“İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu
inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”
Kim söylemiş bu güzel sözü bilmiyorum,
geçenlerde gazetede bir köşe yazarı tarafından günün sözü olarak yazılmıştı…
Aklıma takıldı, yoğunlaştım bu sözün üstüne,
inandığım şeyler hep göremediklerim miydi, ve en sonunda inandıklarımı
görebiliyor muydum diye…
İnançla hayal arasında nasıl sıkı bir bağlantı
vardır diye…
Hayatta bir şeylere inanmak, yaşama bağlı olma
isteğini arttırır, bunu bir çok kez yaşadım, gördüm…
Fakat şu bir gerçektir ki, bir şeylere
inanmakla bitmiyor olay…
Çaba gerekiyor, emek gerekiyor, olumlu düşünce
gerekiyor ve hayalleri inanca, inancı gerçeğe çevirmek gerekiyor…
Bunlar olmazsa, kalbimizdeki inanç,
göremediklerimize inandığımız ve bu inandıklarımızı en sonunda göremediğimiz
için dünyamızı karartıyor, bizi bambaşka bir insana çeviriyor…
John Fowles, “Fransız Teğmenin Kadını” adlı o
mistik romanında, Charles adlı zengin bir soylunun Sarah adında bir hizmetçiye
bir anda aşık olup, onun ortadan kaybolmasından sonra içindeki o nerden geldiği
belli olmayan büyük bir inançla yıllarca izini sürmeye başlar bu esrarengiz
kadının….
Nerde olduğunu bilmeden, şehir şehir
dolaşarak, günlerce, aylarca sürer bu arayış…
Ne olursa olsun Charles’ın içindeki inanç
bitmez, tek dayanağı odur çünkü…
Göremediği bir şeye inanmıştır ve ne yazık ki,
Başka güvenebileceği bir şey kalmamıştır…
Ne olursa olsun sevdiği kadını bulacaktır, onu
göremese bile ona inanmaktadır, onun yanında olmasa bile onu sonsuz bir aşkla
sevmektedir….
Peki siz olsanız ne yapardınız?
Kısa bir süre içinde gördüğünüz bir insana
çılgınlar gibi aşık olduğunuzun biraz geçte olsa farkına varsaydınız ve ona
koşarak gittiğinizde yerinde bulamasaydınız, üstelik nereye gittiğine, kimin
yanında olduğuna dair en ufak bir detay bile öğrenemeseydiniz, ama ne olursa
olsun içinizde bir inanç olsaydı?
Ben bu kitabı okurken Charles istediği kadar
inançlı ve inatçı olsun, ne olursa olsun Sarah’ı asla bulamayacak ve bu
kayboluşun etkisi bir kabus gibi çökecek onun yaşamına diye düşünüyordum…
Ama öyle olmadı…
Yüreğindeki inanç, Charles’ı sevdiği insanı bulmak
için zorladı, gidebileceği her yere gitti, bakabileceği her yere baktı, girip
çıkmadığı yer kalmadı…
Gazetelere ilan verdi, özel dedektifler tuttu,
yolda gördüğü herkese onu sordu….
En sonunda günün birinde Londra’da Sarah’ı
bulmaları için tuttuğu özel dedektiflerden onun bulunduğuna dair bir telgraf
aldı, koşa koşa gitti ona, içindeki inancın bir gün gerçekleşmiş olmasının
verdiği sevinç ve hüzünle….
Onun yanına geldiğinde gördü ki, karşısında
artık sevdiği insan yoktu…
Evet, görmediği bir şeye inanmıştı yıllarca ve
bunun ödülü olarak en sonunda onu görebilmişti…
Ama acı bir hüsranla bitti bu inancın sonu,
Sarah onu çılgınlar gibi sevdiğini bildiği halde Charles’a “uğraşacak yeni ve
daha güzel şeyler” bulduğunu, hatta yaşamında başkasının olduğunu söyleyerek bu
inancı, bu yarınlara umut veren sevgiyi bir anda yok etti…
Charles, onca zaman göremediği bir şeye
yürekten inanmış ve bunun ödülü olarakta onu en sonunda görebilmişti, ama tüm
bu umut, çaba ve inanç onun hayatını mahvetmekten başka bir işe yaramadı…
Bu trajedinin sonu şu cümlelerle
anlatılıyordu:
“Hayat, gizemli kurallar ve gizemli seçimler
nehri, ıssız bir kıyı boyunca akıyordu; diğer ıssız kıyı boyundaysa Charles
şimdi yürümeye başlamıştı, kendi cesedinin taşındığı bir cenaze arabasının
ardından yürüyen bir adam gibi. Mutlak bir intihara doğru mu yürümektedir?
Sanmam; çünkü, sonunda kendinde bir inanç zerreciği bulmuştur, üzerinde bir
şeyler inşa edebileceği gerçek bir benzersizlik…hayatın bir simge olmadığını,
tek bir bilmece ve onu bilememekten ibaret olmadığını, tek bir yüzü olmadığını
ve zarlar bir kere kötü gelmişse hemen bırakılamayacağını anlamaya
başlamıştı….”
