Geçenlerde, eski ve en başarılı
öğrencilerimden biri, bir dergi, yayımlamak üzere kendisinden
bir öykü istediğinde, bu teklifi şöyle
reddetti:
“Teşekkür ederim ama yazmayı bıraktım.”
“Ama niçin?”
“Yazmak çok zor, çoğu zaman düş
kırıklıkları ile dolu. Sahip olduğum her şeyi verdim ama ne yazık ki yeterli
değilmiş.”
Bunu söyleyen, yeni başlayanların çokça
kıskanabileceği başarılı bir yeni yazardı. Çünkü beş
öyküsü satılmış, iki tanesi ulusal
dergilerde yayımlanmış ve bunların hepsi iki yıldan az bir
zamanda gerçeklemişti. Yeni bir taktikle
yanaşmaya karar verdim:
“En başarılı bulduğun romancının adını
söyle.”
“Balzac.”
Hah, şimdi tuzağıma düşmüştü. Balzac’ın
öğretmenleri Balzac'a “tahta kafa” adını
takmışlardı. Ailesi onun edebiyatla
ilgili girişimlerini engellemek istemişlerdi. Balzac iki yıllık çalışmanın
sonunda manzum trajedisini gururla gösterip okuduğu zaman çığlık atmışlardı. Tanıdığı
tek eleştirmen olan bir arkadaşı, ona, yazardan başka her şey olabileceğini
söylemişti. Balzac ününü kazanmadan
önce, sekiz yıl içinde otuz bir ciltlik kurmaca yazılar
yazdı. Büyük ve önemli kitapları da
yoldaydı.
Sonra John Fitzgerald ile ilgili bir
yazı okumaya başladım. Fitzgerald'ın ilk ekonomik
başarısını, otuz yıl denedikten sonra
Papa Bir Mormonla Evlendi (Papa Married a Mormon) ile kazandığını anlatıyordu.
Güldü ve başını salladı. Profesyonel yazı yazmak isteyen üniversite öğrencilerine
ders Vermek oldukça eğlenceli bir şey. Aynı zamanda sıkıntı ve bunalım da yaratan
bir şey. Benim birçok yetenekli öğrencim, tam kendilerini geliştirmeye
başladıkları sırada vazgeçtiler. Aynı zamanda Westem Revieu, Reader's Digest,
The Saturday Evening Post ve The New Yorker gibi dergilerde öğrencilerimin
yazılan çıkıyor. Ama bir arkadaşım gelip de çocukların ne oranda başarılı
olduğunu sorduğunda, “Sen bir de bırakanları, vazgeçenleri görecektin,”
diyorum. Neden böyle yapıyorlar? Neden bir zamanlar istedikleri tek şey
olduğunu düşündükleri yazmayı bırakıyorlar?
Bir kez William Faulkner ile konuşma
şansım olmuştu. Bana yazma dersini anlattırdı.
“Öğrencilerin yazı mı yazmak istiyor,
yoksa yazar olmak mı:'” diye sormuştu bana. Sorumun
cevabı burada işte. Bazı öğrenciler ve
yazma işine kendi başlarına göre başlayanlar yanlış
nedenlerle yazıyorlar. Daha mürekkebi
kurumadan, taslaklarını dergilere gönderiyorlar ve
yayıncılar da onları utandırmakta geç
kalmıyor. Konuşulmak için yazıyorlarsa da biraz zaman
geçince yazmanın ne kadar gereksiz
olduğunu anlıyorlar. Bu çocukların büyük bir kısmı,
Faulkner’in haklarında konuşmayı
düşündüğü çocuklar. Yetenekleri var. Yazmak istiyorlar.
Ama bir hocaları onları itmekten
vazgeçtiği zaman, onlar da bırakıyorlar. Neden? Ben bazı
sorulan ve cevaplarını biliyorum. İşte
burada bunları anlatacağım: Birçoğu yaşamlarını
kazanmak zorunda. Sizin gibi, benim
gibi. Başarılı yarı-zamanlı, öğrenciler perişan durumda.
