İSKENDER PALA YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSKENDER PALA YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur.
Bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar.
Sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder.
At olup koşar, kuş olup uçar.
Hazine olur viran gönüllerde saklanır, kimya olur hakir toprakları altına dönüştürür.
Sır olur saklanır, gonca olur açılır.
Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mest eder, güneş olur âşıklarının ümit
meyvelerini olgunlaştırır.
Aşk olunca gönüller birleşir, aşk olunca kıyamet koparcasma hareketlilik olur.
Aşk olunca şimşekler çakar, rahmetler yağar.
Âlemler kıyama kalkarsa aşktandır.
Hastaların şifa bulması aşktandır.
Aşk ile döner gökler, aşk ile durur kâinat.
Aşk, Mecnun’dan Leyla’ya bir feryat, Mansur’dan dara bir sır, gözden kalbe bir yoldur.

Ah Mine’l Aşk / İskender PALA






Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz en heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası”ndan ibarettir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır. Sevgili’nin yüzümü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.
Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.
Göz… Savaşı başlatan haberci.
Bakış… Elde olmayan kader; ilahi kaza.
Ve aşk… Kalp ile göz arasındaki kutlu bir hadise.
Çok sonraları kalp göze diyecektir ki, “Ben bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlere itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emir ben esir. Sonra devam eder:
- Ey göz! Sen ikisin ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?… Şimdi ağla o halde; etiğin zulmün cezasını çek bakalım.
Göz buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir: “Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur” (Hacc 46)
Göz görünce bir kez geriye ne kalır?

İskender PALA


"Eğer sevgiliden başkasına söyleyemeyecek şeylere sahip olunmuşsa aşk kapıda demektir. Bu durumda sevgilinin sözünü can kulağıyla dinlemek,ileri sürdüğü her şeyden dolayı hayret etmek,saçma sapan hatta yalan şeyler bile konuşsa ona hak vermek,haksız olduğu zamanlarda bile onu doğrulamak,ne yaparsa,ne derse peşini sürmek hep aşkın halleridir. Hatta birbiriyle çelişkili durumlar bile bu aşk için söz konusudur. Ayrılık acısının âşıka hoş gelmesi,zamanla ondan zevk alması gibi mesela. Aşk ilerleyince sevgilinin derdini çekmek mutluluk olabilir. Tabiatta herhangi bir şey haddini aşınca zıddına dönüşür. Bir arabanın tekerlekleri çok hızlı dönmeye başlayınca sanki tersine dönüyor gibi görülür. Yani bütün trajedilerin sonu komedi,bütün gülmelerin sonu gözyaşıdır. Sevincin de hüznün de aşırısı insanı öldürür. Kahkahalarla gülen kişinin gözünden sonunda yaş akar. " 

 İskender PALA


Güzele, güzelliğe, gülümsemeye, sanata, estetiğe giriş kapısı bırakmayan bir kaos koşturmacası. Bir an durup nefes alamaz hale getirmiş planlar, ihtiraslar... Sanki çevremizi kuşatmış, çengellerini eteğimize takmış, bütün yürüyüşlerimizi yavaşlatan, bütün hedefleri öteleyen ve erteleyen bir karabasan. Adına hayat diyoruz.

Bir filmden bir replik hatırlıyorum; "Bir sırt çantası edinin ve sahip olduğunuz her şeyi onun içine koyup yaşayın!" diyordu. Doğrusu hiç fena fikir değil. Pazardan bir sırt çantası alıyorsunuz ve sahip olduğunuz her şeyi onun içine yerleştiriyorsunuz. Siz içini doldurdukça genişleyen bu çantaya neler koyardınız?

