İNSAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İNSAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


“Gençlik bir hayat devresi değil, bir akıl halidir.
Yıllar cildi buruşturabilir, ancak heyecanların bitişiyle ruh buruşur.
...
İnsan kendine olan güveni kadar genç,
Kuşkusu kadar yaşlı,
Cesareti kadar genç,
Korkuları kadar yaşlı,
Umudu kadar genç,
Bezginliği kadar yaşlıdır.

Hiç kimse fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz.
İnsanları yaşlandıran, ideallerinin bitmesidir.

Kalbi sevdikçe, neşe duydukça, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe, herkes gençtir.

İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar,
Halbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.

İnsan,
yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”....

Alıntı  


Soracaksınız: Leylaklar nerede hani?
Gelincik yapraklı metafizik nerede?
Sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
Kuşlar nerede hani?

Her şeyi anlatayım.

Kent dışında yaşardım,
Madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.

Görülürdü oradan
kurumuş yüzü Kastilya'nın
meşin bir okyanus gibi.
Evime
çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
Hatırladın mı, Raul?
Rafael, hatırladın mı?
Hatırladın mı, Federico?
yerin altında,
hatırladın mı, balkonlarında o evin
Haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
Kardeşim, kardeşim!

Her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle Argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.

Bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
Haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.

Çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
Yüzyüze gelince bunlarla
kanını gördüm İspanya'nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!

Hain
generaller:
ölü evimi görün,
bakın paramparça İspanya'ya:
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan İspanya'nın
İspanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.

Soracaksınız: Şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını anayurdunun?


Gelin görün kanı sokaklardaki.
Gelin görün
kanı sokaklardaki.
Gelin görün kanı
sokaklardaki.

Pablo NERUDA

Çeviren : Ülkü TAMER





Bir insanı tanımak istiyorsanız.

İnsanları tanımak bir sanattır.

Bir insanı tanımak istiyorsanız, onu dinleyin kafanızdaki tüm sesleri susturun ve açık yüreklilikle karşınızdakini dinleyin bırakın, o dakika karşınızdaki insana ait olsun.
Bir insanı tanımak istiyorsanız diline, tarzına dikkat edin. İnsanın dili ve tarzı bilgi ve bilinç seviyesi ile ilgilidir. Bilgi ve bilinç seviyesi ise okuması ile ilgilidir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, bir dakikalığına iyi bir insan olma çabanızı unutun, kendi yaşamınızdan örnekler vererek kişiyi anladığınızı gösterme çabanızı bırakın, onun dakikalarını çalmadan, o insana zaman ayırın. Çünkü bir dakikalığına hiç bir şey düşünmeyen, fikri olmayan, tecrübesi olmayan bir insan oluverin ve karşınızdakini bütün dikkatinizle dinleyin.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; bazen de hiç konuşmayın. Sadece tanımak istediğiniz kişi ile zamanı paylaşın, sessizliği yaşayın. Konuşma zorunluluğundan kurtarın kendinizi. Bir insanı tanımak için onu sessizken dinlemeyi de öğrenmek gerekir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; kendiniz olun, tıpkı hiç kimse olmadığı zaman olduğunuz gibi ve sözcüklerin, seslerin, görüntülerin ötesinde konuşun, hissedin. İşte o zaman karşınızdaki insan size güvenebileceğini hissedecektir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, önce gerçekten o insanı tanımayı istemekle başlayın. O sizi konuşmadan anlayacaktır tıpkı sizin anladığınız gibi..
Bir insanı tanımak istiyorsanız, Bir insanın eşyalarla ilişkilerine bakarak o insan hakkında çok şey fark edebilirsiniz. Evinde çok fazla eşyası olan biri, uzun süre zemin değiştirememiş, olduğu zemindeki farkındalığı onun bir üst zemine geçmesi için yeterli olamamış demektir. Ya da bir diğer bakış açısıyla bu zemindeki konfor alanı o kadar büyüktür ki, terk etmekte zorlanıyordur.
Bir insanı tanımak istiyorsan ona; yaşını, doğduğu yeri, bitirdiği okulları, memleketini değil hayallerini sor. Çünkü, bir insanı tanımak istiyorsanız, borç verin ve onu büyük bir mevkie getiriniz.
Bir insanı tanımak istiyorsanız onunla seyahat edin ya da yemek ye derler. İstedikleri olmadığında takındığı tutum da çok şey gösterir bana göre. Özellikle de menfaati varsa bir kişi, doğasında olmasa bile çok tatlı bir maske takabilir, eğer yol yordam öğrenmişse.
O yüzden;
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

Alıntıdır.