Sarah Jenkins romanını kuaförde saç
kurutucuların altında, otobüse bindiğinde, on beş
dakikalık aralarda yazmıştı. Şimdi kendi
arabası, hatta şoförünü işe alacak parası var ama o
eski yazı ortamlarını arıyor.
Kimse bu çocuklar dikkate alınıyor.
Esprili bir bakış açısıyla, kimse bir yazara benzemez.
Bazılar ailesinden gördüğü kadar
herkesten anlayış bekler ve yardım arayarak yazar. Bir de
daha şanssız olanlar var ki, onlar
ailesi tarafından bile yanlış anlaşılıyor. Birkaç sene önce bir
öğrencim “McCall’s” adlı öyküsünü sattı.
On beş gün boyunca karısı ve ailesi ona yardım
etmeye çalışırken bir felakete
sürüklediler. Her öğleden sonra çocukları evden uzaklaştırıp,
ortalığı toplayarak onu daktilosu ile
yalnız bırakıyorlarmış. İki üç saate ve de büyük bir
sessizlik içinde çalışma ortamı
sağlanmaya çalışıldıktan sonra öğrencim kapıda belirdiğinde
hoplaya zıplaya gülerek üzerine atılıp
neler yazdığım soruyorlarmış. Elbette bu koşullar
altında çalışmalar hiç de iyi gitmemiş
ve bu sıkıntı, bu baskı bir süre sonra dayanılmaz olmuş.
Zavallı çocuk o günden beri hiçbir şey
yazamamış.
"Bir editör olsa da öykülerimi
yayınlasa."
Çoğu zaman onların, eğer yazdıklarını
basacak birinin olduğunu bilseler, her gün
yazacaklarını söylediklerini duydum.
Elbette kim yazmaz ki. Önemli olan kimse ilgilenmezken yazmaya devam etmek,
yalnızlık ve korku ile yüzleşmek. Öğrencilerimle doğrudan konuşurum. Onlara bu
yayıncılık mekanizmasının nasıl işlediğini anlatmaya, sınıfa yayıncıları davet
ederek onları tanıtmaya çalışırım. Çünkü rekabet her geçen gün daha da
kızışıyor. Son olarak onlara yazabileceklerini ya da vazgeçebileceklerini
söylüyorum, seçimi kendilerinin yapacağını ve kolay olduğunu anlatmaya
çalışıyorum. Eğer yine de yazmaya kararlılarsa, onların tarafındayım. Ve yıllar
sonra bana yazmadıklarını söylerken çok mutsuz görünüyorlar.
Onlara bir yol bulmaları için yardım
etmeye çalışıyorum. Onların kafasındaki sorun tek bir
noktada düğümleniyor. Gün yeterince uzun
değil. Bu yılların eskitemediği bir bahanedir. Ben
de ihtiyaç duyduğumda hep bu bahaneye
başvururdum. Ancak bu tamamen bir saçmalık.
Çoğumuz, bizden çok daha yoğun olan ama
başarıyla devam eden yazarlar tanıyoruz.
Caroline Miller, Pulitzer Ödülü'nü
kazandığında otuzlu yaşlarının başındaydı. South Georgia
Okulu’nun müdürü ile evliydi. Üç çocuğu
vardı ama parası ve zamanı pek yoktu. Miller, kek
almak için gittiği markette kasada bile
yazıyordu.
Zaman zaman tekrar başlamalarına yardım
edebiliyorum. Onların gerçek problemi ile ilgili
öyküler anlatıyorum. Bir günlük
tutmalarını öneriyorum çoğu zaman. Böylece yazmak
sıradan bir eylem haline gelecektir.
Somerset Maugham’in sözünü hatırlatıyorum: “Yazmak
bir alışkanlıktır. Alışması kolay,
bırakması zordur.”
Fred Shaw
0 Comments:
Yorum Gönder
Yorumunuz İçin Teşekkürler Ediyorum