Sahip olduğumuz küçük şeylerden başlayarak koymayı deneyelim isterseniz. Kalemlerinizi, not defterinizi, anahtarlarınızı, cep telefonlarını kesinlikle taşımalısınız. Sonra küçük eşyaları toplamaya başlardık herhalde. Madem sahibiyiz, onlara da çantada yer açmalıyız. Elbiseler, ayakkabılar, tabaklar, tencereler, sehpalar, televizyon ve beyaz eşyalar. Durun daha bitmedi!.. Sırada asıl eşyalar var. Evlenirken sıkıntılara girip, borç edinerek mutlaka aldırdığımız, sonradan kullanmakta ihmal göstersek de olmazsa kendimizi yoksul ve hatta çıplak hissettiğimiz, dolayısıyla evde mutlaka bulunması gerektiğine inandığımız asıl eşyalar. Koltuk takımları, yatak odası mobilyaları, salon konsolları, süsler, çerçeveler... Yer kalmadı diyenler için hatırlatalım, çantanız her an genişleyebiliyor ve dolmak bilmiyor. Üstelik ne kadar dolsa da siz körükleri açar, yan cepleri kullanır, birkaç şey daha sığıştırırsınız. Unutmayın ki sahip olduğunuz şeyler bu kadarla bitmiyor. Arabanızı bırakacak değilsiniz mesela... Yazlık neyse de evinizin hiç olmazsa bir odasını (okuma odası / oturma odası / yatak odası vs.) tercih etmelisiniz. Koyun, çekinmeyin koyun, sıkıştırın!.. Ne de olsa edinmek için çaba sarf ettiniz, para harcadınız, bedel ödediniz. Helal malınız değil mi?

Artık yeter mi diyorsunuz? Öyle olsun. Ama bizden hatırlatması, hani sonra aklınız geride kalmasın. Son bir kez bakın; "Çantanıza sahip olduğunuz her şeyi koyduğunuza inanıyor musunuz? Bir şey unutmadınız değil mi?"

Pekala, rahat bir nefes alın. Çok yoruldunuz... Sırtınızı bu çantaya yaslayıp birazcık dinlenin. Çünkü az sonra onu taşımaya başlayacaksınız. Ve ne kadar ağırlık taşıdığınızın farkına varacaksınız. Hayatınızın ağırlığı ne kadar, göreceksiniz. Korkmayın canım, bunların hepsi size ait. Ama sorun kendinize bakalım; bu denli yük ile hangi mesafeyi kat edebileceğinizi, ne kadar ilerleyebileceğinizi, hangi hedefe varabileceğinizi sorun. Hayatınızın ağırlığını sorun. Bu ağırlığı taşıyan dizleriniz, gözleriniz, sözleriniz ve yüzlerinizin aslında sizden ne istediğini sorun. Bu yüklerden hangisini bırakırsanız sizden ayrıldığı için üzüleceğini veya arkanızdan gözyaşı dökeceğini sorun. Sorun sorun, çekinmeyin, cevap verirler... Hiçbiri mi? O halde neden taşıyorsunuz? Neden yükleneceğim diye bunca çırpınıyor, kendinize eziyet ediyorsunuz? Bizim Yunus "Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı" demiyor muydu? Peki bunca ağırlığınız var iken huzuru yakalayabileceğinize inanıyor musunuz? Bunca yük sizin belinizi bükmüyor mu sahiden? Ve asıl soru şu: Birisi size, "Çantayı boşaltın ve hepsini yakın gitsin!.." diyecek olsa itaat eder misiniz? Şeyh Galib karşınıza dikilse ve "Tedbirini terk eyle takdîr Hudâ'nındır" dese mesela!..

Eğer Galib'e itaat edip kibriti çaldıysanız, yukarıdaki soruyu size tekrar sormamız gerekiyor. Bu sefer yanılmayın, iyi düşünerek cevap verin lütfen! Soru şuydu:

"Çantanıza sahip olduğunuz her şeyi koyduğunuza inanıyor musunuz? Bir şey unutmadınız değil mi?"

Düşünün bakalım!

Yoksa unutmuş musunuz?

İnanmıyorum, "Benim için çarpan kalpleri çantama koymayı unutmuşum!" diyen şu ses size ait olamaz!..

*

Bir gün eşi, terziye sokulmuş, "Taşınıyoruz bey, bavulunu hazırla!" diye fısıldamış. Hayır, hayır, terzi kumaşlar, dükkân, elbiseler, paket, hamal vs. kaygısına hiç düşmemiş. Yalnızca iğnesini yakasına takıp kadının koluna girerek gülümsemiş:

"Haydi gidelim sultanım!.."

İskender PALA



Sevda-yı dildârdan gönül usandı / Güzelim cefadan niçin usanmaz / Demek ki üftadem odlara yandı / Hak'tan haya kılmaz kuldan utanmaz / Dertli
_______________________________________

Yalnızca iyilik getirendir o; yalnızca sevgi biriktirendir... Kat kat şimdilik; dosya dosya güzelliktir hem... Elimizden tuttu mu bir kez yükseltir yükselttikçe kişiliğimizi de yüceltir yüceltilecek kadar... Haya hayatın güzelliği...

