ALINTI YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALINTI YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kuşkusuz, insan kavga ettiği şey haline gelir... Kızgınsam ve siz de bana kızgınlıkla karşılık verirseniz sonuç ne olur? Kızgınlık artar. Ben neysem siz de o olursunuz. Ben kötü isem ve siz kötü bir şekilde benimle kavga ediyorsanız kendinizi ne denli haklı hissederseniz edin siz de kötü olursunuz. Ben acımasız isem ve siz beni haklamak için acımasız yöntemler kullanıyorsanız siz de benim gibi acımasız olursunuz. Ve biz bunu binlerce yıldır yapıyoruz. Nefreti nefret ile karşılamanın dışında bir yaklaşım yok mu? Kızgınlığımı yatıştırmak için şiddet dolu yöntemler kullanıyorsam doğru amaç için yanlış araç kullanıyorum demektir ve doğru amaç yok olur. Bu yaklaşımda kızgınlığın anlayışı yok; kızgınlığı aşmak yok. Kızgınlık hoşgörü ile incelenmeli ve anlaşılmalı; şiddet yöntemleri ile alt edilecek bir şey değil o. Kızgınlık birçok nedenin sonucu olabilir ve bunlar algılanmadıkça ondan kaçış yoktur.

Düşmanı, haydudu yarattık ve bizim de düşman olmamız, husumeti hiçbir şekilde sona erdirmeyecek. Husumetin nedenini anlamalı ve onu düşünce, his ve eylemlerle beslemeyi durdurmalıyız. Bu sürekli, benliğe dönük farkındalık ve zeki esneklik isteyen çetin bir iş, çünkü biz neysek toplum ve devlet de o. Düşman ve dost, bizim düşünce ve eylemimizin sonucu. Husumeti yaratmaktan biz sorumluyuz; o zaman kendi öz düşünce ve eylemimizin farkında olmak, düşman ve dost ile ilgilenmekten daha önemli, çünkü doğru düşünce bölünmeyi durdurur. Sevgi, arkadaş ve düşmanı aşar.

Krishnamurti






Dudaklarımı, aşktan bahsetmek için kutsal ateşle ağartmıştım; dudaklarımı açınca konuşmak için, kendimi dilsiz olarak buldum.

Aşk şarkıları terennüm ederdim aşkı bilmeden önce, onu öğrendiğim zamansa ağzımdaki sözler basit solumalara, göğsümdeki nağmeler derin bir sükûnete dönüştü.

Ve siz ey insanlar geçmişte bana aşkın garip ve tuhaf hallerinden sorardınız, ben de size anlatır sizi ikna ederdim. Ya şimdi, aşk beni örtüsüne bürüdü. Size onun yollarını huylarını sormaya geldim, aranızda beni yanıtlayacak var mıdır? Size neyim olduğunu sormaya, ruhumdan haber almaya geldim; aranızda kalbimi kalbime açacak, kendimi kendime açıklayacak var mı?

Haydi bana, göğsümde tutuşan, tüm kuvvetimi yutup duygularımı arzularımı eriten şu ateşin ne olduğunu söyleyin? Yalnızlık ve uzlet saatlerinde ruhumu sıkan ve ciğerime, hazzın acılığı, ve elemlerin tatlılığı katılmış bir şarabı döken bu tatlısert gizli eller nedir?

Gecenin sessizliğinde yatağımın etrafında çırpan bu kanatlar nedir? Bilmediğimi bekleyerek, işitmediğime kulak vererek, görmediğime gözlerimi dikerek, anlamadığımı düşünerek, farkında olmadığımı hissederek, inlemenin içinde benim nezdimde kahkaha ve sevinç seslerinden daha sevimli olan kaygılar olduğu için ah çekerek, güneş doğup da odamm köşeleri ışıkla doluncaya değin beni öldüren, dirilten sonra yine öldüren ve dirilten görünmeyen bir güce teslim olarak sabahlarım. Kurumuş gözkapaklarım arasında uyanıklığın hayalleri titreşirken ve taştan yatağımda düşlerin gölgeleri gezinirken artık uyurum.

Bizim aşk olarak isimlendirdiğimiz nedir?

Çağların ardına gizlenmiş, görünenlerin arkasına saklanmış, varlığın gizine yerleşmiş bu gizli sır nedir, bana haber verin.

Tüm sonuçların sebebi, tüm sebeplerin sonucu olarak gelen bu belirsiz mefhum nedir?

Bu, ölümü ve hayatı yiyen ve onlardan, hayattan daha tuhaf, ölümden daha derin bir rüya çıkaran uyanıklık nedir?

Haber verin ey insanlar, bana haber verin, aranızda aşk parmakuçlarıyla ruhuna dokunduğu zaman hayat uykusundan uyanmayan var mıdır?

Aranızda, kendisine kalbinin sevdiği bir kız seslendiğinde babasını, anasını, doğduğu yeri terketmeyen var mıdır?

İçinizde, ruhunun seçtiği kadına ulaşmak için denizleri aşmayan, çölleri geçmeyen, dağları vadileri geride bırakmayan var mı? Hangi genç, yeryüzünün en uzak yerlerine kadar, eğer orada nefeslerinin kokusunu hoş bulduğu, elinin dokunuşlarına güzel dediği, sesinin tınısını beğendiği bir sevgili varsa kalbinin peşinde gitmez?

Hangi insan, yakarışlarını işiten, dudaklarına karşılık veren bir tanrının önünde ruhunu tütsü olarak yakmaz?*

Dün tapınağın kapısında durdum ve geçenlere aşkın gizlerinden, meziyetlerinden sordum. Zayıf bünyeli, yüzü buruşmuş bir ihtiyar geçti önümden. Ah çekerek; "Aşk ilk insandan devraldığımız fıtrì bir yaratılış zaafdır" dedi. Derken güçlü kuvvetli, kolları çemrenmiş bir genç geçti. Şakıyarak, "Aşk, varoluşumuza sarılmış bir kararlılıktır. Ve insanların geçmişiyle geleceğini bizim şu anımıza ulaştırır" dedi.

Melül gözleriyle bir kadın geçti, sızlanarak, 'Aşk öyle öldürücü bir zehirdir ki, ateşli mağaralarda hüküm süren siyah yılanlar onu içine çeker sonra gökyüzünde dağılarak akar sonra yağmur damlalarına bürünerek düşer ve susamış ruhlar onu emer de bir dakikada sarhoş olurlar, bır yılda ayılır, bir asırda ölürler.' dedi.

Gül yanaklı bir kız geçti; gülümseyerek, "Aşk, gündoğumu perilerinin güçlü ruhlara döktüğü bir sudur ki o, ruhları gece yıldızlarının önünde dondurarak yükseltir ve gündüz güneşinin karşısında terennüm ettirerek yüzdürür." dedi.

Siyah giysileri olan, sakalı uzun bir adam geçti: abus bir çehreyle, "Aşk gözlerimizi aydınlatan ulvi bir bilgidir. Onun yokuyla biz şeyleri, ilâhların gördüğü gibi görürüz." dedi.

Asâsıyla atar bir âmâ geçti, öksürerek; 'Aşk, benliği her yönden kuşatan yoğun bir sistir. Ondan varlığın görüntülerini gizler ya da onu kayaların aralarında titreyen arzularının görünümlerinden başka bir şey görmez, vadinin boşluklarından gelen çığlığından başka bir ses işitmez hale getirir." dedi.

Gitar taşıyan bir genç geçti; şarkı söyleyerek, "Aşk, hassas ruhun derinliklerinden fışkıran ve onun yanını yöresini aydınlatan sihirli bir ışıktır. Onun sayesinde o ruh dünyayı yeşil kırlarda seyreden bir konvoy, hayatı iki uyanıklık arasında duran güzel bir düş olarak görür." dedi.

Sırtı kamburlaşmış, ayaklarını tıpkı iki bez parçasıymışlar gibi sürükleyen bir pir-i fâni geçti; titreyerek, "Aşk, bedenin mezar sessizliğindeki rahatı, ruhun ebediliğin derinliklerinde selâmet bulmasıdır." dedi.

Beş yaşlarında bir erkek çocuk geçti, gülerek seslendi; "Aşk babamdır, aşk annemdir. Ve aşk sadece babamla annemi bilir." dedi.

Gün döndü ve toprağın önünden insanlar, her biri aşktan konuşup benliğini tasvir ederek ve hayatın sırrından dem vurup arzularını açığa çıkararak geçtiler.

Akşam gelip de yoldan geçenlerin dağdağası sona erdiğinde tapınağın içinden gelen, şöyle diyen bir ses duydum: "Hayat iki kısımdır. Bir kısmı donuktur, bir kısmı ateşli. Aşk ateşli kısımdır."

O esnada tapınağa girdim ve eğilerek, yakararak, dua ederek, seslenerek yere kapandım: "Beni alevin yemeği kıl ya Râb, beni kutsal ateşin yiyeceği kıl ey Tanrım!

Amin."
(S.155)

Halil CİBRAN - Asi Ruhlar, Fırtına


Bazen birileri hayatınıza girer ve onların orada olmalarının, sizin bazı amaçlarınıza hizmet etmeleri, size ders vermeleri veya kim olduğunuz ya da kim olmak istediğiniz konusunda size yardım etmeleri demek olduğunu kesinlikle bilirsiniz.
Bu kişilerin kim olabileceklerini asla bilemezsiniz, bir oda arkadaşı, bir profesör, bir arkadaş, bir sevgili ya da tamamen yabancı biri ama gözleriniz onlarla kilitlendiğinde, işte o an hayatınızı çok derin bir şekilde etkileyeceklerini bilirsiniz.
Bazen, başınıza gelen şeyler ilk başta korkunç, acı verici ve adaletsizce görünebilir ama sonraları aksine o engelleri aşmadan potansiyelinizin, gücünüzün, iradenizin ve yüreğinizin asla farkına varamayacağınızı anlarsınız.
Hastalık, yaralanma, aşk, gerçek mükemmelliğin kayıp anları ve aptallıklar, hepsi sizin ruhunuzun sınırlarını test etmek için vardır. Bu küçük testler olmaksızın, her ne olursa olsunlar, hayat hiçbir yere varamayan, pürüzsüzce asfaltlanmış düz, yavan bir yol gibi olurdu. Güvenli ve rahat; ama aptalca ve tamamen anlamsız.
Tanıştığınız, hayatınızı etkileyen insanlar, tecrübe ettiğiniz başarı ve çöküşler, kim olduğunuzu ve kim olacağınızı bulmanıza yardımcı olurlar. Kötü tecrübelerden bile bir şeyler öğrenilebilir. Aslında, bazen onlar en önemlileridir.
Eğer birileri sizi severse, karşılığında onlara hangi şekilde yapabiliyorsanız sevgi verin, sadece sizi sevdikleri için değil aynı zamanda size sevmeyi ve kalbinizi ve gözünüzü nasıl açabileceğinizi öğrettikleri için. Eğer birileri sizi incitirse, aldatırsa ya da kalbinizi kırarsa, onları affedin, size, güveni ve kalbinizi kimlere açacağınıza dikkat etmenin önemini öğrettikleri için.
Her gününüzü önemseyin. Her anın değerini bilin ve onu bir daha asla yaşayamayacağınız için o anlardan alabileceğiniz her şeyi alın. Daha önce hiç konuşmadığınız insanlarla konuşun ve onların söylediklerini dinleyin!
Aşık olmanıza izin verin, kendinizi serbest bırakın ve görüşlerinizi yükseltin. Başınızı dik tutun; çünkü her türlü hakka sahipsiniz. Kendinize önemli bir kişi olduğunuzu söyleyin ve kendinize inanın; çünkü eğer siz kendinize inanmazsanız başkalarının size inanması güç olacaktır. Hayatınızda istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Kendi hayatınızı yaratın ve daha sonra dışarı çıkıp hiç pişmanlık duymadan yaşayın! Ve eğer birilerini severseniz bunu onlara söyleyin; çünkü yarının neler sakladığını asla bilemezsiniz.
Yaşadığınız her günden hayata dair bir ders alın! Bugün; dün için endişelendiğiniz yarındır. Buna değer miydi?

Sharon Zeff



Başarısızlık korkusunu herkes bilir. Ama insanlara ‘başarı korkun var mı?’ diye sorulduğunda tepki gösterirler: ‘Kim başarılı olmak istemez ki?’

Oscar Wilde’ın dediği gibi dünyada iki trajedi vardır: istediğiniz şeyi elde edememek ve istediğiniz şeyi elde etmek.
Yirmi üç yaşındaki delikanlı zekası ve yaratıcılığı sayesinde şirkette yaşının çok ötesinde bir konuma sahipti. Henüz diploması olmamasına rağmen, birçok diplomalının üzerinde ‘müdür’ pozisyonundaydı. Başka bir şirketten daha iyi koşullarda iş teklifi aldığının haftası işten kovuldu. Bu kovulma, yeni işindeki konumunu da etkiledi.
Genç adam başarıdan korkuyordu.
Başarılı olursa, hep başarılı olmak zorunda kalacaktı. Daha alt konuma düşemezdi.
Başarılı olursa, onu kötü koşullarda yetiştirmiş olan anne babası, hiç hak etmedikleri halde onunla iftihar edeceklerdi.
Başarılı olursa, herkes ondan bir şeyler talep edecekti.
Başarılı olursa, sevgilisinin onu kendisi için sevip sevmediğini asla anlayamayacaktı.
Genç adam, kendi kendini sabote etmişti. Ve neden işten son anda kovulduğunu bir türlü anlayamıyordu. Ona göre insanlar onu kıskanıyordu. Kız arkadaşı da onu kısa zamanda terk edecekti. Kadınlar ne de bencildi.

Ama işi kaybetmenin iyi bir yanı vardı. Artık ailesi ve kardeşi ondan borç para isteyemeyecekti. Kazancına göre ödediği vergi de yüksek olmayacaktı. Kızlar ona kendisi için yaklaşacaktı, geliri ya da konumu için değil.
Genç adam başarıdan korkuyordu. Ona göre serüven, yükselmek için dağa tırmanmaktı. Doruğa geldiğinde ise kendisini sabote ederek aşağıya düşmek istiyordu. Çünkü dorukta kalmaya kendini layık görmüyordu.
Genç kadın, üniversiteyi iyi dereceyle bitirmişti. Hemen diplomasına ve arzusuna uygun bir işi oldu. İki buçuk sene gibi kısa bir zamanda ‘müdür yardımcısı’ konumuna gelmişti. Ve aynı şirkette daha alt pozisyonda olan ama gelecek vaat eden bir adama aşık olmuştu.
Genç adam, ona pozisyonundan dolayı ilgi göstermiyordu. Çünkü bir kadın tarafından ezilmek istemiyordu. Genç kadın sevgilisiyle evlenebilmek için işinden ayrıldı. O, kadınların evlenebilmek için aptal görünmeleri gerektiğine inanıyordu. Zaten üniversiteye de ailesine uygun bir koca bulmak için gitmişti. Sevgi, konumdan daha önemli değil miydi?

Bilinçsizce başarı şanslarımızı nasıl sabote ediyoruz?
Sevgide, işte, sosyal yaşamda doyumlarımızdan nasıl vazgeçiyoruz? Çocukluk deneyimlerimiz, başarıyı nasıl da kendimizden uzaklaştırıyor?
Başarı; layık olma, değerli olma duygusunu harekete geçirir. Eğer çocukluğumuzda sevilmeye ve değerli görülmeye layık bir insan olmadığımızı hissetmişsek bu, daha sonra kocaman engeller olarak karşımıza çıkar.


Başarımızı, geç kalmakla sabote ederiz.
Başarımızı, mükemmeliyetçi olmakla sabote ederiz.
Başarımızı, yaşamı ertelemekle sabote ederiz.
Başarımızı, yakınlaşmaktan korkmakla ‘seni seviyorum’ diyememekle sabote ederiz.
Başarısızlık korkusunu herkes bilir. Başarı korkusunu ise herkes itiraf edemez.
Korkular aşılabilir: Onlarla yüzleşerek, onları kucaklayarak ve onları özgür bırakarak.
Engelleri yaratan biziz. Yıkan da! Yıkılan binaların yerine ne de güzel binalar inşa edilebilir! Yaşamlar da öyle. Eğer korku olmazsa.

Sevgiyle başarılı olun


Kaynak:
Yaşam Cesurları Sever & Nil Gün



Marie, 1930 yılında alkolik bir annenin evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesi ona bakamayınca 5 yaşında olan Marie'yi yurda verir. Ardından bir çift onu evlatlık edinir. Marie'nin kaderi ne yazık ki yine yüzüne gülmez, çünkü onu evlatlık edinen çift sadist çıkar. Bu italyan asıllı çift küçük kızı evin mahzenine kapayıp sistematik biçimde işkence eder. Dışardan bakıldığında normal ve çok saygın göründükleri için, bunu yıllarca rahatlıkla gizleyebilirler ve Marie adeta cehennemden geçer.

Marie Rose 17 yaşında depresyondan felç geçirir. Halisünasyonlar da gördüğü için doktorlar ona şizofren teşhisi koyar ve onu akıl hastahanesine yerleştirirler. Marie hayatının 17 yılını orada geçirir ve çok zor yıllar yaşar. Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranır durur. Yemek yemez, yerinden kımıldamaz ve sıkça intihar etmeyi düşünür.
Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie'nin durumunu yeniden değerlendirir. Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verirler. Arkadaşlarının ve kendisini seven bir kaç sağlık görevlisinin yardımıyla Marie hastaheneden çıkar.

O artık hür ve yaşamını nasıl sürdüreceğine dair kendisi karar verme aşamasındadır. Terk edilmiş, işkence ve tacize uğramış, otuzdört yılı ziyan olmuş bir kişi olarak hiçte kolay olmayacaktı, ama o yılmadı ve kızgın, öfkeli, umutsuz olmak yerine sıfırdan başlamayı tercih etti.