Önemlidir ve çok şeydir; bir zamanlar sana açtığı ufuklar, verdiği emekler, içindeki heves, aldığı her nefes, seni çok sevmiş olması, onu çok sevmiş olman.

Ama ”iş”te de, “aşk”ta da, “düş”te de “şu an”dır, “bir zamanlar”dan daha önemli olan.

Yaşamsal hatadır – bunu “vefa”yla karıştırıp, “şu an”a razı olman, yarını anılarda araman.

Aksi iddia edilse de, öyle inanman istense de; bir tek sana aittir yaşam bisikletin.

Enerjisini, pedalına bastıkça elektrik üreten şarj dinamosundan alır kalbin.

Bisikletine aldığın yol dostun, sana pedallara hevesle bastırdıkça, yükünü paylaşıp yol göstermek, yolunu açık etmek için yanıp tutuştukça anlamlıdır.

Yokuşu birlikte tırmanmak da, kanatlarının altındaki rüzgarla birlikte süzülmek de, büyük ödülün tadını paylaşmak da, birlikte sarf edilen emekle güzeldir.

Ne çekerse anılarından çeker insan.

Emek artık esirgendiğinde, niyet tükendiğinde, arkandaki - kucağındaki ağır bir bohçaya dönüştüğünde, yağmur damlaları sadece senin başına düştüğünde, bir tek frene basmadiğı kaldığında, hatta onu bile yaptığında ve artık sana da, ona da yazık olmaya başladığında; “bir motosiklet bulması”nı dileyerek yola tek başına devam etmendir uygun olan.

** ** **

Vefa” başka bir şeydir.

Vefa; elinden geldiğince – artık elinden gelmese bile – yüküne, emeğine ortak olabilmek için hala yanıp tutuşana sahip çıkmaktır.

Niyeti değil - gücü tükenmiş yol dostunu seve seve sırtında taşımak, tıkandığın, tükendiğin yerde inip bisikletinden bir ağacın dibinde birlikte yatmaktır...
Düş Hekimi Yalçın ERGİR





Pardösüsünün kürklü yakasını kaldırınca üşüdü mü diye baktım. Aslında soluk esmer yüzü balmumu gibi sararmıştı.
- Üşüdün, dedim.
Kaşını kaldırdı. Yanağındaki çıban yerinde kan yoktu. Durdum. Yüzünü avuçlarıma alıp oğaladım.
- Neden böyle oldun, dedim.
Güldü. Karanlığa doğru tükürdü. Başını iki tarafa şiddetle salladı.
- Olurum bazı bazı böyle, dedi.
- Bir yere girelim, dedim.
- Girelim, dedi. Girelim ama içmeyelim artık.
- İçelim, dedim.
- Öleceksin be, dedi.
- Öleceğim dedim.

Elimizdeki bardaklara baktık. Yüzü ne durgun, sessiz, esmerdi. Yine soluktu ama canlıydı.

- Senin suratın bitkin, dedi.
- Bitkin dedim.

Fıstık yedi, bira içti. Fıstık yedim, bira içtim. Kulağıma bir şeyler öttü. Bayılacak gibi oldum. Dikkatle bana bakıyordu.

- Çok ihtiyarladın sen, dedi.
- İhtiyarladım, dedim.

Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.
- Boşver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak yakası kürklü pardesüsünü çıkardı.
Pardesüsünün yakası kürklü, pardesüsünün yakası kürklü dedim içimden. İçimden biri: 'E ne olacak yani?' dedi. Ne olacak, ben de yaptıracağım bir tane böyle.
- Seni bir daha göremeyecek miyim? Dedim.
Kızdı.
- O benim bileceğim şey, dedi.
İki gün sonra yirmi kişiye: "O benim bileceğim şey" ne mânaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mâna veremedi.
Daha iki gün geçmemişti. Biz hâla birahanede idik. Etrafımı görmüyordum. Onu da görmüyordum. Havayı görür müyüz? Dalmıştım.

- Hadi kalk, gidelim, dedi.
- Nereye? Dedim.
- Maça, dedi.
- Maça mı? Dedim. Bu vakit maç olur mu?
- Avrupa'da gece maçları olur ya, dedi.
- Burada olmuyor ki, demedim. Kalktık. Yokuşu indik. Bir yerde durduk. O soyundu. Aşağıda merdiven başında yarı aydınlıkta oynayan futbolculara karıştı. Sesler duydum. Düdükler duydum. Küfürler duydum. Etrafıma baktım. Binlerce insan vardı.

Bir aralık yanıma geldi.

- Sen oynuyor musun? Dedim.
- Kör müsün? Dedi.
- E ben ne yapıyorum.
- Sen de oynuyorsun, dedi.
- Ben de mi oynuyorum. Ben ne oynuyorum?
- Güldü. Dişlerini gördüm. Bir tanesi kenarından kırıktı.
- Sen, dedi, seyirci oynuyorsun.
- Ha, sâhi! Dedim.

Ben seyirci oynuyordum. Başladım tepinmeğe. El çırpmaya. Üşüyordum. Paltomun yakasını kaldırdım. Onunki gibi koyun kürkü koyduracağım ben de. Yanaklarımda bir kürk serinliği duydum.
Artık hareket etmedim. Seyirciler kayboldu. Futbolcular kayboldu. Neden sonra yanıma geldi.

- Maç bitti, dedi.
- İyi ya, dedim. Kim kazandı?
- Ötekelir! Dedi.
- İşte bu olmadı. Dedim.
- Sen kim kazansın istiyorsun? Dedi.
- Bizimkiler, dedim.
- Bizimkiler kim
- Siz.
- Biz mi? Dedi. Bizim kazanmamızı mi istiyordun?
- Öyle ya, tabii, dedim.
- Neden? Dedi.
- Öbür tarafta tanıdığım kimse yoktu ki?
- Bizim tarafta var mıydı?
- Sen vardın ya; dedim.
- Budala dedi, ben de yoktum.
- Ben seni gördüm, dedim.
- Ne oynuyordum?
- Bek!
- Sâhi görmüşsün, dedi.
- Birisi seni düşürdü, dedim.
- Düşürdü, dedi.
- Topallıyorsun, dedim.
- Topallıyorum, dedi, sana ne?
- Hiç , bana hiç, dedim.

İçim burkuldu.
Birdenbire kaybettim onu. Seslendim:
- Panco, Panco!
Hiçbir cevap alamadım.
Birisi karanlıkta adımı çağırdı.
- İshak, İshak, dedi.
Cevap vermedim. Ses, onun sesi değildi. Ama sonra belki arkadaşımdın bir haber alırım diye:

- Ne var yahu? Dedim.
- İshak, İshak, dedi yine ses.
- Ne var yahu, ne var? Burdayım!
- Yanıma yaklaşan ayak seslerini tanıdım! Dedi. Yanında üç tane genç vardı. Biri kısa boylu, Ermeni suratlı idi. Ötekisi bir balıkçı ceketi giymişti. Mânasız bir yüzü vardı. Üçüncüsü upuzun biri idi. Aralarında kelimelerini binlerce kere duyduğum, mânalarını bilmediğim bir dil konuşuyorlar, anlamıyordum.

Onlar önde, ben arkada bir yokuş çıktık. Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.
- Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.
Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu. Bir tanesi bilet alıyordu. Uzun boylu bir balıkçı ceketli pis pis gülüyorlardı. O esmer, sakin, durgundu. Bana bakmadan benimle ilgili gibi idi.
Kendimi göstermemeğe çalıştım. Ben de bir bilet aldım. Onlar ön tarafta bir yere yerleşmişlerdi. Ben de kenarda ayakta durdum.
Onun karanlıkta sağa sola kıpırdandığını görüyordum. Önündeki adamla beraber o da sağa sola dönüyordu. Bir ara iyice yerine yerleşti. Elini yanağına dayadı. Seyre daldı. Sonra yine doğruldu. Başladı tırnaklarını yemeğe. Kalabalığın içinde pardesülü, kırk yaşlarında bir adam:
- Yeme tırnağını, diye bağırdı.
Gülümsedi. Işıklar yanmıştı. Üç arkadaşı kaybolmuştu. Önündeki tırnaklarını yeme diyen adam yanına geldi. Oturdu.
Bir şeyler konuştular, duymadım. Yakası kürklü eski arkadaşım pardesüsünün kolundan bir kaşkol çıkararak boynuna sardı. Ben siyah saçlarını görüyordum. Dönüp baktı. Beni tanımadı. Taşa, duvara bakmış gibi idi.

- Benim, yahu, benim, ben, arkadaşın, ben İshak demek için ağzımı açtım.
Sinemanın ağır havası ciğerime su gibi doldu. Sustum. Kalktılar. Işıklı çarşılardan geçtiler. Ben arkalarından mahzun baktım. Yapayalnız kalmış gibi idim. Onunla konuşaraktan bir lokantaya girdim. Lokantanın sahibi bir kadındı. Yanağında beni vardı. Halâ çocukluğunun genç kızı gibi idi. Gülümseyerek selâm verdi. Yirmi sene evveline gidiverdim.

Çok hasta olduğum zaman, ateşim kırka yaklaştığı zaman ellerim büyür. Dev gibi ellerim olur. Çoğunca çocukluğumda olmuştu.
- Ellerim büyüyor, derdim.
Büyükanam, yahut anam ellerimi soğumuş elleri içine alırlardı. "Yok bir şey, yavrum yok bir şey! Bak benim elimde ellerin" derlerdi. Sakinlerdim bir iki dakika. Yine büyürdü ellerim.
Ellerim büyürdü ellerim. Ellerim ne kadar büyürdü aman Yarabbi? Sokağa çıktığım zaman soğuktan ellerim küçülüverdi. Caddelerde idim. Binlere karşı birdim. On binlere karşı birdim.
- Panco, Panco diye haykırdım içimden.
Bir saate baktım. On bire çeyrek var. Caddeler tenha idi. Sinemalar dağılmamıştı. Sarhoşlar bana çarpmadı. Aralarından yılan gibi geçtim. Herkes Panco'ya benziyordu. Herkes maça gidiyordu. Pardesüsünün kürkünü kaldırmış gencin arkasından koştum.
Yakasından tutmak geçti aklımdın. Maça gidelim, diyecektim.
Hayır, hayır, seni o Alman lokantasına götüreceğim. Bir patates salatası yapıyorlar. Bir de spitzel yersin?
O pasajdaki birahaneye yine gitsem. O masaya otursam o masaya. İnsanlar gelse otursa çift çift kadınlı erkekli. Ben tek başıma. Milyonlar içinde tek başıma. Acı gitgide acıyor. Kavun acısı gibi, zehir gibi bir acı. Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?
Kaybetmeden bulamadığımız bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı. Neden baktı? Kapa gözlerini kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.
Sıcak sıcak börekler getirtti adamın biri. O olsa yerdi şimdi. Yemeği nasıl yiyordu bilmiyorum. Pardesüsünün yakası koyun kürkündendi koyun. Yanağında ufacı bir eski çıban izi vardı. Derisinin altından kan akmazmış gibi donuk esmer bir rengi vardı. Saçları kara, gözleri kara idi. Ne çıkar onlardan. Kara olmasalardı. Donuk esmer, altından kan akmazmış gibi solgun ve hiddetli rengi severim başka. Başkasında bulsam sevmem ki.
Yıldızlara baktım. Hani yıldızlar. Birahanede yıldız mı olur? Yıldızlara baktım. Bir sinemaya daldım. Geçen gün koşa koşa caddeden geçiyordu. Vakit beşe çeyrek vardı. Geç kalmıştı matineye. Koşa koşa o sinemaya girdi. Ardından baktım kaldım. Giremedim. Aksilik ediyor. Konuşmuyor. Hiç sesini çıkarmıyor. O zaman. O zaman buram buram buhar çıkan bir yere girmiş gibi terliyorum. Sonra üstüme kar yağıyor kar. Pıtır pıtır bir kar yağıyor. Tane tane bir kar. Aklım tabancalara gidiyor. Bıçaklara bıçaklara. Sevmiyorum bıçakları. Tabancalar. Beynimizde bir yerde küçük bir delik, etrafı siyah. Garip bir delik. Kan hafifçe sızmış. Beyin tıkayıvermiş deliği. İrin gibi bir şey akmış.
Ona ne, ona ne bundan. Bu benim kafatasımdaki delik. Ona da mı açmalı. Açmalı ya. Yalnızlıktan başka nasıl kurtulunur? Yalnız ölmek mi? Hayır insanların içinde, milyonun içinde iki ölü. Üç ölü. Dört ölü, beş ölü. Bırak ölüleri saymayı. Bu beşinci bira. Boş ver şu birahaneyi de. Camın dışarısını da. O gelmeyecek ki. Ha! sinemadaydık sâhi. Uçan daireden çıkan adam küçük bobinin elektrik fenerini aldı. Sokağa çıktı. Çocuk da arkasından.
Uçan daireyi iki nöbetçi bekliyor. Uçan dairenin önündeki robot dimdik.
O kürklü pardesüsünü çıkarmamıştı. Kürk hala serindi. O çıban izi olan yanağını serinliğe dayamıştı. Kürkün dudakları öpüyordu. Onu. İrkildi. Beni hatırlamıştı. Silkindi. Masanın üstünde alçıdan bir gemici biblosu dururdu. Ben onu ta uzaktan bir Avrupa şehrinin bayram yerinden kazanmıştım. Altına para kordum.

- Gemici paranı verdi mi?
- Verdi, verdi. Eyvallah gemiciye.
- Gemiciye eyvallah!

Yaz günleri o yanıma uzanınca rahat bir uykuya dalardım. Rüyamda hiçbir şeyi görürdüm. Hiçbir şeyi. Hiçbir şey kadar güzel şey var mı? Varsa ver bir lokma. Şu saatte. Hiçbir şey ölüm gibi güzeldir.
Öteki yıldızdan gelmiş adam taksiden atladı. Bütün ordu peşinde. Vur emri var. Vurdular. Askerler etrafını aldılar.
Geç geldiği zaman deli olurdum. Merdivende ayak sesleri yabancılaşınca kudururdum. Sonra birbenbire onun ayak sesleri, Kapıyı açık bırakmış olurdum. Öteki seyyareden gelir gibi gelirdi. Gözlerinden öperdim.
Çıkmalı. Buradan çıkmalı. Sinema bitti. Sokakların içinde sırtımda talihim, sırtımda kendim, yürümeliyim. Mahalle içlerine gitmeliyim. Evler görmeliyim. Gece yarılarından sonra hafif ışıklar yanan pencereler görmeliyim. Molozların üzerine oturup bekçi gözükünceye kadar bu 2 numaralı evi gözden geçirmeliyim. Yukardaki balkonlarda saksılar var. Yukarısı harap. Aşağısı harap. Ortası mükemmel. Hangi harapta oturuyor. Işık yakmamalı. Ağır ağır bir koridordan geçiyordum.
- Hırsız var! Hırsız var!
Sokaklarda koşmalı. Koşmalı. Bekçiler, polisler, düdükler arkamda. Hayır kimseler duymadı. Bir küçük odanın kapısın açıyordum. Orada harap bir karyolanın içinde, bir ayağı dışarda. İki ayağı da dışarda. İki ayağını yorganın içine sokuyorum. Derin bir nefes alıyor. Benden yana dönüyor. Bakıyorum. Çıban izi öbür tarafta. Tuhaf, hiddetli soluk yüzünde tatlı bir pembelik var. Kaşları ıslak ıslak. Dudakları kuru.
Kandil sönmek üzere. Meryem titriyor. Bu küçük karyoladaki kim? Eğilip ona da bakıyorum. Kocaman kocaman gözü var. Hiddetli bir derisi var. Bağıramıyor.
- Sus, sus diyorum.
Küçük kızın ağzını avucumla tıkıyorum. Çırpınıyorum.
- Gürültü etmezsen açarım avucumu, diyorum.
Kara gözlerini kapayıp açıyor. Avucumu ağzından çekiyorum. Sonra gidip öteki karyolaya oturuyorum. O hâla uyuyor. Gözümle etrafı arıyorum. Yakası kürklü pardesü orda. Giyiyorum. Bileklerim dışarda kamburlaşmış dolanıyorum odada. Küçük kız bana bakıyor. Avucunu ağzına kapayarak gülüyor. Molozların üstünden kalkıp yollara vuruyorum. Caddelerde şimdi yalnız sarhoşlar, pezevenkler ve şunlar bunlar var. Hepsi de hoş hoş adamlar. Hepsinin sırtında talihleri ve kendileri. Yalnız yalnız. Bir karı ile yatarken bile yalnızlar. Bir açık yer bulsam. Bir bira daha içsem. Yok, her yer kapanmış.

O hâla uyuyor. Kaşları ıslak ıslak. Nefesine yüzümü tutuyorum. Başının altındaki iki yastıktan birini çekip alıyor, onun ayak ucuna koyuyorum. Oraya da ben kıvrılıp yatıyorum. Ellerim büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor, büyüyor.

Sait Faik ABASIYANIK







Bahçelievler 7. caddeyi baştan sona gezmeyi çok severim…Bu caddede özellikle güneşin batmak üzere olduğu saatler harika görüntüler verir izleyenlerine…Eşimle, caddeyi dolaşırken, restaurantlarda, cafelerlerde küçük gruplar halinde oturan insanları gözlemleriz…7. caddede rahattır herkes…Kimse kimseyi rahatsız etmez…Özgürce dolaşır her yaşta insan…Cıvıl cıvıldır cadde…Bayılırım böyle ortamlara…Çünkü ben de özgürce hareket edebilmeyi isterim…Şu ne der?..Bu kıyafetim nasıl karşılanır?..Tek başıma rahatça dolaşabilir miyim?..soruları yanıtı ne olursa olsun, rahatsız edicidir…Huzuru bozar…Gençler, rahat kıyafetleriyle birbirleriyle şakalaşırlar…Gülüşürler…Yaşlı insanlar da kısa adımlarla caddede yürürler…Onların tin tin halleri çok hoştur…Bir sahil kasabasını andırır 7. cadde…Denizi eksiktir sadece…Onu da hayal edebilirseniz ne âlâ…Mutluluğunuz kat be kat artar o zaman…Huzur dolar yüreğinize…