''El-haya ve'l-edeb!'' der eskiler; hayasızca bir tavır gördüklerinde edep dışı bir söz işittiklerinde. Haya ki bir utanma duygusudur; ar ve namus perdesinden bestelenir zaman notalarında. Perde açıldı mı da bir kez; küser sahibine ve kaçar gider coğrafyamızdan bütün güzel nağmelerini toplayarak. Kişi ancak haya sermayesi kadar edîb olur çünkü; ancak hayası ölçüsünde müeddeb sayılır. Yakışıksız işlerden alıkoyan da kötüleri iyi kılan da odur hep.

Hayamızı yitirdik ve silinmiş boş kağıtlara döndü şimdi hayat. Lalezarlarımızda ayrıklar bitti hayasızlıktan; medeniyet birikimlerimiz ağıt sütunlarında kırıldı yontulmuş mermerlerimiz damar damar çatladı. Zümrüdü Anka’nın kanatlarından kavruk baharlara döküldü safirler. İmkanın en dar kapısında oturup ruhumuzu şer ile şerh ettik; ve hayayı unuttuk. Esir kentlerin mahpusları gibi puslu sokaklara serpildi fırtınalı akşamlarda hayasızlık; ve göz kapaklarımıza kan damladı süveydalarımızdan. Her karanlıkta yağmurlar büyüttü acılarımızı ve her solukta biraz daha savaş biraz daha şiddet biraz daha kin biraz daha vahşet biraz daha.. biraz daha...

Hayamızı yitirdik ve Leyla'lar leylî renklere bağlar oldu zülüflerini. Hayalî ahlâk bezirganları bir nane çöpüyle tarttılar hayalarımızı hayal terazilerinde; haya içinde yaşarken hayal içinde öldük. ''Hayalî'' tahallus eden şairler ''Haya-lı'' hayatlar sürerlerdi hani de kirpiklerinin arasından eski zaman sevdalarını damıtırken ''Geçmiş zaman olur ki hayalı cihan değer'' derlerdi... Heyhât!.. Hayal meyal şeylermiş... Hayalî yükler bükmede şimdi belimizi.

Hayamızı yitirdik; ve tımarsız kaşağısız pusatsız bıraktık küheylanlarımızı; kılıçsız kargısızcevşensiz koyduk süvarileri. İkonlara gizlenmiş ruhbanlara çaldırdık ruhlarımızı. Akrep yuvalarından ecinni raksların ateşi sıçradı üzerimize. Kevn ü fesadda anılmamacasına yıktık eski ahitlerimizi yeni ahitlerimizi. Ahdimiz haya üzerineydi kaybettik ve ahlâkımız eskidi. Dönüş biletini giderken yırttık ahitleşmeye de kutsal vadilerde nalınlarımızı ayağımızda unuttuk. Parlayan yıldızlarımızdan astroitler düştü bahtımıza. Filmin son karesiyle birlikte elif ve lam ve he de karardı. Kelamlarımızda yorulan harfler laf kılığında yağdı dünyamıza. Efsunlu sözlerle dolu hamayılların çörekotlarınca küçüldü ruhlarımız. Gizi çözen gecelerimiz geceyi düğümleyen gizlerde gizlendi. Kafesinde sindirilmiş aslanlara dönünce ahlâk avcıların tarihinde kötü figüranlar olarak anlatıldı haya; ve aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar hiç.

Hayamızı yitirdik; ve münzevi hayallerde eklemledik âhlarımızı birbirine düşlere karışan hayatımızı zincir yaptık. Huzurun ak sayfalarına derunî sağanaklardan kan revan acılar gönderdik. Gazeller ve kasideler hep yitik sevdalarda döndü mersiyeye... Ağladık geceler ve gündüzler boyuağlayacağız aylar ve yıllar yılı...

Haya... Aaah en eski yitiğimiz...

Hayadan ötesi hayal aslı yok bir düşünce...

Hayadan öte hayat esası bozuk günce...