Yetkililer "Aklı dengesi yerinde değil, okuması imkansız" dedikleri halde Marie, Salem State Üniversitesine Psikiyatri bölümüne girer ve mezun olur. Bu ara kanser hastalığına yakalanır ve mücadalesini kazanır. Kendisi gibi akıl hastahanesinden çıkmış ve iyileşmiş Joe ile evlenir. Kocası maalesef altı sene sonra ölür ve Marie kendini işine verir. Uzun yıllar doktor olarak çalıştıktan sonra Harvard Üniversitesi'nde mastır yapar. Psikiyatrik hastalarla çalışır, konferanslar verir. Biyografisi yazılır ve hayatı film olur (Nobody's Child). Bir çok ödüle layik görülür.


Elli sekiz yaşındayken, 'vay be' dedirtecek birşey yapar: On yedi yılını geçirdiği Masachusetts Danver Devlet Hastahanesine yönetici olarak atanır. 
Verdiği bir basın toplantısında şunları söyler:"Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir damla bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu. Ve bugün bu hastahaneye yönetici olarak dönemezdim."


Marie Rose Balter'in yeni görevini haber yapan bir Ajans, onun zafer açıklamasını da şöyle yapar: "En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuk. Affetmek bu yolculuğun en kestirme yolu. Affetmeyi gerektiren her yara, içinde önemli bir dersi barındırır. Dersi görebilmek için yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile..."


Marie bu hayatta hiçbirşeyin imkansız olmadığını gösteren en güzel örneklerlerden




Sık sık ve çok gülmek..
Zeki insanların saygısını kazanmak,
Ve de çocukların sevgisini..
Dürüst eleştirmenlerin takdirini kazanmak..
Sahte dostların ihanetine dayanmak!!
Güzelliği takdir etmek..
Başkalarındaki en iyiyi bulmak,
Dünyayı bir parça daha iyi terk etmek..
İster sağlıklı bir çocukla ya da bir parça bahçeyle..
İsterse bir sosyal koşulu iyileştirerek..
Siz yaşadığınız için,
Tek bir canlının bile daha kolay nefes aldığını bilmek..
İşte budur yaşamak..


Ralph Waldo EMERSON


Aşk, görme engelli bir coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağdır. Oysa sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Oysa sevgi ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği bütün yerlere, sevgi de onunla birlikte doruğa tırmanır.


Aşk, gönüllerin genelinde benzer biçimler ve renklerde gözlenmekte olup, ortak nitelik, durum ve görünümler taşır. Oysa sevgi her ruhta kendine özgü bir albeni taşır. Ruhun kendisinden rengini alır. Ruhlar da içgüdülerin tersine kendilerine özgü ayrı ayrı renk, tırmanış, boyut, tat ve kokular taşıdığından; ruhların sayısınca sevgiler olduğu söylenebilir.

Aşk, kimlikle ilişkisiz değildir. dönemlerin ve yılların ilerleyişinden etkilenir. Oysa sevgi; yaş, zaman ve kişiliğin ötesinde yaşar. Onun yüksek yuvasına günün, çağın eli yetişmez.

Aşk, her renkte, her düzeyde, somut güzellikle bağlantılıdır. Schopenhauer'ın deyişiyle:"Sevgilinizin yaşına bir yirmi yıl daha ekleyin de onun duygularınızda bıraktığı doğrudan etkileri gözlemleyin."

Oysa sevgi, ruhun içine öyle bir dalgınlıkla dalar; ruhun güzelliklerine öyle tutulup kendinden geçer; somut güzellikleri bambaşka bir biçimde görür. Aşk; tufan, dalga, coşku niteliklidir. Oysa sevgi durgun, dayanıklı, ağırbaşlı, arılıkla dolup taşar bir durumdadır. 
Aşk, uzaklık ve yakınlığa göre değişir. Uzaklık uzun sürecek olursa azalır. İlişki sürecek olursa değerini yitirir. Ancak korku, umut, sarsıntı ve acı çekmenin yanı sıra "görüşüm-uzaklaşım"la diri, güçlü olarak kalabilir. oysa sevgi bu durumları bilmez. Dünyası başka bir dünyadır.

Aşk, bir yönlü bir coşkudur. sevgilinin kim olduğunu düşünmez. "Öznel bir özcoşu"dur. İşte bu yüzden hep yanlışlık yapar. Seçimle hızla sürçer. Ya da hep bir yönlü kalır. Yine de yer yer benzeşmeyen iki yabancının arasında bir aşk kıvılcımlanır, olay karanlıklar içinde geçip birbirlerini görmedikleri için ancak bu yıldırımın düşüşünden sonra onun ışığında birbirlerini görebilirler.

Oysa sevgi aydınlıkta kök salar. ışığın gölgesinde yeşerir; büyür. İşte bu yüzen hep tanışıklıktan sonra ortaya çıkar. Gerçekte başlangıçta, iki ruh birbirinin yüzünde tanıma çizgilerini okur. "Biz" oluşları ise "tanışım"dan sonra olur, iki ruh, iki kişi değil daha sonraları; birbirlerinin söz, davranış ve konuşma biçiminden yakınlığın tadını, yakınlığın kokusunu, yakınlığın sıcaklığını duyumsarlar. İşte bu konaktan sonra birden, iki yoldaş kendiliklerinden sevginin uçsuz bucaksız çölüne ulaştıklarını, sevginin karartısız açık göğünün başlarının üzerinde sere serpe serilmiş olduğunu, "inanış"ın aydın, arı içtenlikli ufuklarının kendilerine açıldığını, tatlı okşayıcı bir esintinin hep başka göklerin, başka ülkelerin yepyeni esinlerinin iletileri ve başka bahçelerin güzel, gizemli çiçeklerinin kokularının birlikteliğinde oyuncu, tatlı, şen bir sevgi ve albeniyle kendisini hep bu ikisinin yüzüne, başına vurduğunu... Kendi gözleriyle görürler.Aşk, çılgınlıktır. Çılgınlık ise "anlayış" ile "düşünüş"ün bozulmuşluk ve yıpranmışlığından başka bir şey değildir. Oysa sevgi tırmanışının doruğunda, beyin ötesini aşar, anlamayı ve düşünmeyi de yerden çekip, doğuşun yüksek doruğuna götürür. 
Aşk, sevgilide içinin çektiği güzellikleri yaratır. Oysa sevgi, içinin çektiği güzellikleri sevgilide görür, bulur. Aşk, büyük güçlü bir kandırmacadır. Oysa sevgi; sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur. Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Oysa sevgi, denizin içinde yüzmektir. Aşk, görme duyumunu alır, oysa sevgi, verir.

