ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Öykü, yüzyıllar önce gözlemlenen bir olayı nakletmektedir:

Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti. Önce o köyün mezarlığına
girdi.

Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna

inanıyordu. Gözleri birden mezar taşlarının üzerindeki rakamlara takıldı.
Mezar taşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7, 421 örneği,
birbiriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardı. Uzun uzun düşündü,
fakat bu rakamların anlamını çözemedi. Köyün en bilge kişisine gitti, ona
sordu:

"Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına?" dedi. "Bu rakamların gösterdikleri ay
mıdır, yıl mıdır, saat midir?"

Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı:

"Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız" dedi.

"Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız. Öldükten sonra ise,
bellerindeki düğümleri sayar, düğümün sayısını mezar taşına yazarız."
Bilge kişi, karşısındaki keşişin bir şey anlamadığını görünce açıklamasını
sürdürdü:

"Böylece onun, ne kadar 'yaşamış' olduğunu anlarız."





Geçenlerde, eski ve en başarılı öğrencilerimden biri, bir dergi, yayımlamak üzere kendisinden
bir öykü istediğinde, bu teklifi şöyle reddetti:

“Teşekkür ederim ama yazmayı bıraktım.”

“Ama niçin?”

“Yazmak çok zor, çoğu zaman düş kırıklıkları ile dolu. Sahip olduğum her şeyi verdim ama ne yazık ki yeterli değilmiş.”

Bunu söyleyen, yeni başlayanların çokça kıskanabileceği başarılı bir yeni yazardı. Çünkü beş
öyküsü satılmış, iki tanesi ulusal dergilerde yayımlanmış ve bunların hepsi iki yıldan az bir
zamanda gerçeklemişti. Yeni bir taktikle yanaşmaya karar verdim:

“En başarılı bulduğun romancının adını söyle.”

“Balzac.”

Hah, şimdi tuzağıma düşmüştü. Balzac’ın öğretmenleri Balzac'a “tahta kafa” adını
takmışlardı. Ailesi onun edebiyatla ilgili girişimlerini engellemek istemişlerdi. Balzac iki yıllık çalışmanın sonunda manzum trajedisini gururla gösterip okuduğu zaman çığlık atmışlardı. Tanıdığı tek eleştirmen olan bir arkadaşı, ona, yazardan başka her şey olabileceğini
söylemişti. Balzac ününü kazanmadan önce, sekiz yıl içinde otuz bir ciltlik kurmaca yazılar
yazdı. Büyük ve önemli kitapları da yoldaydı.

Sonra John Fitzgerald ile ilgili bir yazı okumaya başladım. Fitzgerald'ın ilk ekonomik
başarısını, otuz yıl denedikten sonra Papa Bir Mormonla Evlendi (Papa Married a Mormon) ile kazandığını anlatıyordu. Güldü ve başını salladı. Profesyonel yazı yazmak isteyen üniversite öğrencilerine ders Vermek oldukça eğlenceli bir şey. Aynı zamanda sıkıntı ve bunalım da yaratan bir şey. Benim birçok yetenekli öğrencim, tam kendilerini geliştirmeye başladıkları sırada vazgeçtiler. Aynı zamanda Westem Revieu, Reader's Digest, The Saturday Evening Post ve The New Yorker gibi dergilerde öğrencilerimin yazılan çıkıyor. Ama bir arkadaşım gelip de çocukların ne oranda başarılı olduğunu sorduğunda, “Sen bir de bırakanları, vazgeçenleri görecektin,” diyorum. Neden böyle yapıyorlar? Neden bir zamanlar istedikleri tek şey olduğunu düşündükleri yazmayı bırakıyorlar?

Bir kez William Faulkner ile konuşma şansım olmuştu. Bana yazma dersini anlattırdı.
“Öğrencilerin yazı mı yazmak istiyor, yoksa yazar olmak mı:'” diye sormuştu bana. Sorumun
cevabı burada işte. Bazı öğrenciler ve yazma işine kendi başlarına göre başlayanlar yanlış
nedenlerle yazıyorlar. Daha mürekkebi kurumadan, taslaklarını dergilere gönderiyorlar ve
yayıncılar da onları utandırmakta geç kalmıyor. Konuşulmak için yazıyorlarsa da biraz zaman
geçince yazmanın ne kadar gereksiz olduğunu anlıyorlar. Bu çocukların büyük bir kısmı,
Faulkner’in haklarında konuşmayı düşündüğü çocuklar. Yetenekleri var. Yazmak istiyorlar.
Ama bir hocaları onları itmekten vazgeçtiği zaman, onlar da bırakıyorlar. Neden? Ben bazı
sorulan ve cevaplarını biliyorum. İşte burada bunları anlatacağım: Birçoğu yaşamlarını
kazanmak zorunda. Sizin gibi, benim gibi. Başarılı yarı-zamanlı, öğrenciler perişan durumda.
Sarah Jenkins romanını kuaförde saç kurutucuların altında, otobüse bindiğinde, on beş
dakikalık aralarda yazmıştı. Şimdi kendi arabası, hatta şoförünü işe alacak parası var ama o
eski yazı ortamlarını arıyor.

Kimse bu çocuklar dikkate alınıyor. Esprili bir bakış açısıyla, kimse bir yazara benzemez.
Bazılar ailesinden gördüğü kadar herkesten anlayış bekler ve yardım arayarak yazar. Bir de
daha şanssız olanlar var ki, onlar ailesi tarafından bile yanlış anlaşılıyor. Birkaç sene önce bir
öğrencim “McCall’s” adlı öyküsünü sattı. On beş gün boyunca karısı ve ailesi ona yardım
etmeye çalışırken bir felakete sürüklediler. Her öğleden sonra çocukları evden uzaklaştırıp,
ortalığı toplayarak onu daktilosu ile yalnız bırakıyorlarmış. İki üç saate ve de büyük bir
sessizlik içinde çalışma ortamı sağlanmaya çalışıldıktan sonra öğrencim kapıda belirdiğinde
hoplaya zıplaya gülerek üzerine atılıp neler yazdığım soruyorlarmış. Elbette bu koşullar
altında çalışmalar hiç de iyi gitmemiş ve bu sıkıntı, bu baskı bir süre sonra dayanılmaz olmuş.
Zavallı çocuk o günden beri hiçbir şey yazamamış.

"Bir editör olsa da öykülerimi yayınlasa."

Çoğu zaman onların, eğer yazdıklarını basacak birinin olduğunu bilseler, her gün
yazacaklarını söylediklerini duydum. Elbette kim yazmaz ki. Önemli olan kimse ilgilenmezken yazmaya devam etmek, yalnızlık ve korku ile yüzleşmek. Öğrencilerimle doğrudan konuşurum. Onlara bu yayıncılık mekanizmasının nasıl işlediğini anlatmaya, sınıfa yayıncıları davet ederek onları tanıtmaya çalışırım. Çünkü rekabet her geçen gün daha da kızışıyor. Son olarak onlara yazabileceklerini ya da vazgeçebileceklerini söylüyorum, seçimi kendilerinin yapacağını ve kolay olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Eğer yine de yazmaya kararlılarsa, onların tarafındayım. Ve yıllar sonra bana yazmadıklarını söylerken çok mutsuz görünüyorlar.
Onlara bir yol bulmaları için yardım etmeye çalışıyorum. Onların kafasındaki sorun tek bir
noktada düğümleniyor. Gün yeterince uzun değil. Bu yılların eskitemediği bir bahanedir. Ben
de ihtiyaç duyduğumda hep bu bahaneye başvururdum. Ancak bu tamamen bir saçmalık.
Çoğumuz, bizden çok daha yoğun olan ama başarıyla devam eden yazarlar tanıyoruz.
Caroline Miller, Pulitzer Ödülü'nü kazandığında otuzlu yaşlarının başındaydı. South Georgia
Okulu’nun müdürü ile evliydi. Üç çocuğu vardı ama parası ve zamanı pek yoktu. Miller, kek
almak için gittiği markette kasada bile yazıyordu.

Zaman zaman tekrar başlamalarına yardım edebiliyorum. Onların gerçek problemi ile ilgili
öyküler anlatıyorum. Bir günlük tutmalarını öneriyorum çoğu zaman. Böylece yazmak
sıradan bir eylem haline gelecektir. Somerset Maugham’in sözünü hatırlatıyorum: “Yazmak
bir alışkanlıktır. Alışması kolay, bırakması zordur.”

Fred Shaw






Yazma çabalarınızın en başında, genellikle düşüncelerin yetersizliği başlıca sorunu oluşturur.
Hatta yazı makineleriyle yaşamayı öğrenmiş olan birçok profesyonel yazar bile bu zorlukla
karşılaşır. Çoğu edebiyatçı, herhangi başka bir andan, sonunda bu noktaya gelir. Alaysı ve
gülünç biçimde, “Yazacak bir şey bulamıyorum!” der talihsiz yazar kendi kendine ve onun
için çok sıkıntılı olan bu durumda, tiksinti içinde yazmaktan vazgeçer.
Belki de vazgeçmesi gerekir. Yazmak, dünyada kesinlikle bir gönüllü çabadır. Yolun
başındaki yazar, yaşamı ve çevresi hakkında, yazılması mümkün olmayan düşünceler geçirir
aklından. Yazamayınca da suçu yanlış yerde arar ve kurmaca becerisini asla gösteremez.
Yapın hakkında çeşitli düşüncelere sahip olmadan öykü yazmanın mümkün olmadığı açıkça
ortada. Gerçek daha yalın ve daha rahatsız edicidir. Yolun başındaki yazar, iyi öykü
düşüncelerinin ortaya çıkması için gerekli çalışmayı yapmayı reddeder ve başarısız olur.
Düşünceler istemez ama moral güç ister. Şaşırtıcı ve özgün düşünceler bulmak önemli
değildir, çalışmak için yeterli olan sağlam bir düşünce akışının nasıl oluştuğu önemlidir.
Olgun düşünceler ancak olgunluktan, deneyimli insanlardan çıkar. Ama eğer yazar
olgunlaşmayı ve deneyim kazanmayı beklerse, orta yaşta böyle düşüncelere sahip olabilir. Bu
düşünceler de yalnızca olgundur, sanat yapmak için yeterli değildir. Yeteneğiniz, anlatım
alışkanlığınız, her şey öğrencilik yıllarınızdadır.
Öykü düşünceleri oluşturma, bir yöntem sorunu, özellikle bir enerji sorunudur. Edebiyat
kilerleri boş olan birçok genç yazarla bu sorunu tartışarak, çalışmalarıyla ilgili önemli yanlış
anlamalar yüzünden kötü işler çıkardıklarını öğrendim. Bu yanlış anlamaların en önemli olan
üçü üzerinde duralım:

I) Esinlenmeyi beklemek: Genç yazarlar, hatta has edebiyata gönül vermiş olanlar da,
yazmanın bir tür rahiplik işlevi, radyo dalgaları gibi gökten yayılan büyük düşüncelerin
peşine düşerek yapılan kutsal bir sanat olduğunu düşünüyorlar. Gerçekte yazmak çaba
gerektirir. Sözcüklerin kağıt üzerine koyulmasını, bunu birisinin yapabilmesini gerektirir.
Kaçan bir şey yoktur, ama düşünceler vardır. Çalışmak size nasıl yardım edebilir? Yazmak
için, ya bazı düşüncelere sahipsinizdir ya da değilsiniz. Hepsi bu!
Ama hepsi bu değil. Öykü düşünceleri oluşturmak, tıpkı el yazısıyla yazarken olduğu gibi,
örgütlü, enerjik ve dikkatle gerçekleştirdiğiniz çalışmalarınızın bir boyutudur. Eğer
esinlenmeyi beklerseniz, iyi bir düşünceyi hatırlamaktan çok unutmaya hazırlanmış
olursunuz. Öykü düşünceleri oluşturmanın yolu, bunun için bir şeyler yapmaktan geçer.
Düşüncelerinizi ve her türlü gözlemlerinizi not defterlerine, gazete sayfalarına, kağıt
parçalarına yazın. Bunu alışkanlık haline getirin. Malzemelerinizi ilk seferinde fazla
acımasızca sansür etmeyin. Bırakın gelsinler. Daha sonra üstünden geçersiniz. O zaman en
iyilerini alın ve gerisini atın. En büyük yazarlar, ürettikleri yıllar boyunca, daima not defterleri
tutmuşlardır. Sizin bunu daha dikkatli yapmanız gerekir.