İskender PALA



‘’Aşkın sebepleri arasında en inanılmaz olanı belki de rüyada görüp aşık olmaktı. İnsan sevgiliyi rüyada her vakit görür ama rüyada yalnızca bir kez gördüğü birine acaba sevgili der mi? Bunlar olsa olsa Hüsrev ile Şirin, Vamık ile Azra hikâyelerinde olur. Gönlün, hiç mevcut olmayan birine tutulması sanki hiç gerçeği olmayan bir şeyle geçim sağlamak gibi değil midir? Birisi hiç görmediği ve asla göremeyeceği bir güzeli sevdiğini söylerse herhalde aklından zoru olduğunu düşünürler. Ruhu ona telkin ediyormuş, temenni ve arzuları kalbini yönlendiriyormuş, bunlara inanmazlar. Oysa bir âşık, sevgilinin ay mı güneş mi olduğunun bilmese de, aklının bir oyunu mu, hayalinin bir çılgınlığı mı olduğunu kestiremese de, gözlerine her daim onun görüntüsü girdiği müddetçe, âşık değil midir? Âşık olmak için maddi varlık şart mıdır? Allahın güzelliğini rüyasında görüp ona âşık olan dervişe inanıyoruz da neden sevgilisinin hayaliyle özleme tutulan âşıka inanmıyoruz. Eğer ona inanmayacaksak aşk, surete tapmaktan gayrı ne olur ki? O halde insan, sevdiği kişiyi karşısında görmeden de onun âşıkı olabilir. Sevgili için kaygılanmak da, hayaliyle mest olmak da, geceleri uykusuz kalmak ve seherlerde acı çekmek de hep âşıkın sevgiliyi görmeden yaptığı şeylerdir. Bir duvarın arkasında şarkı söyleyen kadını işitmek bazen ona tutulmak için yeterlidir. Bazıları buna temelsiz bir bina gözüyle bakabilir, ancak âşık o binayı inşa etmekte her zaman çok mahirdir. Zihni görmediği bir varlığın tutkusuyla meşgul olan bir kişi, düşünceleriyle baş başa kaldığında hayalinden ona şekiller çizer, kıyafetler giydirir, renk ve koku isnat eder, tavır biçer. Sevgili aşıkın zihninin içinde yapılır. Aşıkın hayal ve bedii düşünceleri sevgilinin güzelliğini artırır. Diyelim sese âşık olan genç sonra o şarkıyı bir yerde görse, aşkı ya sönecek ya da artacaktır. Görme onu yönlendirecektir. İyi de görme yoksa kim şarkıcıya âşık olan kişiyi ayıplayabilir ki? Cenneti de ancak tasvirle tanıyor değil miyiz? Onun söylediği şarkılar kulağımızı doldurup kalbimizi ona yönlendirdiğinde genelde âşık onun güzelliğini sesine göre ölçer. Eğer kendisini gördüğünde aşkı artıyorsa şarkıcı da onu sesine denk bir güzellik görmüş demektir. Ama eğer şarkıcının yüzü sesinden daha güzel ise bu aşıkı, sesten yola çıkarak güzelliği keşfettiği için tebrik etmek gerekmez mi? Cennetin en güzel tasvirleri bile cennetin yanına yaklaşmaktan uzak değiller midir? O halde kâinatta görülen bütün güzelliklerin ‘’Mutlak Güzel’’den bir iz taşıdıkları için güzel olduğunu söyleyen kişi haksız sayılabilir mi?’’

İskender PALA
Katre-i Matem, Syf:189





Aşk derdidir cihanda âşıka maksûd olan
Vasl-ı dilberdir hemîn bu dâr-ı dünyâdan murâd

Cihanda âşıka gereken şey, aşk derdidir.

Nitekim bu dünya evinden maksat da dilber sevmektir(sevgiliye vuslat)

-Avnî-

Aşk sayesindedir ki insan, ebedîlik kazanır ve lamekâna erer. Ancak bu yol çok çetindir.

Aşk, yerine göre yol olur yürünür, yerine göre iman olur uyulur. Bazen ateş olup yakar, bazen deniz olup boğar. Sultan olur ülke yönetir, şarap olur sarhoş eder. At olup koşar, kuş olup uçar. Hazine olur viran gönüllerde saklanır, kimya olur hakir topraklan altına dönüştürür. Sır olur saklanır, gonca olur açılır. Gül bahçesi olur kokusuyla âşıkları mest eder, güneş olur âşıklarının ümit meyvelerini olgunlaştırır.

Aşk Mecnun'dan Leyla'ya bir feryat, Mansur'dan dâra bir sır; gözden kalbe bir yoldur. İlla ki belalarına katlanmak gerek.

Sabr etmeyen belâlarına aşkın anmasın
Nûş etmesin şarâbı kaçanlar humârdan

Belâlarına katlanamayacak olanlar aşkın adını anmasınlar;

''Sonunda baş ağrısı var'' diyenler, şarabı hiç içmesinler.

-Taşlıcalı Yahya Bey-

İskender PALA
Ah mine'l-Aşk

Lamekan : Geleneksel Alevi-Bektasi siirinde en sik kullanilan mazmunlardan biridir lamekan. Sozlukteki karsiligi 'mekansizlik' olsa da tasavvufta 'mekandan munezzeh olma, arinma; ezeli ve edebi olma' anlaminda kullanilir. Islam tasavvufunda 'lamekan' Allah'in sifatlarindan biridir. Ancak Alevi-Bektasi tasavvufunda sirr-i hakikata ulasmis, hakla hemhal olmus insan-i kamiller icin de kullanilir.


Bîgâne-i mahabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşina

Beytin anlamı ilk okunuşa göre “Ey derdinin yarasını merheme âşina etmeyen (yaraya merhem sürmeyen) sevgili; gama âşina olan biri, elbette aşkının yabancısı değildir.”şeklinde, ikinci okuyuşa göre de bunun tam tersi sayılan“Ey derdinin yarasını merheme âşina etmeyen sevgili; aşkının yabancısı olan biri, gamın ne olduğunu biliyor sayılmaz.” şeklinde anlaşılır. Nâilî, ikinci dizeye de aynı biçimde bir çift anlamlılık vermiştir: “Ey derdinin yarası merhem ile tedavi edilemeyen sevgili...” ve “Ey derdinin dağlama yarasını merhem diye âşıkına sunmayan sevgili...” Birinci durumda sevgilinin açtığı yara mücerred (soyut) olduğu için (gönül yarası), maddi bir ilaç sayılan ve yaraya üstten sürülerek veya oğuşturularak tatbik edilen merhemin ona çare olmayacağı; ikinci durumda ise âşıkın derdinin devası olarak yine sevgiliye ait derdi (gönül yarasına daha fazla aşk acısını) istemesi (yani az acıyı daha çok acı içinde boğma arzusu) söz konusudur. Hani Fuzuli’nin “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabîb” dediği veya “Dertleri zevk edindim...” diye başlayan şarkının güftesinde olduğu gibi.

Beyitte derdini veren ama dermanını vermeyen bir sevgiliden, yani aşkın manevi yarası olan gam ve acıya, maddi merhem bile vermeyen (kendini göstermeyen) sevgiliden söz edilmekte ve biraz sitem, biraz yakarış ortaya konulmaktadır. Bu durumda beyitte sözü edilen muhabbetin İlahî aşk, sevgilinin de Allah olduğu hemen anlaşılır. Sâlik veya kul (âşık), aşkından dolayı çektiği acı ve kederler ile olgunlaşacak, aşk içinde yolculuk yaptıkça dünyadan sovuyacak, masivayı terk edecek, gönlünü Sevgili’den gayrı her şeye kapatıp kendini temizleyecektir. Zaten gerçek aşk da, sevenin kendini Sevgili’ye adamasından öte nedir ki?!. Âşık her şeyiyle Sevgili’ye yönelecektir ki Sevgili’nin ilgisini ve sevgisini kazansın. Öyle ki, gam çekmeye alışmamış birinin Sevgili’den iltifat umması abestir. Bunu tersinden söyleyelim; aşkı olmayanın derdi de olmaz. Sevgili’nin bîgâneliği ancak âşıkın âşinalığı içindir (tezat); yoksa Sevgili’nin âşıka ihtiyacı mı var!?..

Hele düşünün bakalım; Sevgili, her yalvarışınızda size istediğinizi hemen veriyor mu?!.. Vermeyişi sizi sevmediğinden mi, yoksa O’na olan sevginizi çoğaltmanız için mi?!.. Daha fazla yalvaran bir âşık olmak aşk işinde derece kat etmeye vesile midir!?..


İskender PALA-Kırkıncı Kapı



Bilirim. her gün…
doğmadan kızıllığına yazar adını..
Bilirim her martı dokunmadan denize
Kendi dilince tekrarlar duanı..
Ve her gül açmadan kollarını
Bu dünyaya
Senin kokunu bular yüreğine..
Bilirim düşmez güneş
Toprağın hiçbir zerresine…
Hatırlamadan seni…
Bilirim seversin sen seni seveni….
Ey beni en çok sevenin en sevdiği…
Ey gönlümdeki sevgiye bengisuyunu, okyanus diyarından yudum yudum damlatan…
Kar suları yıkarken ruhumu, ılık bir yağmur damlasının sevdasında, yürek atışlarıma merhamet denizinden katreler düşüren…
Ey kalbimin en derin toprağına, avuçlarımda biriktirdiğim dualarıma kattığım, kirpiklerimin ıslaklığı ile bezediğim, nazenin çiçeğimin adı…
Sonra, yalnız karanlıklarımın donduran soğukluğunda , yapraklarının gölgesinde bakışlarımı ısıttığım …
Adıyla,en tenha zamanların karmaşasında, içimin dalları kıran fırtınalarını durulttuğum…
Her uyanışımda sabaha, gurubun kızıllığına taze açmış yaseminler aklığında ismini yüreğimle yazdığım…
Ey adıyla, serin rüzgarlarında bedenimi üşüten eylülü, nisanın yeni açmış badem ağaçlarına döndüren… içimin dermansız bildiğim dertlerine, sonsuz bir iyileşmeyle deva olan…
Ey seher vakitlerinde soğuk gül yapraklarına ılık dokunuşlarla konan, şebnemlerin nazlı terennümü…
Bütün kar taneleri erguvan dalında çiçek oluyor kökünü ruhuma salan…adının gölgesine sığınınca günahlardan bizar olmuş yüreğim…
Sana gönderdiğim selamların kabul olma umudunun heyecanıyla, dağ başlarımı kuşatan bencillik dumanlarının arasında, sevmeye dair al laleler açtıran…
İçimde dünyalık nefesler adına r büyüttüğüm bütün mavi kuşları salıyorum semaya… uğruna, kendi içimde kendimi tutsak ettiğim her anın zincirlerini koparıyorum zihnimden… teselliyi sana yolladığım selamın kabul edilmesi umudunda buluyorum… bilir misin Ya Resulullah? Her yıkılışında içimin kaleleri, kalbimin kırıklarını bu umutla sarıyorum… yüzüme kapanan kapıların dibinde gözyaşımdan bir ırmakta boğulurken, bana uzanan elin sıcaklığı bu umuttan… bütün alınmışlıklarımın, tek başına bırakılmışlarımın, darmadağın oluşlarımın sessizliğine düşen tatlı bir terennüm oluyor bu umut… içimin burukluğunda, merhametsizlik dağlarken yüreğimin her bir zerresini, sabah ezanlarına kadar kapanmayan gözlerimin aminlerine dost ediyorum bu umudun varlığını…
Ey bütün çiçeklerin naif susuşlarının ardında, hiç durmadan söylenip duran sevda ikliminin şanlı adı…
Ey ılık gamzeleri gibi toprağın, ruhumun buz tutmuş dehlizlerine merhametle inen bahar…
Gül kokusunda içime çektiğim şefkatin, eşsiz timsali…..
Uzak zamanlarında ömür tüketiyoruz saadet asrının… bir tek kalbimde büyüyen sevgi aşabiliyor zamanı, mesafeleri, asırları… donup kalıyor zaman, içimdeki özlemin sıcaklığında… çözülüyor imkansızlıklar, sessiz eriyişlerde… zaman susuyor kör kuyuların diplerinde… tarihler ses vermiyor gizli köşelerde… ve bir tek özlemim aşıyor zamanı, mesafeleri… bir tek gözyaşımdan bir kuşun kanadı bırakıyor beni, senin yürüdüğün çöl zerrelerin arasına… bir tek özlemin dev bir dalga olup, sürüklüyor bedenimi, Sevr mağarasında yuva yapan güvercinin kanat çırpmayışlarına… bir tek dualarımın kabulü taşıyor beni yaşadığın zamanların kıyısına… hıçkırıklar kesiyor nefesimi, yüzümde pişmanlıkların buyun eğişleri… anlatamıyorum… sevmekten uzak seslenişlerim susuyor iç yangınlarımda… senin adını yüreğime mühürleyip dönüyorum amin deyişlerime…
İçimin ülkelerine çöreklenmiş menfaat bulutlarından kaçıyorum..kaçıyorum kibirden yalnız kendine istiyor olmaktan, öfkeden… kaçıyorum ne varsa faniliğe dair… pişmanlıkla ıslanmış bir hıçkırıkta, selamlarımın kabul edilmesi umudunda yeniden geliyorum hayata…kan revan oluyor aklımda hüzünler… yağmamış yağmurlar kadar latif şimdi kalbimde devleşen sıkıntılar…
Korkularımı emziren bütün gecelerin siyahı, yeni açmış bir karanfil kokusu oluyor… bulunca seni…
Benliğimin kuytularında sızlayan yalnız kalmışlıklar, kayan dev bir yıldız oluyor… anınca seni…
Bütün sessizlikler rahmet oluyor… bütün çaresizlikler gündoğumu... bütün boyun büküşler amin oluyor dudaklarımda… bütün amin deyişler gül adında… seni ta içimde taşıdığım zaman bu ömür türküsünde…..
Yalnız kalıyor bazen aminler…gecenin sakinliğinde usulca hayat bulan aminler uykuya yenik düşüyor çoğu zaman…daha derinden dua etmeye susuz dudaklarım… Zaman merhametsizlikte hüküm sürüyor ya Resululalah… mazlumun ayaklar altında ezilen yüreğiyle besleniyor zalim kalp atışları… şefkate kanat çırpan kırlangıçların kanatları isyandan devleşen tel örgülere takılıyor… kanatlarından sızan kana bulanıyor ruhum… belki her gün bir günahsız yavrunun bedeni, hain bir merminin kılıcından geçiyor… günahsızların iniltileri içimde yankılanıyor… semayı sarsıyor annelerin ağıtları… gözlerimizin önünde yüreklerimizin dibinde inliyor nefesleri günahsızların… insanlar çoktan sökmüş gibiler köklerini, içlerindeki merhamet adlı çınarın… babaları ölmeden miras derdinde birbirine düşer olmuş kardeşler… duaya açık kapılarından dudakların, gıybet yükselir olmuş… yalansız konuşmalar azalmış… herkes birbirinin kuyusunu kazıyor… ve ölümü unuttu sanki kalpler… ölümü anmaktan aciz zihinlerimiz… İçim acıyor Ya Resulullah… her haksızlığın ardında tükeniyor nefeslerim… içim kanıyor… her acının ardında çaresizlik yağmamış bir bulut gözlerimde… bir tek silahım var… ona sarılıyorum gece yarıları… duaya…

