamdan
atmak yeterli oluyor.''

''Olağanüstü'', dedi Belediye Başkanı''olağanüstü bir şey. -Peki Riva'da bizim
yanımızda kalmayı düşünüyor musunuz?''

''Düşünmüyorum'', dedi avcı gülümseyerek, alaycılığını hoş göstermek için
elini Başkanın dizinin üstüne koydu.

'' Ben buradayım, başka bildiğim yok, elimden başka bir şey gelmez. Sandalımın
dümeni yok, ölümün en aşağı bölgelerinde esen rüzgâr onu taşıyor.''


FRANZ KAFKA



Uzun zamandır okumayı arzuladığım ama bir türlü kısmet olmamış kitaplardan...

"Enel Hak" Hallac-ı Mansur.

Derinlere doğru ilerliyorum her satırında ve binbir anlam buluyorum her kelimesinde... Yoktan var'ı Var'dan yok'u yaratan Rabbim'e sığınarak devam ediyorum genişletmek adına kalbimi aşk'la... Yaradanın aşkıyla... Ve III. Bölüm... Paylaşmam gerekiyor, okudukça devamı gelecek diyerekten...

ARINMIŞLIK ÜZERİNE
TA-SİN

Gerçeklik, çok gizlidir, açıklanamaz; ona giden
yollar dar; yolcunun karşısına doymaz ateşler, engin
çöller çıkar. Yabancı, işte bu patikalardan geçer, Duraklarda
görüp yaşadıklarını anlatır. Bunlar, kırk Duraklardır:

1— Yöntem (adab)
2— Korku (raheb)
3— Yorulma (nasab)
4— Arama (taleb)
5— Şaşırma (aceb)
6— Yıkılma (ateb)
7— Esrime (tarab)
8— Tutku (şereh)
9— Doğruluk (nezeh)
10— İçtenlik (sıdk)
11— Yoldaşlık (rıfk)
12— Özgürleşme (ıtk)
13— Gösterme (tasvih)
14— Dinginlik (tervih)
15— Anlama (temyiz)
16— Tanık olma (şuhud)
17— Oluş (vucud)
18— Sayım (ıdd)
19— Çabalama (kedd)
20— Eski duruma dönme (rada)
21— Yayılma (imtidad)
22— Hazırlanma (i’tidad)
23— Kendini yalıtma (infirad)
24— Bağlanma (inkıyad)
25— Çekim (murad)
26— Görüntü (huzur)
27— Uygulama (riyazet)
28— Dikkat (hıyatat)
29— Yitirilen şeyler için üzülme (iftikad)
30— Direnme (istilad)
31— Dikkate alma (tedebbür)
32— Hayret (tahayyur)
33— Düşünme (tafakkur)
34— Sabır (tasabbur)
35— Yorumlama (taabbur)
36— Onaylamama (rafd)
37— Güçlü eleştiri (nakd)
38— Uyma (riayet)
39— İşaret alma (hidayet)
40— Başlangıç (bidayet)

Son durak, arınmış ve gönlü temiz insanların ulaşabileceği

Durak'tır.