Il) Kendine inanmamak: Genç yazarlarda, yazma güdüsü okuma güdüsünden önce gelir.
Büyük yazınsal sanat çalışmaları onu derinden etkiler. Diğerlerinden daha iyi olma
tutkusuyla yakar ve aynı kalitedeki yapıtı daha kısa sürede gerçekleştirebilmesi için aceleci
bir girişimle ileri fırlatır. Saygıdeğer bir tutku! Bununla birlikte, bir genç yazarın ilk
karalaması, bu muhteşem performansıyla üstünde yükseldiği zemin karşılaştırıldığında,
kötüdür. Kendi düşüncelerini basmakalıp, kötü ve çocukça bulur. Konuları büyük
ustalarınkine benzeyen düşüncelerinden ve denemelerinden vazgeçer. Bunlar onun için çok
fazladır. Ve umutsuzluğa düşer.

Genç yazar, hayran olduğu sanatçıların hiçbir zaman tipik olmayan başyapıtlarım nadiren
hatırlar. Bu yapıtlar, bütün bir ömrün ürünlerinden yapılmış dikkatli seçimlerdin En büyük
ustaların kimi başyapıtlarındaki tutku ve Yüceliğe sahip olmadığı için kendi düşüncelerinizi
cesurca ifade etmekten kaçtığınız konusunda, kendinize karşı dürüst değilsiniz. Kendi
köklerinize sahip çıkın, tıpkı ustalar gibi. Kendinize zaman tanıyın. Başka birinin biçimini
taklit etmeye çalışmayın. Kendinize inanın. İlk ürün hiçbir şeydir; yerleşik alandır,
alışkanlıktır her şey.

III) Gerçek yaşamla ilgilenmemek: Genç yazarların on tanesinden dokuzuna, ne konuda
yazmak istediklerini sorun, çok azının cevabı derin olanla, sonsuz olanla, insan olmakla ve
kendi yaptıklarıyla ilgili olacaktır. Hatta yazdıklarını okuduklarında, kendi kendilerine, “Ah,
evet, yaşamla ilgiliyim, bundan eminim,” derler ve yazarlıkta başarılı olabilmek için
ilgilenmeleri gereken düşünceler içine girmezler.

Fark şurada yatıyor: insanlarla olmayı seviyorsunuz; bazı arkadaşlarınız var; dedikoduculuğu
ayırabiliyorsunuz; “karakterler” konusunda okumayı seviyorsunuz ama bu yeterli değildir.
Bütün bunları yapabilirsiniz. Henüz yazınsal düşünceyi, araştırmayı ve çözümsel kavrayışı
içeren gerçek bir ilgi içerisinde değilsiniz. Saldırgan ve dinamik olmayan insanlarla, sabırsız
ve çok dinamik olabilirsiniz. Dinsel ya da ahlaki bir idealist olabilirsiniz. İnsanların ahlak
çöküntüsü sizi şoka uğratabilir. Eğer siz yalnızca onların iyiliğini ve kötülüğünü
düşünüyorsanız, gerçek bir yazınsal duygu içine giremezsiniz. Bir yazarın işi, yargıda
bulunmaktan çok betimlemektir. Edebiyat, insan zaaflarının bir kaydıdır. Bu zaaflarla
ilgilenirken hoşgörülü almalısınız ve onların nedenlerine inerken meraklı bir tahammül
göstermelisiniz.

Yukarıda genel olarak açıklanan düşünceleri uygulayabilmek için, lütfen, birçok genç yazar
tarafından başarıyla uygulanmış olan aşağıdaki önerileri göz önünde bulundurun.

Başlarken: Eğer kendinizi öykü düşüncesi oluşturmaya hazır hissediyorsanız ve yazmak için
yeterli gücü bulamıyorsanız, panik yapmayın. İçinde bulunduğunuz olumsuz durum,
düşüncelere sahip olmamanızdan değil, onları yazmak için gerekli alışkanlığı oluşturmamış
olmanızdan kaynaklanmaktadır. Yapmanız gereken ilk şey, kendi kendinize “yazı makinesi
paniği”ni yenmektir. Herhangi bir şey yazın. Bir yazma alışkanlığı oluşturmaya başlarken,
kağıt üzerine sözcükler düşürmeye başlarken, yazdığınız şeyin kalitesi, yazma ısrarınızı
geliştirmede güvenilir bir yoldur. İlk önce yalnızca niceliksel amaçla yazın. Kendinizi gereken
hızda yazmak için eğittiğiniz zaman, günün ilginç olayları üstüne yüz sözcük söyleyin, bu
notlarınızın niteliğini geliştirmek için çalışmaya başlamaya hazırsanız, onları seçin ve en iyi
düşünceleri alarak belirli bir sitemle öyküleştirmeye başlayın.