Evet, Charles’ın inancı gerçekleşmişti ama
boşa çıkmıştı…
İnanmanın ona verdiği ödül acı bir deneyimden
başka bir şey olmamış, belki onu daha güçlü ve olgun yapmış belki de insanlara
ve sevgi kavramı üstüne güvensiz ve olumsuz bir bakış açısı kazandırmıştı…
Hayatta her şey gelebilir insanın başına,
kesin olan tek bir şey vardır ki, tüm inançlarınıza, umutlarınıza,
beklentilerinize, hüsran ve hayal kırıklıklarınıza rağmen dünya dönmeye devam
ediyor ve inancınız bir kez olsun boşa çıktıktan sonra her şeyden vazgeçmek
yapılabilecek en basit şey oluyor…
Siz ne yapardınız bilmiyorum, ama eğer benim
sevdiğim insan ansızın ortadan kaybolsaydı ve içimde hala bir şeyler olduğunu
hissetseydim, ne olursa olsun onu bulurdum, en azından içimde kalanları
söylerdim ve kendi iç huzuruma kavuşurdum….
Tüm bunları yapabilmek ve yürekten
hissedebilmek için göremediğim bir şeye inanmak pahasına, sırf o sevginin
varlığı, o sevgilinin yokluğu içimi acıtmasın, beni saplantılı bir varlığa
çevirmesin diye, durmaksızın arardım onu….
Bulduğumda karşıma nasıl ve ne tavırla
çıkacağını bilmeden, kalbimdeki inançla, her şeyi göze alarak…
Çünkü sonunda ne olursa olsun, inancımın
ödülünü alacağımı bilirdim ve karşı taraf ne yaparsa yapsın, inancımın verdiği
ödül, içimde kalanların dışarıya vurulması ve karşımdaki insanın ne olursa
olsun onu sevdiğimi bilmesi bana yeterdi…
Belki size az şeyle yetinmek gibi görünebilir
tüm bunlar, ama ne kadar inanırsanız inanın, sonunda elde edeceğiniz ödül sizin
istediğiniz gibi olmayabilir…
Bir gün taparcasına sevdiğiniz insanın
karşısına çıkıp onu ne kadar sevdiğinizi, onun için her şeyi göze
alabileceğinizi söylediğinizde size hiç ummadığınız bir şekilde karşılık
verebilir…
Belki içinizdeki inanç hüsran dolu bir hayal
kırıklığına, belki de eşi benzeri bulunmayan bir mutluluğa sebep olabilir, ama
tam olarak ne olacağını kimse bilmez…
Charles sevdiği insanı bulacağına inanmasaydı
belki de içinde kalan sözlerle, hislerle ve yok olan sevgilisinin hayaliyle
günden güne kötüye gidecek, belki de intihar edecekti…
İnandı ve buldu, ödülünü aldı…
Belki istediği ödül bu değildi ama hiç değilse
içinde kalan tek bir şey olmadı, yapabileceği, söyleyebileceği her şeyi
söyledi…
Sonra yaşamaya devam etti…
Böyle platonik bir aşkın acısından sonra bile
bir “inanç zerreciği” buldu içinde…
Çünkü bir kere inanıpta hüsrana uğramak, bir
daha hiçbir şeye inanmamanız anlamına gelmez, aksine sizi daha çok inanmaya ve
kendinize güvenmeye teşvik eder…
Tabi bu görüş, bakış açısına göre değişir…
Hayat, öyle mistik, tuhaf, beklenmedik ve
farklı kavramlar barındırır ki içinde, yaşayan varlıklar olarak bir şeylere
inanmak, bir şeyleri umut etmek ve bir şeyler yapabileceğimize inanmaktan başka
bir seçeneğimiz yoktur…
Her şey istediğimiz gibi olmayabilir, çünkü
çoğu şey bizim kontrolümüzde değildir…
En azından inançlarımızı biz kontrol edebilir,
ne olursa olsun sonunda göremediklerimize inanmanın ödülünü kazanmanın
mutluluğunu yaşayabiliriz…
En azından sevgi ve saygımızı biz kontrol
edebilir, ne olursa olsun en sonunda ulaşılmaz sandıklarımızı sevmenin ve belki
de sevilmenin ayrıcalığını yaşayabiliriz…
“İnanç, göremediklerinize inanmaktır; bu
inancın ödülü ise inandıklarımızı görmektir…”
Bu ödülün ne olacağını bilmeden, tatlı bir
sürprizle mi yoksa sizi yıkmaya yetecek bir hüsranla mı karşılaşacağınızı
bilmeden, inancınıza güvenerek yola çıktığınızda, bence kaybedecek fazla bir
şeyiniz yoktur, en sonunda kazanacağınız ödül olumlu veya olumsuz da olsa, sizi
daha farklı ve güçlü bir insan yapmaya yetecektir…
Kaynak: “Fransız Teğmenin Kadını” John Fowles,
Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul
Hatice Mine BAHADIR
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum