ALINTI ŞİİRLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALINTI ŞİİRLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


-Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder, 
Bugün açız yine; lâkin yarın, ümid ederim, 
Sular biraz daha sakinleşir... Ne çare, kader! 

- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim 
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur; 
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta... 

- Olur; 
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala; 
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz... 
Cocuk düşündü şikayetli bir nazarla: - Ya biz, 
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz? 

Hâlâ 
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi 
Döverdi sahili binlerce dalgalar asabi. 

- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın; 
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme... 
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın; 
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme, 
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zirâ 
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha! 

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın 
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa. 

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa? 
- O gitmek istedi; 'Sen evde kal! ' diyor... 
- Ya sakın 
O gelmeden ben ölürsem? 

Kadın bu son sözle 
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle 
Soluk dudaklarının ihtizâz-ı hâsirine 
Bakıp sükût ediyorlardı, başlarında uçan 
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine. 
Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cûşan 
Bir ihtilâc ile etrafa ra'şeler vererek 
Uğulduyordu... 

- Yarın yavrucak nasıl gidecek? 

şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin 
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak 
ilerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak - 
şırak dövüp eziyor köhne teknenin şişkin 
Siyah kaburgasını... Ah açlık, ah ümid! 
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayâl-i sefid 
Eliyle engini güya işaret eyleyerek 
Diyordu: 'Haydi nasibin o dalgalarda, yürü! ' 

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; 'Yürümek, 
Nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda... Yürü! ' 
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine 
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne? 

Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... ölüyor: 
Kenarda üç gecelik bâr-ı intizâriyle, 
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle, 
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder 
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor; 
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikayetler...

Tevfik FİKRET





Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.

Sesin nerede kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu kar gecesinde uzaktan yoldan,
Rüzgâr gibi ta eski Anadolu'dan
Sesin nerede kaldı? Kar içindesin!

Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram.

Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın

Ahmet Muhip DIRANAS 





en gizli silahımla üstüme çevirdiğim
kendimi vuruyorum bir kuşluk vakti
çıkıp geliyorsun delibozuk suretinle
en güzel yerinde mürdüm erikleri

değil mi okyanus ortasında sürüklenen
bir ceviz kabuğu yaşamak
değil mi ölümle kol kola yürürken
korkusuzca kendinden korkmak
- bembeyaz çarşaflar üstüne her gece
alacabulaca bir ölüm düşüyor
her gece çarşaflar üstüne bembeyaz
ellerini
ver
ellerim
üşüyor

kendimi vuruyorum bir kuşluk vakti
çekildiği yerde bütün denizlerin
doğacak güne kavisler çizerken
el değmemiş oynak kalçaları yarin

değil mi aynalardan soyutlanmış bir bakış
büyük gedikler açıyor utanç duvarımda
değil mi rüzgarlara vuruldukça ben
ince bir yağmur büyüyor dudağımda
- bembeyaz çarşaflar üstüne her gece
alacabulaca bir ölüm düşüyor
her gece çarşaflar üstüne simsiyah
saçlarını
ver
saçlarım
üşüyor

Mehmet Ali YILMAZ




Türküler telli duvaklı, türküler gelin
Türküler sevda yeli, dost eli
Türkülerinde yazılı memleketimin kaderi
Bulunsun mezar taşımda dilerim
Türkülerin en güzeli

Üç tel, üç mısra şiir
Sabır taşını çatlatan çile
Anılarla avunduğumuz yetişir

Söz gümüştür
Sükut altın değildir yine de

İnan hiçbir şey güzel değil şu yeryüzünde
Sen olmasan
Ülke de senin için devlet de
Bunu bil kullan hakkını
Yaşa kardeşim özgürce

Gülmeyi bir kez unuttun mu
Neylersen gülemiyorsun bir daha

Ağaç içinden çürür
Elmayı oyar kurt, sineği yer örümcek
Ve insanı yer insan

Elif kızın gönülcüğün çalmışlar
Bir halden bilmeze vermişler

"yılan gibi eğrim eğrim mor belik
Soyka kalsın bu ayrılık ayrılık"

Acının ve korkunun
Önün ve sonun
Yani hiçbir şeyin aslı yok
Yalnızca büyüklük
Yalnızca yaşama sevgisi aşk sonra
Ve bir büyük dünya ortasında
Yüreğimde duyduğum yokluğum

Güneyden mi geldin böyle nedir
Portakal kokusu avuçlarında
Bu limon çiçeği ne saçlarında
Söyle durur mu o sıcak sihir
Turuncu renklerle dal uçlarında

Bir kahve fincanında
Bahtıma çıkan fal sensin
Yalan da olsa
Uydurduğum en güzel masal sensin

Yoksul bir kasabada doğan
Yalınayak büyüyen şair
Nerden bulacak yumuşak kelimeleri
O, dağ yeli gibidir
Sarsar

Ömür üç günlüktür biter
Şiirde sürer hayatın filizi
Sürekli bir aşktır çünkü şiir

Ah güz gelir kış yok işte yağan kardır
Yer duymaz gök sağır
Ben çekerim yüzyıllardır
Söyleyin anama ağlamasın

Ölüm bir kaçıştır yaşamdan

Gökyüzünde bir bulut
Nasıl giderse dağlara doğru
İnsan nasıl düşerse yollara usulca
Anılar da öyle
Yol alır gönlümüzde
Eskimez çocukluktaki düşler
İnsan eskise de
Doğa eskise de

Biliyorum, insan kavgayla büyür
Biliyorum, dümdüz değil yaşam

Ölüm, gençleri
Çok seviyor ülkemde

Kötü değildir ağlamak
Yüreğim boş bir kafes işte

Saçında güller, karanfiller, dünyanın en güzel kırları
Saçında gelincikler, sabah çiyi ve tarla kuşları

Yaşamanın ve ölümün karşısında her şey susar

Her şey bir eski zaman düşünde

Savrulup gitti günler…

Ali PÜSKÜLLÜOĞLU







Ben kışları anlatırım, gözlerin baharları

Beyhude telaşlarımda kalır geçmiş
Ben yalnızlıkları susarım, sen eğdirirsin önünde sultanları
Sultanlar eğilince de bilesin, unutmazlar saltanatını
Güç bela düştüğüm yollarda kaldırırım önümden tüm unutulanları

Ben senin bildiğin gemilerden değilim
Rüzgarında devrilirim de bir dalgalarında boğuşurken kendimi bilirim
Issızlığım, çevremi kuşatsa da haykırıyorum denizi
İdam sehpasına giderken gocunmam ben, ölüm bir kar tanesi

Cellâdımsın diplere inmekten korkmam
Tarihim seni kovalamaktan örülü
Senin rengini başka bir renkle bozmam
Gözümde bir yaştır sonsuzluk evrenine dökülen
Binlerce yılın sürgünlük ıstırabını çıkarma benden
Hayatımı küçümseyen gözlerini uzak tut
Bir korkudur bakışların, müebbet zamanları tüketen
Bir gülün içimde devinen dikenisin, içimde yüzyılların çilesi gömülü

Lügâtimde seni anlatmaya yer yok
Saçların rüzgarıma tâ ezelden asılı
Zindandan çıktı hüznüm, yeryüzünde bana ayrılacak bir mutluluk kafesi yok
Müphem yolculuklardan artık çekil bana
Benim taşım, senin toprağına yazılı

Bir devran dönüyor başımda artık yeter
Bir servi olup göğe uzanıyor bıraktığın keder
Bir kül kaldırıyorsun ey içinde gülü barındıran
Tozumu bile kaldırdın, yollarımda ayaklarım tükendi
Ruhumda bir katılık yerleşti, boz bulanık ötelerden yani senden kalan

Yenilgiler koydun geri dönülmez ülkeme
Hayallerim bir hülyanın karanlık kıyılarına vurdu
Ateşi elinde tutan bir adam dedi
Kuzeydir aradığın yer buzlar orayı terketti
Bezirganlara yerini sormak hercai bir çaba
Sadâkat, iflas eden hücrelerimi uyandırdı
Omzumda mevsimlerle yürüyorum,
Beni ne güneşler ve yağmurlar terketti
Önüme bakmıyorum gözlerim havada ebedi ufku arıyorum

Hep vardır bir gözü değen
Sahile vuran balıklar hududunu unutsa da
Tek O unutmaz
Esrârengiz ve yorgun kelimeleri ayağa kaldıran, ayân eden

Hasan TOMUK





Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."

Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.

Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.

Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluuğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde -çocuğunu emziriyor yaz-
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.

Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.

Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımal dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.

Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun-
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangından alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.


Edip CANSEVER





“Yalnızlığın yalnızlığımla kafiyeliydi.
Alt alta yazsak şiir olurdu,
Yan yana yazsak öykü olurdu,
Hiç yazmadık
Aşk oldu...”


Cemal Süreya





Önü denizle başlayan rüzgarlı bir kasabadaydık.
Sanki yıllardır oradaydık. Herşey düzelecekti.
Orada doğmaya çabalayarak öldük.

Meleğim nehir kanatlarını uzaklıklarda yıka şimdi.

Soğuktu, ısınamıyorduk. Bu kadar yakınken. Aramızda
Yalnızca o hava boşluklarının dolaştığı odalardaydık.
Biriken bütün rüzgarlar işte orada, o deniz kasabasında
o çok köpekli, çok rüzgarlı yerde patladı. İkimizi aynı gökyüzüne baktıran, neydi o, ışık söndü. Sustum.
Sustum. Sustum. Sustum.
Bütün aşkların sonunda yaptığım gibi,
konuşmak hiçbir şeyi, hiçbir şeye ulaştırmıyordu.
Biliyordum.


Birhan KESKİN 
"Kim Bağışlayacak Beni" Adlı Kitabından






Halbuki aleyhimizde verilen hükümlerin sebepleri
çok kere bizim kusurlarımız değil,
bize bakanların görüşlerini bulandıran
kendi hisleri, acizleri ve öfkeleridir.
Zalim size zulüm etmekteki sebebi kendi, fena kanında bulur.
Sizi ısıran köpek siz ısırılmaya müstahak olduğunuz için değil,
kendisi kuduz olduğu için ısırır.
Onun için ehemmiyeti olan şey sizin ısırılmanız değil,
kendisinin ısırmasıdır.

Abdülhak Şinasi HİSAR 






 Ne güzel çarşaflar sererdin aşka
Üstünde serin kanatların yelken açardı
Bir gün kim bağırdıysa uyandık birbirimizden
- deniz bitti, boğuluyorum, camı açsana!

Denizin üstünde uyku yasaklandığından beri
Karadayım, boğulsam da kırpmıyorum gözlerimi
Her zaman benim gözlerim değil uykusuz
Görüyorum beni okşayan gözlerindeki geceyi

Yakılacak öyle çok sıra var ki bu ormanda
Yine sen tutuşur, yine bir avuç suyun
Uslandırsın deli çiçekleri ezen kötü sözleri
Derim ki: -aşk varmış o perinin çırptığı her kanatta!


Haydar ERGÜLEN



I

Gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
Büyük bahçelerin küçük içinde
Saksılardan birinde
Gördüm de
Uyurken uyandırılmış gibi
Beni bir sardunya büyüttü belki.

O ben ki
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

Ne peki
Yere dökülen bir un sessizliği mi
Göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
İşini bitirmiş bir org tamircisinin
Tuşlardan birine dokunacakkenki
Dikkati ve tedirginliği mi.

Bekler mi beni
Her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde
Acaba bekler mi beni
Uykularım, o sonsuz uykularım
Yanmış bir limonluktaki
- Ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
Sesini hiç eksiltmeyen -
Ama bilmez miyim ben
Bilmez miyim hiç
Böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
Kısacık bir zaman olmalıydı elimde
Turfanda meyva gibi bir zaman
Yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
Geçerek erguvanların dönemecinden
Leylakların dörtyol ağzından
Yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
Acının dudaklarına ve geçmişin
Bir yaban gülü yaprağı gibi beni
Ama ne gezer.

Korkmuyorum artık solmaktan
Solmaktan ve solgunluktan
Gelmişim nerelerden böyle
Kurumuş bir dere yatağı gibi
Ya da pek kurumamış da
Baygın, hasta ya da cançekişen
Çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
Ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
Yorgun düşerek taşımaktan
Ve ne çıkar ayırmasam kendimi
Suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.

Koylardan
Kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
Eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
Ayırmasam kendimi
Diyorum ayırmasam
Köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
İçindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
Cepleri yüreği cepleri
Ayırmasam da ben
Kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
Sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
Oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
Bu kımıltısız gövde
Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
Görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
Ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
O müthiş öğle sıcağında
Pencerenin önünde örgü ören birinin
- Örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
Görülmediği gibi
Ama var mıydı sanki görülmek isteyen
Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.

II

Ve her şey hızla yetişti sonra
Sarı bir günün kahverengi yarınına.

Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
Ağaç da çürümüş zaten
Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-Gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
Yoklamışlar orasından burasından
Kim bilir.

Ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
Önemsiz bir iki anıdanbaşka
Ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
Sorarım ne bulmuşlar
Çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
Anılar.

Oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
Kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
Buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
Bir şeyler olmalıydı. Ve sanki
Yıllar var ki saklamışım orda ben

Saklamışım anlaşılan
Odasında yapayalnız doğuran bir kadının
Dışa vurmak istemediği
Ya da pek gereksinmediği
O iniltiyi andıran
Duyurulmayan her şeyi.

III

Ve her şey dönüştü işte
Kahverengi bir çarşambadan
Sapsarı bir cumartesiye.

Ansızın bir rüzgar çıktı demin
Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
Yakıyor gözkapaklarımı da
Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.

        (Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
        1 - İşte bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
        2 - Süt emer gibi bir memeden
            Bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
        3 - Dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)

(Ansak mı anmasak mı
Yeri mi şimdi değil mi
Bir tren yolculuğunda ve her yerde
Her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
Bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
Saatler iyi
Adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
Ve bütün yolcuların dalgın
Koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
Görünüşte kararsız
Görünüşte üzgün, endişeli
Görsek mi acaba, görmesek mi
Açıp da kapalı gözlerini arada
Şöyle bir görünümü tek bir solukta
Yalandan, inatla içine çekenleri
Ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
Belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
Bir tilki çevikliğiyle, acele
Katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
Bilmem ki, görmesek mi
Durunca tren bir istasyonda
Dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
Dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
Bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
Uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
Tutarak parmaklarıyla yalancı
Ve ucuzundan bir kolyeyi
Acaba görmesek mi
Bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.

Ansak mı anmasak mı acaba
Yeri mi şimdi, değil mi
Sırasını bekleyen bir kadının, hasta
Gereğinden fazla abartılmış yüzünü
Besbelli iğrenirdiniz
Çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
Bir duvar saatine ya da kapıya
Telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
Kısaca
Kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
Gördünüz, görüverdiniz bir daha
Sıyrılmış acılardan ansızın
Sevecen, durgun, sade
O yüzü
Belki de, orda, acele
Karar verdiniz
Bir anneniz olsun isterdiniz böyle
Ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
Her neyse...

Söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
Ben uzun yolları hiç sevmem
Doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
Ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)

IV

Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
Denize bırakılmış çöpler gibi
Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.

Bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
Bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
İçinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
Çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
Ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
Kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
Yağmurlu bir sundurmaya
Ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
Pencerelerde ve her yanda.

Bir çocukta bir kadın hayaleti mi
Bir kadında bir çocuk hayaleti mi
Yalnızca bir hayalet mi yoksa.

        (Nerdeyim
        Kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
        Para bozduranların az çok bildiği
        Adres soranların gene bildiği
        Bir sokakta bir aşağı bir yukarı
        Saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
        Amansız bir güceniğim.)

Geri getiriyor bunları rüzgar
Geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
İniltili, hasta bir konağı da
Çatısında baykuşların tünediği
Birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
Ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
Suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
Bir konağı ve konağın olanca görkemini
Geri getiriyor rüzgar.

        (Konaksa yandı çoktan
        Tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
        İyi biliyorum tertemiz bir asfalt
        Ezip geçti onu
        Kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)

Ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
Caddeler, işhanları  kahveler ayarlandı
Meyhaneler, genelevler
Pasajlar, dar sokaklar, geçitler
Soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
Ve bütün ilişkiler
Birden yerini aldı.

Ve her şey yetişti gene
Sarı bir çarşambadan
Kahverengi bir cumartesiye.

V

Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim
Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
Kapıyı iyice kapadım
- Kapadım mı, evet, kapadım -
Çitlenbik ağacının altından geçtim
Frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
Dişlerimle sıyırdım
Sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
Biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
Azıcık gülümsedim
Ve dünya bana gülümsedi
Çakılların üstünden yürüdüm
Yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
Yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
İyice duydum
Çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
- Çok yüksekti. Deniz dibi renginde ve demirdendi. Üstünde aslan başı
        kabartmalar vardı. İki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
        Dışardan çam ğaçları görünürdü. Bir kırbaç gibi görünürdü. Ve
        ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
        pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu -
On sekiz on beş trenine yetiştim
Geniş kadife koltuğa oturdum
Puromu yaktım - iki kibrit harcadım -
Akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
Haydarpaşa'ya kadar bulmaca çözdüm
İskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
Bakışından tedirgin oldum
Giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
Vapurla Karaköy'e geçtim
Tokatlı'ya uğradım
Köprüden aldığım Fransız dergilerini karıştırdım
Kirazla bir kadeh rakı içtim
Çıkarken boy aynasında kendime baktım
Oldukça yakışıklıydım
Gömleğim temizdi, beyaz ceketim
Tertemizdi ve ayakkabılarım
Pantolonum ütülü
Yelek cebimde ince altın bir zincir
Sarı ve ince bıyıklarım
Tam Ruhi Bey bıyığıydı
Ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
- Zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı -
Boynumda menekşe rengi bir papyon
Hafifçe sarkık
Dudağımda bitti bitecek bir sigara
Kenarında dudağımın
Dışarı çıktım.
Tünele bindim, Asmalımescit'teki Viyana lokantasına geldim.
Avusturyalı karı koca beni karşıladılar
İkisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
        karşıladılar
Benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı. Beyaz Ruslardandılar, gözleri
        necef taşı gibi sert ve parlaktı
Tezgahta bir Leh Yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
        çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
Soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
Üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
Çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
Markiz'e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
Düzeltip arada bir bıyıklarımı
Uçları hafifçe ıslak
Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki, ben Ruhi Bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım.

Oradan Galatasaray'a kadar yürüdüm
Bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
Gezindi ortalıkta bir süre
Ve durdum
Durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
Bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar Nasılım.

VI

Nasıl olacaksınız Ruhi Bey
Bugün de erkencisiniz Ruhi Bey
Şarapla bira mı içiyorsunuz Ruhi Bey
Böyle sabah sabah Ruhi Bey
Akşam akşam Ruhi Bey
Akşam sabah Ruhi Bey
Cıgara alır mıydınız Ruhi Bey
Yakalım Ruhi Bey, yakalım
Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey
Benim de ayakkabılarım su alıyor Ruhi Bey
Ne olur ne olmaz
Önümüz kış Ruhi Bey
Ee, daha nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim, iyiyim.

        (Gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
        Kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
        Pembe pembe azarlanırım
        O ölür ben azarlanırım
        Kocaman bir konakta uzarım kısalırım
        Ellerim tırnaklarım
        Yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
        Ve sıcak
        Gözlerim, gözlerim benim
        Denizi ilk defa gören bir çocuğun
        Birdenbire yaşlanması neyse.)

Sizinle görüşelim Ruhi Bey
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey
Kendimle bile, kendimle bile.
        (Olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
         Ama hiç kimse.)


Edip CANSEVER






Şimdi sen gelsen
Dağ suları gibi incecik
Kırılıp dökülen
Uçarı gülüşünle sen
Hep böyle hayata barışık
Çıkıp gelsen.
O bengi sularda ben
O serin, o gökçe mavilerde
Şu büyük kent yorgunu
Örseli, kırgın
Lime lime yüreğimi
Dinlendirsem.
Bir daha hiç mi hiç gitmesen…

Şükrü ERBAŞ





Çok yakınlarda sabahlardan bir sabah.
Seni gerçekten insanca kucaklasam sımsıkı
Ve yüreğimi avuçlarına koysam, ne dersin?

Nazım Hikmet RAN







Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir
Yuvarlak bir meyve gibi,

Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,

Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun -

Kuşların uçuşu gibi
Sözsüz olmalı şiir.

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,

Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,

Kış yapraklarının gerisinde
Anı anı bellekte kalır ya -

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.

Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.

Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.

Çünkü aşk
Yan yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık -

Bir şey anlatmamalı şiir
Olmalı.


Archibald MACLEISH
Çeviren : Cevat ÇAPAN







Gördüğüm her postacıda
Seni hatırlarım...
Yazardın ya bir zamanlar?
Hani ucunu yakıp,
Har sayfasına bir tel bağışlardın saçından,
Unutmadım...

Okuldan çıkıp da eve gelince
Annem verirdi mektuplarını....
'Hadi gözün aydın' derdi.
Nasıl sevinirdim bir bilsen.
Sığmazdım bu şehre.
Bir güzel kafayı çekip
Adımlardım kaldırımları...
Sarhoş halimle sana şiirler yazardım.
<3 p="">
 umarım iyi geçmiştir sende yıllar.
Albümlerde güzelsin de
Ben pek bakamıyorum.
Kaldırmıyor bunu yüreğim.
Güçlü değilim eskisi kadar...

Şimdi kim bilir kimin zarfını kapatıyor,
ıslak dudakların...
Belki mektup atacak kadar
Uzak değilsindir sevdiğinden?
Yanı başındadır...
Zaman alnındaki ismimi silip
Başkasının adını çoktan yazmıştır...

Sahi anlatsana,
Nasıl bir şey sevdiğinin her an yanında olması?
Ben sen de bunu pek tatmadım.
Ne güzel olurdu değil mi,
Zamana aldırmadan, acele etmeden
Yavaş adımlarla Kızılay'da yürümek.
Olmadı işte, ne yapalım...
Hep bizim payımıza düştü,
Kalkacak otobüsün saatine göre sevişmek...

Son bir mektup yaz bana.
İçinde Diyarbakır olsun.
Sen on beş yaşında ol?
Okulun arka bahçesine
Sigara içmeye çağır beni?

Ankara'dan bahset biraz da
Tunalıda beni bekle
Kadere inat,
Yaz adımı lisenin duvarlarına.

Sonra Kırşehir'ı anlat.
Üniversiteli genç kızın
Mayıs gecesinden kalma burukluğunu dök kağıda.
Saat sabahın altısı olsun,
yolcu et gideyim,
bana son kez el salla...

Tabi ki unutmadım
Bursa'yı da yaz.
Kadehte beyaz şarap, yılbaşını kutlayalım.
Güneş doğsun
Ve seninle bir kez daha ayrılalım.