Geçen gün 7. caddeyi iç huzuruyla gezerken, tahta barikatlarla çevrilmiş, bir inşaat alanının önünde pejmürde kıyafetli, yüzü kirden ve güneşten simsiyah olmuş oldukça genç bir insan gördük…Boylu boyunca yatıyordu inşaatın önünde…Ürkerek bakıyordu insanlar ona…Hayvan olsa sevgi gösterecek, acıyacak ilgileneceklerdi; ama o başkaydı… Yaklaşmak istemiyordu onu görenler…Korkuyordu…Kimsesizdi o…İnsan olarak doğmuştu; ama şimdi başka bir gözle görülüyordu…Ondan oldukça uzak bir açıyla geçiyordu insanlar…Ağır bir kokusu vardı…Yakın çevresi etkileniyordu bu kokudan…Eşimin elini tuttum…Biraz bekle diye işaret ettim……Durdum, hareketlerini inceledim…Dondurmadan sonra içeriz diye bir küçük su almıştık, istedim onu eşimden…Sonra suyu uzattım onun ellerine…Aldı ve lıkır lıkır içti…Beni gören bir kişi daha yaklaştı usulca…5 TL. attı önüne…Onu da aldı…Herkes acıyan, korkan ve çekinen gözlerle bakıyordu…Sokakta yaşayan kimsesiz bu insan yardım edilmeyi bekliyordu…

Sosyal Hizmet Uzmanı Aziz Şeker, açıklamaları huzur kaçırıcı nitelikte…”Kimsesizler toplumsal bir kategori olarak sosyal-ekonomik durumları tamamen bilinmeyen sosyal gurupların başında gelmektedir…Sosyal devletin baş tacı, liberal devletin baş düşmanı, muhafazakar devletin yerine göre oy sayım zamanlarında temel sosyal reklam deposu; kimsesizler ordusu… Aynı zamanda bu bağımlı ordu ülkemizin de önemli toplumsal sorun alanlarından birisini meydana getirmektedir… Cumhuriyetin kurucusu her ne kadar, “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir” dese de, yalnız hastane köşelerinde terk edilmiş veya hastane acillerine bir gece yarısı bırakılıp kaçılmış değil, bazen kırsal dünyada kimi ahır odalarında özel donanımlı bir hücreye hapsedilir gibi koruma altında tutulan insansız; “özürlü” yüzler olarak da görürüz onları… Çoğu, insan olmanın onurunu bir gün bile olsun yaşamadan ölür!...”
Ben kabullenemiyorum kimsesizliği…Onlar da insan…Yaşama hakkı en az bizim olduğu kadar onların da var…Sevgi istiyorlar…Sıcak bir yuva istiyorlar…Hakları değil mi bunları istemek?..Biz de olabilirdik onların yerine…Evsiz, barksız, kimsesiz kalabilirdik…İnsanca yaşama hakkından mahrum bırakılabilirdik…İster miydik sokakta yaşamak…İster miydik itilip kakılmak…İstemezdik elbette!..O halde anlamalıyız onları…Yardım elini uzatmalıyız…Elbette gücümüz oranında…Elbette olabildiğince…
Yalnızlık, bir şekilde giderilir; ama kimsesizlik tarif edilemez bir boşluktur…Düşünebiliyor musunuz kimsenizin olmadığını?..Çıldırır insan…Size destek verecek, arka çıkacak, moral verecek hiç kimsenin olmaması ne acıdır…Kimsesiz çocuklara, kimsesiz yaşlılara devlet mutlaka elini uzatmalıdır…Bir tek kimsesizimiz bile sokakta kalmamalıdır…Sosyal devlet olmanın gereğidir bu…Erdal Sezer’in “Kimsesizler” şiiriyle bitirelim sohbetimizi…

Sorma ismimi bilmiyorum…
Kaldırım derler,
Sokak çocuğu derler,
Hep ezerler…
Olmadı ne anam, ne de beni sevecek babam...
Karanlıktır tek dostum, kaçışımdır kendimden…
Bilmiyorum kimim! Neyim, neciyim…
Nereden geldim, nereye gidiyorum…
Hem sen kimsin, polis misin abi!
Ben bir şey yapmadım, ne olur götürme abi!
Yine dövmeyin beni! Yakmayın canımı…
Karnım aç abi…
Bir simit, bir kuru ekmek, ne olursa yerim abi...

Sevgiyle kalın!..

Asım ERDOĞAN




Her şeyi düzeltebilirmişiz gibi geliyor değil mi? Bütün küslükleri bir gün bitirebilir, bütün gönülleri şak diye alabilir, bütün ertelenmiş dostlukları bir gün ''hadi'' deyip gerçekleştirebiliriz sanıyoruz değil mi? Nasılsa daha zaman var. Nasılsa daha bir ömür yaşayacağız. Nasılsa dünya küçük...
Nasılsa bir yerde karşılaşırız. Oluru varsa tesadüfler yaratır zaten öyle değil mi? Nedir ki acelemiz? Derken...
Ölüm giriverir araya. Bütün planları bozar. Barışmadan, dost olmadan gidiverir o... Baka kalırsın. Elinde bir sürü kelime. Bir dakika dersin. Benim daha sahnem bile gelmedi, nereye?... Kalp kırdıysan bir özür bile dilemediğine yanarsın, kalbin kırıksa bir sitem edemediğine... Öyle kalırsın. ''Neden daha önce gidemedim ona da şu gönlümü al da dost olalım artık demedim'' dersin. Birden fark edersin ki, meğer o kadar zamanımız yokmuş. Meğer bir ömür daha yaşayamayacakmışız. Meğer yolun sonuna gelmişiz...
Ertelemek.. Ah ne feci bir şey. Bu gün değil yarın.. Yarın değil öbür gün... Bu ay değil öbür ay... Sonraki bayram... Belki seneye... Doğru değilmiş. Yapmamak gerekirmiş... Bu gün bir kez daha öğrendim ki, biriyle dost olmak istiyorsan hemen olman gerekiyormuş... Acele etmek gerekiyormuş. Hiç vakit kaybetmemek gerekiyormuş...
Kalbini kıran özür dilemiyorsa dilemesin. Sen istiyorsan dostluğun devam etmesini, o zaman git ona... Konuş onunla... Zaman hızla akıp gidiyor. Bir geri sayım var. Kalan zamanı bizim görmediğimiz bir geri sayım... Tık tık akıyor zaman...
Çok fazla işimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla kendimize kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla elimizdeki mutluluklara kaptırıyoruz kendimizi. Çok fazla endişemiz, korkumuz var. Çok fazla gururumuzun esiriyiz. Çok fazla gurur etrafında dönüyoruz. Çok fazla ''asla'' larımız, çok fazla ''hiç'' lerimiz ve çok fazla ''katiyen'' lerimiz var. Çok fazla tükürdüğümüzü yalayalım mı, yalamayalım mı hesabı yapıyoruz...
Çok fazla vazgeçiyoruz. Çok fazla düşünce okumaya çalışıyoruz. Çok fazla okuyamadığımız düşüncelerin yerine kuruntu kuruyoruz. Çok fazla sinirleniyor, çok fazla kin bağlıyoruz... Çok çok çok fazla. Her şeyden çok fazlamız var. Safrayı o kadar basmışız ki gemi hiç hareket etmiyor artık. Gidemiyor. Duruyor öyle orta yerde. Yalan hepsi yalan bunların.

Ölüm var işte..
O yüzden...
Acele etmeli...
Ölüm var..
Yakında veya uzakta...
Ama var işte..



Alıntı





Ellerim ceplerimde yürümeyi severim bazen…Rahatlatır beni bu tür yürüyüş…Hele hiçbir şey düşünmek istemediğim anlarda kurtarıcı olur benim için…Aldırmayan, umursamayan bu tavır, yine de düşüncelerden alıkoyamaz beni…Bir kedinin hızla önümden geçişi, çöp varillerinde torbaları didikleyen bir sokak köpeği ilgimi çeker…Yaşamak için mücadele eden her canlı, değerlidir benim için…Hep söylerim dostlarıma!..Bu dünya nimetlerinden, canlıların tümünün yararlanması kadar doğal bir şey olabilir mi?..Nimeti de külfeti de eşit paylaşmak gerekmez mi?..Keklikpınarı kaldırımlarında yürüyüşümü sürdürüyorum…Hüzün dolaşıyor adeta…Herkes evinde olmalı…Tek tük insan görüyorum yanımdan geçen…Hiç telaşlı değiller onlar da…Belli ki aceleleri yok…Aheste yürüyorlar benim gibi…Evlerinde olanların salon ya da oda ışıkları, karanlığı yırtarcasına gözlerime ulaşıyor…