Sevmek çekince dalgalarını bir zamanlar hiç durmadan dövdüğü kıyılarımızdan, okyanus ortasında su arar olduk… öldük hatta susuzluktan… yağmur sağanak sağanak boşanırken bedenlerimize… Adını unuttukça anmayı, dudaklarımızdan, başka isimler söyler oldu dillerimiz… başka sevdalar salınır oldu bakışlarımızda… içimize yabancı hevesler ,içimizde… hasretleri bile yabancılaştı dünyamızın… sevgi uzaklaştığımız hatta kaçtığımız bir hastalık gibi…ben böyleyken… hala umudu var mıdır sana olan selamlarımın kabulünün?… bu kadar kendimi bulanmışken sensizliğe…

Aynı zaman diliminde atsaydı kalplerimiz seninle… Yüreğimiz hissetseydi seni bir kere görmüş olmanın bahtiyarlığını… oysa şimdi hercai sevgilerde kanıyor ümitlerimiz… Varsa zihnimin kirli dumanları arasında ,dünyaya bel bağlamış iniltili hayatımın ortasında,hala sevmeye dair kımıldayan bir tomurcuk sana olan özlemimin sıcaklığındandır…
Ya Resulullah bu özlemimizin sınırsızlığına bakıp dua eder misin yüreklerimize? secdenin izi alınlarımızdan, amin deyişler gece uyanışlarımızdan ve sana olan sevgi solmayan yediverenler gibi hiç silinmesin gönüllerimizden…

Ey beni en çok sevenin en sevdiği…
Bir lale vakti… bir bahar gecesi… dudaklarımda sana selamlarla göz kapayışlarım var geceye… her şeye rağmen sevilme umuduyla bükülüyor boynum… sevginin sonsuzluğuna açılıyor avuçlarımda ruhum…
Ey Rabbim,
en sevdiğinin sevgisini artır ki kalbimde…
senin yanına sevdiğinin sevgisiyle dolu bir yürekle varabileyim son nefesimde…



İskender PALA