Son bir mektup yolla bana
Aynı adresteyim.
Islak dudaklarınla zarfı kapamayı
Sakın unutma....

Okan SAVCI   


Güneşin olsun gönlünde
Kar bile yağsa, ya da fırtına olsa
Gök bulutlarla ve dünya kavgayla dolsa..
Güneşin olsun gönlünde
O zaman gelsin ne gelirse
Doldurur ışıklarla en karanlık gününü..
Bir şarkın olsun dudaklarında
Sevinçli ezgilerle
Seni günlük tasalar bunalıma boğsa bile..
Bir şarkın olsun dudaklarında
O zaman gelsin ne gelirse
Yardım eder savuşturmaya en yalnız gününü..
Başkaları için de bir diyeceğin olsun
Tasada ve bunalımda
Ve kendi ruhunu şenlendirecek her şeyi
Söyle onlara da, bir şarkın olsun dudaklarında
Yitirme sakın yüreğini..
Güneşin olsun gönlünde
Ve her şey iyi olacak...

Casar FLAİSCHLEN 






♥ ♥

Sesini, nefesini,
Yaşadığı ülkesini ,
Gözlerinin bebeğini ,
Emeğini, rüyasını, dünyasını fethedersin .
Sağlığı da sen olursun, hastalığı da ,
Oğlu da sen olursun, babası da ,
Yaşama hevesi çabası da .....


Bir kadının yüreğine girebilirsen
En büyük şairi
İnanılmaz mucizesi ve sihri olursun
Herşey yalan, sen zahiri
Herşey vesairse, sen cevahiri,
Herşeyden ötesi
Yüreğinin içinde ahiri olursun

Bir kadının yüreğine girebilirsen
Yaşaması da sen olursun, ölümü de
Bir kadının yüreğine girebilirsen
Ya helalliği olursun
Ya veballiği
Bir kadının yüreğine girebilirsen
Ya adamı olursun
Ya haramı


Bir kadının yüreğine girebilirsen
Ya kaybolursun
Ya da gerçek olan seni bulursun

İhsan TURHAN





Sen olmasan...
Seni bir lâhza görmesem yâhut,
Bilir misin ne olur?
Semâ, güneş ebediyyen kapansa, belki vücud
Bu leyl-i serd ile bir çâre-i teennüs arar,
Ve bulur;
Fakat o zulmete mümkün müdür alıştırmak
Bütün güneşle, semâlarla beslenen rûhu,
Bu rûh-ı mecrûhu? ..

Sen olmasan...
Seni bulmak hayâli olsa muhâl,
Yaşar mıyım dersin?
Söner ufûlüne bir lâhza kaail olsa hayâl;
Soğur, donar, kırılır senden ayrılınca nazar
Ne hazin
Gelir hâyât o zaman hem vücûda hem rûha,
Yaşar mıyız seni kaybetsek âh ben, kalbim,
Bu kalb-i muztaribim?

Sen olmasan...
Bu samîmî bir îtirâf işte;
Sen olmasan yaşayamam:
Seninle rabıtamız hoş bir îtilâf işte;
Fakat bu râbıta hâlî mi rûhu ezmekten? ...
Akşam
Gurûba karşı düşündüm sükûn içinde bunu:
Fenâ değil sevişip ağlamak, fakat heyhât,
Bükâya değse hayat! ..

Tevfik FİKRET






En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakin kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar bos göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adli bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili

Sezai KARAKOÇ





♥ Biz uzaktan sevmelerde birinciyiz madam...'' | Kemal Sayar |
♥.✿ ♥.✿♥.✿ ♥.✿♥.✿ ♥.✿♥.✿ ♥.✿♥.✿ ♥.✿♥.✿ ♥.✿♥.✿ ♥.✿

Şiir : Kemal SAYAR & Yorumlayan : Seyfullah KARTAL