Bir yaşlı teyze de salonda ayaklarını uzatmış, elinde bastonuyla geleni gideni seyrediyor…Perdeler kapatılmamış…Durup ona bakıyorum…Arka fonda evin içinde gezinen aile üyelerini görüyorum…Bir sofra hazırlığı içindeler…Teyzenin yaşam çizgisini merak ediyorum…Kimdir bu teyze?..O yaşa kadar acaba neler yaşadı?..Kaç çocuğu ya da kaç torunu var?..Kimle evlendi?..Mutlu mu mutsuz mu bugüne kadar sürdürdüğü yaşam?..Sayfalar açılsa bir roman çıkar karşımıza…Her insanın yaşamı bir roman aslında…Birbirine hiç benzemeyen dünyadaki insan sayısı kadar roman…İnsanı tanımak, benim için roman okumak kadar hayati…Dinliyor ve öğreniyorum…Dersler çıkarıyor, değerlendiriyorum…

Yalıkavak’ta denizde sabah saatlerinde kızımla birlikte yüzüyoruz…Açılmayı severiz ikimizde…Uzakta olan ve yanımıza yaklaşmaya çalışan bir bayanı fark ettim o an…İyice yakınlaşınca: “Günaydın!..Nasılsınız?..” diye sordum…Gülümseyerek “İyiyim!..” dedi…Kızıma dönerek ”Aman kızım dikkatli ol!..Gerçi baban yanında; ama sen yine de pek açılma!..” uyarısında bulundu…İlgisi hoşuma gitti…Hangi otelde kaldıklarını sordum…Aynı otelde olduğumuzu sevinerek öğrendim…O akşam, gün batımı için otelin şezlonglarına oturduk ailecek…O bayan geldi…Hemen yanımızdaki şezlonga da o oturdu…Gün batarken biz koyu bir sohbete daldık…Ankaralı olduğumuzu söyleyince irkildi…”Ankara mı?..Çok acı anılarım var benim Ankara ile ilgili…” dedi…Başladı anlatmaya: “İki kızım, bir oğlum vardı…Şimdi bir kızım bir oğlum var…İstanbul’da oturuyoruz…Bundan 20 yıl önce kızım Gazi Üniversitesi’ni kazandı ve Ankara’da kayıttan hemen sonra ona bir ev tuttuk…Babaannesi de gönüllü olarak onunla kaldı…Kayınvalidemin bu fedakârlığını hâlâ unutamıyorum…Son sınıfa kadar her şey çok güzeldi…Ben de zaman zaman onları ziyarete gidiyor, bir eksikleri varsa tamamlıyordum…Çok sevilen bir öğrenciydi kızım…Öğretim üyeleri de arkadaşları da ona hayrandı…Pırlanta gibi bir insandı…Sosyal ve sevecen bir yapısı hemen dikkat çekiyordu…16 yıl önce bir motosiklet kazasında kaybettik kızımı…” Ağlamaya başladı…Eşim de gözyaşlarıyla ona eşlik etti…Benim içim de öyle bir burkuldu ki gözyaşlarıma hakim olamadım, bırakıverdim yanaklarıma…Hızla döküldüler…Üçümüz de ağlıyorduk…

Hemen atıldı…”Sizi üzmek değildi maksadım…Benzetmek gibi olmasın; ama tam kızınızın yaşındaydı…Mezuniyetine bir hafta kalmıştı…Mezuniyet törenini göremedi ne yazık ki…Tabi biz de göremedik…Oysa ne kadar çok istiyordum, onun mezuniyetini görebilmeyi…Arkadaşıyla bir motor gezisi yaparken sarhoş bir sürücünün kurbanı oldular… Kırmızı ışıkta geçmiş ve motora hızla çarpmış, sarhoş sürücünün otomobili…Motoru kullanan arkadaşını da kaybettik ne yazık ki…Yıkıldım adeta!. İnanamadım…”Olamaz!..Olamaz!..” diye haykırdım…Eşim çok rahatsızlandı bu ölüm olayından sonra, çok yıprandı…Kayınvalidem de bu acıya fazla dayanamadı ve iki ay sonra vefat etti… Acımız öyle büyük ki…Ne zaman kızım yaşında birini görsem aklıma geliyor onun zamansız ölümü…Bir torunumuz var…Şimdi bizim her şeyimiz o!..” Gün battı…Yalıkavak öyle bir kızıllığa büründü ki…Eşlik etti sanki bu acıya…O kızıllıkta bir insanda bir roman okuduk biz aslında…Sayfalar dolusu roman…

Hayatımız bir roman hepimizin!..Sayfaları nasıl doldurduğumuz ancak roman kapağı açılınca anlaşılıyor…Kapakları kapalı duran açılmayı bekleyen o kadar çok roman var ki…


Asım ERDOĞAN