Aşk, kabadır, şiddetlidir. bununla birlikte dayanıksız, güvensizdir. Oysa sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Bunun yanı sıra dayanıklı, güven içindedir.

Aşk hep kuşkuyla bulunur. Oysa sevgi, baştan başa kesin inançlıdır. Kuşkuya yer vermez. aşktan içtikçe kanarız, sevgiden içtikçe susarız. aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir.

Aşk, sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.

Aşk, onun baskısı altında kalabilmek için sevgiliyi belirsiz, kimliksiz olarak ister. Aşk, kişinin bencilliği ile alım-satımsal, hayvansal ruhun bir çekiciliğidir. Kendisi kendi kötülüğünün bilincinde olduğu için de onu bir başkasında görünce ondan nefret eder, ona kin besler. Oysa sevgi, sevileni sevgili, değerli olarak ister. Bütün gönüllerin de kendisinin sevdiği için beslediğini , beslemelerini diler. Sevgi, kişinin Tanrısal ruhu ve Ahurasal doğasının bir çekiciliğidir. Kendisi kendi doğaötesi kutsallığını görebildiği için onu bir başkasında görünce onu da sever. Kendisine tanış, yakın bulur.

Aşkta, rakip sevilmez. Oysa sevgide, "Köyünün tutkunlarını kendi özleri gibi severler." Kıskançlık aşkın özelliğidir. aşk, sevgiliyi kendi lokması olarak görür. Bir başkası onun elinden kapmasın diye hep acılar içinde kıvranır durur. kapması durumunda ise ikisine de düşmanlık beslemeye başlar. Sevgiliden nefret edilir.

Sevgi ise inançtır. inanç ise salt bir ruhtur. Sınırsız bir sonsuzluktur. Bu gezegenin türlerinden değildir. Aşk, doğanın kementidir. doğadan almış olduklarını kendi elleriyle geri verip; ölümün aldıklarını aşkın oyunlarıyla ellerinden bıraksınlar diye başkaldıranları yakalar. Oysa sevgi, kişinin doğanın gözlerinden uzak, kendi yarattığı, kendi ulaştığı, kendi "seçtiği", bir aştır. Aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Oysa sevgi, isteklerin baskısından kurtulmaktır. Aşk, bedenin görevlisidir. oysa sevgi, ruhun elçisidir.

Aşk, kişinin yaşama dalıp güncel yaşamla oyalanmasına yönelik büyük, aşırı bir "bilinçsizlendirim"dir. Oysa sevgi, yabancılıktan dolayı yabansıllıktan doğma, kişinin bu pis, gereksiz yabancı pazar içerisindeki, korkunç özbilincidir.

Aşk, tat aramaktır. oysa sevgi, sığınak aramaktır. aşk, aç bir düşkünün yemek yiyişidir.Oysa sevgi, "yabancı bir ülkede dildaş bulmak"tır.

Aşkın yer değiştirdiği olur. soğuduğu olur. Yaktığı olur. Oysa sevgi; yerinden, sevdiğinin yanından kalkmaz. soğumaz, kızgın değil; yakmaz, yakıcı değil.

Aşk, kendinden yanadır. bencildir, kendisi için ister. Kıskançtır. sevgiliye tapar, onu kendi için över. Oysa sevgi, sevilenden yanadır, sevilencildir. Sevgili için ister. Kendini sevdiği kişi için ister. Onu onun için sever. Kendisi ortada değildir.


DR.ALİ ŞERİATİ




"Sen trendesin şimdi. Ben de oturuyorum burada. Saat 12’ye geliyor. Gecenin bu saatlerinde insanlar kısıyorlar seslerini. Sessizlik bürüyor ortalığı. Ben de daha iyi duyuyorum dinlediğim müziği. Daha çok yitiriyorum tüm düşüncelerimi. Olmayan düşüncelerimi. Uyuyabilmem için hiçbir neden yok. Sabah 8’de kalkmış olmam, o ilgisiz büro,ev,ben,beni yoramıyor artık. Uyanmam için de hiçbir neden yok.
Bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. Bir gece. Diğerleri gibi. bir ben. Diğer benler gibi. Bugün eski ben’lerimden biri olduğumu duydum. Karşılıklı gülsek.
Gülebilir miyiz dersin?
Gülebilir misin?

Bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum. Bugün senin Bozgun’u okumaya çalıştım. Üç kelime okuyabildim. Elim,elimden çıkan kelimeler,benden uzaklaşıyor. Bu satırlar ben değil artık. Kafamdan geçenleri yazamam.Bir şey geçmiyor çünkü.
Geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında , bir parmak kadar dar bir yere abanıp kalmıştım. İçeriye girsem,girmeye yeltensem ,camdan odaya bir adımımı atsam, düşüp ölecektim. Ama o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm kalmamıştı. Nasıl olsa çözülecekti ellerim. Ve ben düşecektim boşluğa.
Yarın bütün gün trende gidecek olan sen misin ?Nereye? Niçin?
Yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? Neden ?Niçin ? Hiç bir yerde olmak istemiyorum ki.
Belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım.
Gene bir yığın günler geçip gidecek ve ben kendime,işte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim?
Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum. ”

Ankara
Eylül, 1966, Cuma




Camlı yerlerde oturmalı insan yağmurlar başladığında. Hafif hafif bakmalı kendine. Eski dükkanların radyoları gibi bir ton tutturmalı iç sesinde. Herkesin yazın gidip gürültülediği yerlere gitmeli; Adalara Modalara şimdi bir bakmalı. Yalnız parklardaki ıslak oyun bahçelerinde kırmızı daha parlak olur yağmurdan sonra, oralarda bir sigara yakmalı. Mümkünse tabii, bu kış artık sigarayı bırakmalı. Yüksek yerlere çıkıp şehrin yağmura açtığı yerlerini izlemeli. "Deniz gibidir gökyüzü" der şarkı, esasında gökyüzü gibidir deniz; grileşen denizin kenarından geçmeli. Martılar neden uçmakta inat eder yağmurda? Bunu bir yerden sormalı.
Kış geldi, bu kışı boş bırakmamalı...!
Ece Temelkuran

Evvel zaman içinde, hayatın anlamı üzerine düşünen zengin bir tüccar yaşarmış. Bir gün Mısır’da yaşayan bir bilgenin ününü duymuş. Söylenenlere göre bu bilgin kendisine sorulan bütün soruları cevaplayabiliyormuş. Hemen oğlunu yanına çağırıp ondan bu adamın yanına gitmesini ve bilgeye “mutluluğun sırrı nedir?” sorusunu sormasını istemiş.

Delikanlı yorucu bir yolculuğun ardından sözü edilen bilgenin sarayına varmış. Bilge genişçe bir salonda insanların sorularını cevaplıyormuş. Sıra kendisine geldiğinde delikanlı da sorusunu sormuş.” Efendim ben size mutluluğun sırrını sormaya geldim, herkes hayatı boyunca mutluluğun peşinden koşuyor fakat çok az insan mutluluğu yakalayabiliyor. Lütfen beni aydınlatın.” Demiş. Bilge sakin bir tavırla konuşmaya başlamış,” Evlat, şimdi sorularına cevap aryan o kadar çok insan var ki… istersen iki saat sonra gel. Hem herkes dağılmış olur hem de senin soruna daha ayrıntılı bir cevap verebilirim. Şimdi sana bir kaşık verip kaşığın içine de iki damla zeytin yağı damlatacağım. Sen elinde kaşıkla beraber sarayımı gez, bahçelerimi dolaş; ama dikkat et kaşıktaki yağı sakın dökme.”

Delikanlı bilgenin dediği gibi yapmış. Elinde kaşıkla beraber sarayın bölümlerini ve dışarıdaki o eşsiz bahçeyi dolaşmış. İki saat sonra geri döndüğünde bilgeyi yalnız bulmuş. Sabırsızlanarak sorusunu tekrarlamış delikanlı . Bilge yine o sakin tavrıyla konuşmaya başlamış,” nasıl , sarayımı beğendin mi, odalardaki el işi İran halıları nasıldı, ya bahçedeki nadide güller, peki mutfağımda ki enfes yemeklere ne diyeceksin?” Delikanlı afallamış, çünkü kaşıktaki yağı dökmemek için o kadar dikkatli yürümüş ki etrafındaki hiçbir şeye dikkat etmemiş. Bilge bu defa daha ağır bir tavırla,” şimdi tekrar elindeki kaşıkla beraber git; ama bu defa gezerken halılara ,yemeklere, güllere, süs eşyalarına… dikkat et” demiş. Delikanlı tekrar gitmiş,bu defa etrafına dikkat ederek gezmiş. Bilgenin yanına döndüğünde, gördüğü her şeyi tüm ayrıntısıyla anlatmış. Bilgenin güldüğünü fark eden delikanlı elinde tuttuğu kaşığa bakınca, yağı döktüğünü fark etmiş. Bilge gülümseyerek “ işte evlat” demiş,

"Mutluluk etrafı seyrederken kaşıktaki yağı dökmemektir!”




Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış, yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş...
Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş yaklaşmış köye doğru, yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...

Girince köyün içine anlamış meseleyi, körler köyüymüş burası, kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya: Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş, körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler, bende bunların başına geçer yaşarım

Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış, kendilerine göre bir düzenleri varmış. Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların, yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş...

Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış, sadece tek gözlü adam görmüş bunu, bağırarak ilan etmiş:
—Filanca, malını çaldı falancanın.

Körler:
—Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.
— Ben duymadım, gördüm, gözüm var benim görüyorum.
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış, uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
— Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
— Anlıyorum tabii...
— İnanmayız, imtihan edeceğiz seni...

... Adamı almışlar uzakça bir yere dikmişler, tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
— Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler.
Adam anlatmış...
— Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor, derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
— Anlatsana...
— İçeri girdiniz, göremiyorum ki...
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne demek olduğunu:
— Ne olmuş yani içeri girmişsek, elli santim fark etti, anlat anlat, demişler...
— Arada duvar var görmüyorum.
Körler:
— Sen atıyorsun, demişler, demincek tesadüf etti,
Bak, şimdi bilemiyorsun.
— Çıkın dışarı söyleyeyim.
— Bu kadar uzaktan duyunca ha içerisi, ha dışarısı, ne çıkar yani...
— Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam
— Öyle şey olmaz, demişler, sende bir bozukluk var, saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun, hekime muayene ettireceğiz seni...
... Adamı yaka paça alıp köyün hekimine götürmüşler, hekimde kör tabii...
Elleriyle yoklamaya başlamış adamı, yoklamış yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
— Buldum, demiş. Bozukluk burada....
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
—Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş, ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...

Körler ülkesinde kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan. Körler görenleri anlayamazlar, saçmalıyor sanırlar ve onu da kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.
H. G. WELLS

  

Elif" olmak zordur cünkü "elif" olmak yuvarlak bir dünyada dik durmanın dik ve önde belki acıyla ama vazgeçmeden durmanın
dünya ne kadar dönerse dönsün, olduğu yerde kalmanın adıdır “elif” olmak
Zordur “elif” olmak “elif” olmak hep vurulmaktır “elif” olmak yalnızca “elif” olmaktır. ”elif” demeden hiçbir şey denilemez
ben “elif” dedim artık her şeyi söyleyebilirim"
Dostum, “elif” olmayı dilemişim sanırım bir vakt-i seherde, bir cesaretle zorlluğunu bilmemişim o zamanlarda; dilemişim..yar’ın huzurunda bir “elif” misali durabilmeyi dilemişim; oysa şimdilerde dizlerimin bağı çözülür; diz çökerim..be’ye meylederim; “başlasın bu cümle artık!” derken yine “elif” misali kalıveririm bir bir’in huzurunda..yine zorlukla, yalnızca, yalınca.
“elif” olmak zor imiş! ama her elif’in yanında akvâ olan’ın yardımı, yar’lığı var imiş!!

Dostum, bilir misin “elif “ olmaya talip olmak nedir, bilir misin insan nasıl “elif” olur? dilersin o’ndan sadece o’nun yar-lığını, dilenirsin…o’nun kucağından başka mekanlar sana soğuk gelir, üşürsün bir ağustos sıcağında..yürüdüğün yollar sana yabancı gelir; bildik mekanlar sıkar seni..tanımadığın sîmalar sana âşina gelir, tanımadığın kişiler senin niyazına girer; tanıdıkların ise yabancı nazarlarla bakarlar sana. hikmetine eremediğin hallerle örülür hayatın; susmayı seversin; sükûtu seversin; sükûtu hal edinenleri seversin…
Dostum, bilir misin, “elif” bağlanmaz kendisinden sonraki harfe…sadece kendinden önceki harfe bağlanır; en önceki’ne belki de..sen, dünyana sonradan girenlere sıkıca bağlandığın vakit “elif” olmaz adın..sanırsın ki o zaman üzerindeki zorluklar kalkacak; ama herkes yüklenir üzerine..yardımsız yar’lar doluşur dünyana..”yardımıyla gelen yar” gitti diye…
Aklımın al/a/madığı hallerin eteğinde gezinir dururum; belki aklım acziyetiyle susabilmeyi öğrenir diye..başımı tâ yüreğime kadar eğer, dinlerim o kısık fısıltıyı şimdilerde…


Dostum, şimdilerde “elif” der susarım; elimi bileğime koyar dinlerim nabzımı..atışları, dünyadaki hiç kimsenin isminde artmaz…yüreğim dünyadaki kimsenin isminde titremez; bu belki de lütuftur, yar’dandır …bu, belki de “elif “olmanın gereğidir.
ALLAHu a’lem…
“elif” olmayı dileten de “var”imiş dostum;
“yar” olmayı dileyen imiş…

Her elif'in yolunu açacak bir "be" yaratan bir yâr var ki..
Kelâmını başlatır bir elif ile. Cümle içinde elif'in varlığını hissettirir sabretmeyi bilene. Elif'i cümleye sevdirir, cümleye elif'i faydalı kılar..
Kelâm'ını kalbe vahiy kılan bir Yâr vardır ki; Elif'liliğin idrâkinde olmayan her yürek için büyük sıkıntılar verir. Bu, o Yâr'in merhametindendir, fazlındandır..


Yâr'sızlığı seçtiğin gün. "Be" nin yakınlığına el çevirdiğin gündür. Aşk'ı anlatan bir cümle başlamaz artık. Yusuf'un kıssası başlamaz artık. Karanlık bitmez, kuyudan çıkmaz bir sultan;
Züleyhâ'nın yüreği aklanmaz aşk'la..

Yâr'sızlığı seçtiğin gün. Onarılmaz yaralar açılır yüreğine. Varlığından bîhaber olduğun belde-i ahsen'e. Artık sen hüzün mevsimini yaşarsın her dem..
İnşirâhı dileyen dilin yorulur. Aşk'ı dileyen yüreğin yorulur. İnşirâhı dilersin her dem. Zikri özleyen gecelerin şikayetini duyar kulakların. Dilin damağını özler..
Dilin Yâr'in adını özler..

Yâr'sızlığı seçersen "be" nin yanında olduğunu hissedemezsin. Aşk'ı anlatırlar sana, vasfının "arayan" olduğunu anlayamazsın. Girdiğin her sokakta oyalanırsın..
Be'nin sokağına varmaz ayakların. Aşk'ın sokağına varmaz. Senin cümley(l)e aşk'ı anlatman lâzım. Be'yi bulman lâzım. Be'yle olman lâzım..

Aşk hatırına. Yâr'e yakın kıl yüreğini.
Yusuf DUMAN
 Ah Bine-l Aşk Kitabından Alıntıdır...



“Bildiklerini unut.” diyor DOST.
“Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla.”
“Zanlarını, yargılarını, önyargılarını ve dahi bütün genellemelerini koy bir çuvala ve hepten terk et.
Gıybet etme sakın, bil ki dedikodu denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker.
Kimsenin aleyhine konuşma, uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın.
Birini ne kadar çok aşağılar yahut dışlarsan, onun durumuna düşme ihtimalin o kadar artar.
Kainatın matematiğidir. Bir koyar, bir alır insan. Bilmeden kendi hesabını dürer " diyor DOST...
"Hiçbir konuda emin olma" diyor DOST...
" Kendini ayrıcalıklı sayma.
Konumuna ya da mevkiine, ismine veya şöhretine güvenme.
Şu hayatta tüm zahiri kisveler sabun köpüğünden ibarettir.
Nazlı nazlı yükselir köpük, derken pat diye sönüverir.
Her zaman başkalarından öğrenmeye açık ol. En iyi bildiğin konularda bile köşeli düşünme, büyük konuşma.
Cümlenin sonuna nokta değil, ünlem değil, virgül yahut üç nokta koy. Açık bir kapı bırak daima.
Ne kadar bilsen de hiçbir zaman yeterince bilemeyeceğini unutma.
Tevazudan şaşma. Ancak o zaman kurtulabilirsin bilginin cehaletinden. " diyor DOST...