Not defterleri ve dosyalar: Her iyi donanımlı yazar, günün ya da gecenin kimi zamanlarında
kısa notlar almak için bir cep defteri taşır ve çalışmalarında kurgu ve taslaklarını öyküleme
ve tasnif etme yollarını bilir. İlk önce uygun boyutlarda kullanışlı bir not defteri edinmek iyi
olur. İkinci olarak, bir ofis dosyası edinmek gerekir. Bir yığın ambalaj kağıdı bile bu amaca
cevap verebilir. Ustalığa giden en iyi yollardan birinin, çeşitli konularla ilgili olarak
dosyalanmış malzemelerin içinden, belirli bir konuyu çoğaltmak olduğunu hatırlayın. Bu
yüzden işinizin mekanik gibi görünen bu bölümünü küçümsemeyin.

Okumalar: Çok okumalısınız. Özellikle öğrencilik günlerinizde oburca okumalısınız. Yaşam ve
dünya ile ilgili bilgilerinizi artırmak için çok okumalısınız ve başka yazarların bu işi nasıl
yaptıklarını öğrenmelisiniz.

Romantizm kompleksi: Bu ifadeyi, kendi yaşam ve çevrelerinin ilginç olduğuna inanmayan
yeni yazarlar için kullanıyorum. Bunlar uzak iklimlerdeki insanların, olayların, yabancıların
daha etkileyici olduğunu düşünürler. Ancak bu durum, yazınsal materyalin miktarının, bir
yerde yaşayan insan sayısı ile orantılı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Kendinizi yazın: Kurmaca yazmak bütün sanatlar içinde en mahrem olanıdır. İçinde çok
değerli, kutsal, biricik coşkular taşıdığını düşünen ve bunlarla başkalarını etkileyerek popüler
olmayı uman kişi, başka şeyler yapmalıdır. Emin olun, sizin en iyi yazınız, en çok size ait
olandır. Düşleriniz, tutkularınız nelerdir? Onları yazın. Yaşamınızdaki dönüm noktaları
nelerdi? Hangi etkenleri içeriyordu? Ne oldu? Yaşadığınız her deneyimin önemi nedir? Diğer
insanları onların içine koyarak, bu bunalımlar etrafında öyküler tasarlamaya çalışın. Ama
aynı duyguları ve aynı konuları koruyarak yapın.

Eviniz bir laboratuardır: Çoğu genç yazar kendi evindeki insanlık durumlarına yoğunlaşmış
bir çalışmayla kazanabilir. Kendi aile çevreniz sessiz olabilir ve size oldukça sıradan gelebilir.
Ama ilişkileriniz ve arkadaşlarınızın oldukça dramatize edilmiş hayali önerileri öykü
düşüncesi oluşturmanıza yarayabilir. Örneğin, bir genç kız kardeş ya da erkek kardeş gözlem
altındadır. Onu bir öykü tasarımı içinde izleyin. Ne görüyorsunuz? O ne yapıyor? Onları içine
çeken sorunlar neler? Onun kahramanı kim? Bu kahramana hangi davranışlarla ve nasıl
tapıyor? Kahramanının bazı yüz kızartıcı şeyler yapmış olduğunu öğrendiğini varsayın. Onun
üzerindeki etkisi ne olmalı? Ne yapmayı planlıyor?

Yoğun bireysel çalışmalarınızın yanı sıra, yaşamın bazı özel dönemlerine dokunmanız iyi olur.
ilk elden çalışabileceğiniz özel bir toplumsal soruna eğilmeniz iyi olur. Bu sorunu, özellikle
her evresinin duygusal niteliğini keşfetmek için arayarak çalışın. Sabırlı olun. Eğer eğitim,
boşanma, kent politikası, gençlik ya da çalışma ahlakı gibi konuları seçerseniz, konunuzun
macera, trajik ya da komik yanlarının bulunup bulunmadığına ve hangi noktaya
yoğunlaşacağınıza dikkat etmelisiniz. Herhangi bir mistik “düşünüp taşınma” süreciyle usta
olabileceğinizi tasarlamayın. Yazın!

Yaşamın gizlerini çözün: Bütün gözlemlerinizde, olayların gerisindeki daha önemli nedenleri
araştırın. Büyük insan sorunlarının, bulundukları yeri size göstermek için hoplayıp
zıplamadıklarını, bağırıp çağırmadıklarını hatırlayın. Bir insanlık durumunun en önemli
yanının, onu tanımadan anlatılamayacağı, akılda tutulması gereken en önemli şeydir.
İnsanlar hakkındaki belirsiz düşünceleriniz üzerinde biraz derin düşünürseniz başarılı
olabilirsiniz. “Yazmayan” bir yazar olmayın. Karakterlerin davranışlarını ele veren bütün
ayrıntıları yazmalısınız.

Büyük yazarlardan öğrenin: Bazı yazarlarda karakterler kendileriyle ilgili sözcükler kağıda
düşürülürken ortaya çıkmazlar. Turgenyev, doğru dürüst öykü yazmaya başlamadan önce,
belirsiz, başıboş karakterlere çalıştı. Çehov da başlangıçta benzer şeyler yazdı ve attı.
Neredeyse her yeni başlayan yaza. başlangıç saatini çok fazla erteler. Güzel bir bitiş kurgusu, mükemmel bir yapıt, yüksek tutku umarlar. En büyük yazarlar, tekrar ediyorum, bunu
yapmazlar. Yeni başlayanlar da yapmamalıdır.

Bu yazıda, öykü düşünceleri oluşturma konusunda eksik de olsa bazı doğruları vurgulamaya
çalıştım. Ancak yolun başındaki yazarların, başarılı olma sürecinde anlamakta zorluk
çektikleri gerçekleri belirttim. Bu gerçekler sonuç verici yöntemler gibi görülüyor. Eğer
kuşkunuz varsa, önerilerimi mahkûm etmeden önce onları deneyeceğinizi umuyorum.
Sonuçlarına kefil oluyorum.

 Thomas H. UZELL



Bir gün Yenimahalle’deki evimizin kapısı çaldı…1970’li yıllarda gerçekleşti bu olay…Kapı açıldığında bir adam ve yanında da bir bayan nazikçe eğilerek selamladılar annemi…Bayan, çatı katını tuttuklarını, yanındakinin erkek kardeşi olduğunu, Maraş’ta evlendikten sonra gelin kızla birlikte Ankara’ya geleceklerini ve bu evde oturacaklarını, söyledi…Evde temizlik yapabilmek için, süpürge ve biraz da temizlik malzemesi rica etti…Annem, hayırlı olsun diyerek, onlara hemen istedikleri malzemeleri verdi…Kimdi acaba gelin kız?..Doğrusu hem heyecanlanmış hem de çok merak etmiştik…Çünkü, çatı katı berbat bir yerdi…O bildiğimiz muhteşem manzarası olan teraslı, şirin, kullanışlı çatı katlarına hiç benzemiyordu…Küçücüktü, çatı altına kaçak olarak yapılmış, aydınlatması bile olmayan derme çatma bir yerdi…İki küçük odaya ve mutfağa, ancak başınızı eğerek girebiliyordunuz…Mutfak ise bir girintiye iliştirilivermişti…Banyoya ancak bir kişi girebilirdi…Bir gelin böyle bir eve nasıl getirilirdi, anlayamadık…Samimi olarak belirtmem gerekirse, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu sözü edilen gelin kıza acıdık…Sonraki günler hep onu beklemekle geçti…

10-15 gün sonra o beklediğimiz gelin kız geldi ve hemen evine girdi…Evi nasıl bulmuştu acaba?..Şok olmuş muydu?..Gerçekten çok merak ediyorduk…İki gün hiç görmedik onu…Üçüncü gün sabahleyin, ben okulda iken kapıyı çalmış ve anneme merhaba demiş gelin kızımız…Adının Müzeyyen olduğunu, komşularla tanışmayı arzu ettiğini de ilave etmiş…Sonraki günlerde hepimiz tanıdık Müzeyyen Ablayı!..Tertemiz yüreği, sıcak kanlı davranışıyla öyle beğendik ki onu…O berbat çatı katı, kısa zamanda sevginin fokur fokur kaynadığı bir yer haline geldi…Artık, mekanlar değildi bizi birbirimize bağlayan, sevgiydi, katıksız, saf, temiz sevgi…Çatı katının berbatlığı umurumuzda bile değildi…Hem Müzeyyen Abla, çeyizleriyle salonu öyle güzel süslemişti ki, mutfak, raflara konulan işlemeli örtülerle öyle şirinleşmişti ki…Tanınmaz hale geldi o berbat çatı katı…

Müzeyyen Abla’nın iki yıl bebeği olmadı; ama üçüncü yılda çok arzuladığı erkek bebeği dünyaya geldi…Bir terslik vardı, bebeğin ayakları çarpıktı, içe doğru kıvrıktı…Herkesin morali bozuldu bebeği görünce…Sakat bir bebek mi dünyaya gelmişti?..Bu kadar bekledikten sonra Müzeyyen Abla’nın başına bu da mı gelecekti?..Kaygılıydık…O da ne!..Bir tek Müzeyyen Abla kaygılı değildi…”Hayır!” diye haykırıyordu…”Hayır, ben bebeğimi tedavi ettireceğim, onu yürüyebilir koşabilir hale getireceğim!..Göreceksiniz, başaracağım bunu!..”Sonraki günlerde, Müzeyyen Abla’yı kucağında bebeğiyle hastanelere gidip geldiğini gördük…Bebeğin bacakları alçılanıyor, o da hiç moralini bozmadan tedaviye devam ediyordu…Gururla izliyorduk onun bu mücadelesini…Yüreğim alkışlıyordu Müzeyyen Abla’yı…Gözlerimde yaşlarla birlikte…İnanır mısınız yıllar içinde başardı Müzeyyen Abla ve oğlu Umut, sağlıklı bir çocuk haline geldi…Annenin fedakârlığının, azminin bir zaferiydi bu…

Hiçbir konuda yardımcı olmadı Müzeyyen Abla’nın eşi…İyi bir insandı; ama sorumluluklarını yerine getirmede yetersizdi…Evin geçimini sağlayan da yine Müzeyyen Abla oldu…Mahallenin bayan terzisiydi artık o…Güzel dikişleriyle herkesin dikkatini çekmiş ve bir merkez haline dönüştürmüştü çatı katındaki evini…Bütün kazandığını çok sevdiği Umut’u için harcıyor, onun okul masraflarını karşılıyordu…Sıcacık ilgisiyle Umut da mükemmel yetişiyordu…Bir parlak anne-oğul öyküsüydü onların yaşadıkları…Anne, onun için kazanıyor, onun için harcıyor; Umut da karşılığını veriyor, annesini hiç üzmüyordu…Her zaman hayırlı bir evlat oldu Umut!..Ben bu ilişkiyi memnuniyetle izliyor, her ikisini de çok taktir ediyordum…

Yıllar yılları kovaladı ve Umut, genç bir delikanlı oldu…Artık o bir mağazanın müdürlüğünü yapıyor, efendiliğiyle herkesin dikkatini çekiyor ve çok da beğeniliyor…Müzeyyen Abla da bu durumdan çok mutlu…Çabalarının meyve vermesinden dolayı huzur buluyor…Hele çok sevdiği oğlunun yeni taşındıkları evlerine beyaz eşyalar alması ve “Anneciğim, benim için çok yoruldun, artık dinlen!..Bak bu aldığım tüm eşyalar senin rahat etmen için…Ne olur artık birlikte huzurlu güzel günler yaşayalım!” demesi, onu çok mutlu ediyor…Ancak son günlerde, Müzeyyen Abla’nın bayıldığını, hastanelere gittiğini, ritim bozukluğu nedeniyle sıkıntılar yaşadığını haber alıyor ve sağlık durumunu takip ediyorduk…Ne badireler atlattı, bunu da atlatır diye düşünüyorduk…Yanıldık…

Oğlu Umut, ne yazık ki Müzeyyen Abla’yı, yatağında ölmüş olarak buldu…O bir melek gibi gökyüzüne havalanmıştı…Allah’ın sevgili kulları arasında yer alacaktı büyük bir ihtimalle…Maraş’a götürüldü cenazesi…Telefon ettim Umut’a…Sordum, hali nedir diye!..Annesinin mezarı başında diz çöktüğünü, onun için dua ettiğini ve yanından hiç ayrılmak istemediğini söyledi bana ağlayarak…Anne-oğul öyküsü noktalanmıştı bu dünya için…Ancak bu güzel öykü Umut’un o güzel yüreğinde eminim ki yaşamaya devam edecek…

Asım ERDOĞAN