Şems-i TEBRİZİ


Güvercin sahibinin, önüne geçilemez, galebe çalınamaz bir merakı
vardı: İkide bir de tuhaf çeşitlerden yavrular almak için çiftleri birbirinden
ayırır, Şaminin erkeğini kesmenin dişisine, ötekinin dişisini berikinin
erkeğine eş etmek için onları yeni sevdalariyle mahfî ve mestur birer zifaf
yerine kapardı. Bir gün bu merakına Zevrak'la Ebrû hedef oldu. Çırpınarak
i'tiraz etdim. Onlar kümesin en genç, en âşık, en mesûd, hattâ en güzel
çiftiydi. Onlara ilişmek bir parça da bana ilişmek gibiydi. O, mutlaka
fikrinde galebe çalmak için öyle sebepler buldu ki bana mağlûp olmak lâzım
geldi. Ebrû gök mâî bir erkekle, Zevrak bir dişi sarı ile kapandılar. O, bana
bu aşk fâciasından beklenen neticenin hemen zaferini ilân eden bir sesle:
«Bakınız ne güzel yavrular alınacak...» diyordu.

Ben artık bütün kümesi unutmuştum; yalnız bu mahbus çiftlerle meşgul
oluyor, şu hicran devresinde onların bîçâre mecruh kalplerini hisse
çalışıyordum. Zevrak'la Ebrû'ya verilen yeni eşler, eşsizdiler. Kendilerinin
mahremiyeti dâiresine tahsis olunun yeni eşlere hemen sevda ihsas etmek
gayretine düştüler: Gök mâî Ebrû'nun etrafında kuyruğunu sürterek, göğsünü
şişirerek yaşamak sevmek demek olduğunu izaha çalışıyor, sarı muhteriz
taşkınlıklarla Zevrak'ın boynuna gagalıyordu. Fakat ötekiler!.. Ötekiler gûyâ
ağlıyorlardı. Kafesin köşesine büzülmüş, başlarını içeri çekmiş, ağır ağır
kapanarak artık hayatı görmemek isteyen gözleri bulanmış, yemek içmek bile
düşünmeyerek, mateme upramış bedbaht sevdalarına sakit yaşlar döküyorlardı.

Bir sabah Ebrû'nun kafesinde hayret edecek bir şey gördüm: Ebrû yeni
âşıkının ağzını öpüyordu. Nasıl? Ebrû, sen de ah, mini mini kadın, sen de o
sadakat yeminlerini unutan kadınlara benziyordun, değil mi?

O gün güvercinin sahibine anif bir sesle haber verdim: «Şimdi artık
Ebrû'yu çıkarabilirsiniz, yeni âşıkıyle uyuşuyor.» O, güldü, ötekini sordu:
«Zevrak, Zevrak ne yapıyor?» Şübheli bir sesle: «Şimdilik hâlâ düşünüyor!»
dedim.

Bunu şübheli bir sesle söylediğime ne kadar hatâ etmişim! Zavallı
Zevrak! İşte senin hâtırandan aflar diliyorum. Fakat o vefasızdan sonra nasıl
hükmedebilirdim ki, yeni mâşukanın bütün tesliyetleri, bütün okşayışları
neticesiz kalacak; sen haftalarca o sevda fâciasının, o hıyanetin matemleriyle
yüreğinin yaralarını zehirliye zehirliye, her dakika bir parça daha ölerek,
bir parça daha bu hayattan, bu hayatın yalan aldatan saâdetlerinden kaçarak,
eriyeceksin, biteceksin?..

Evet, Zevrâk teverrüm etti, hiç bir şey değil, teverrüm etti; ne
yanındakine, ne kafesin bir tarafından görünen semâya, hattâ kafesin ters
tarafından gelerek kayıtsız, fütursuz bir nazarla içeriye bakmağa çalışan
Ebrû'nun gölgesine bile küçük bir iltifat nigâhını israf etmeyerek, hep o
köşesinde ıslanmış bir kuş mazlumiyetiyle can çekişerek, Zevrak, bir gün son
nefesiyle gagasını açtı; bir küçük şikâyet sesi, ufak bir gu!... bile çıkmadan
öldü.

Biçâre sevda kurbanı!.. O zaman bana bu fâcia, bir güvercin, bir
Zevrak olmak için ne büyük bir arzû vermiş idi! Ben de öyle mes'ud bir
sevdadan sonra onun hicranıyle erimek ölmek isterdim; ben de bir birinciden
sonra saâdet aramamak düşünürdüm; fakat anlaşılan bu mes'elede Zevrak'tan
ziyade Ebrû'nun felsefesinde isabet var!..  


Halid Ziya UŞAKLIGİL
_Zevrak ile Ebru Adlı Hikayeden Kısmi Alıntıdır_




Hiçbir kadın bir ilişkiye biteceğini düşünerek başlamaz, son olmasını diler… Erkek için tecrübeden ibaret olan bazı yaşanmışlıklar, kadın için büyük kayıplar demektir. Bu yüzden kolay bitiremezler yüreklerinde, biraz zaman gerekir. Dünyanın neresine gidersen git bu böyle… Yaşadığı ilişkinin etkisinden çıkmaya başlayan kadın daha da güzelleşir. İşte tüm güzellik ve ihtişamıyla evren o zaman kucak açar ona. Keşfedilmemiş bütün harikalarını sunar. Hayatın tadılmamış en muhteşem günlerinin kapıları aralanır. Etrafındaki insanların sayısı artar… Bu yüzden kaybetmek istemediğin kadını sakın yokluğuna alışacak kadar yalnız bırakma. Seviyorsan eğer; basit tartışmalardan sonra onu aramamakla cezalandırmaya çalışma, gurur yapma… Bir kadın, bir erkeğin sesini duymamaya alışırsa daha sonradan duymaya tahammül bile edemez. Çünkü kadını bağlayan şey ne kadar sevildiği değil, ne kadar sevdiğidir. Sen ne kadar seversen sev, onun sevgisi bittiğinde her şey bitmiş demektir.

Bir kadın gitmeyi koymuşsa kafasına, buna engel olamazsın… Sevse de gider… Aklı sende olsa gider, gönlü sende kalsa da gider… Kaybetmek istemediğin bir kadını asla incitme, çünkü bunu telafi edemezsin. Çünkü kadın vazgeçtiği kalbe yabancılaşır. Bir kadın karşısında hiç tanımadığı sıradan bir erkek bile, beyninde bitmiş bir erkekten daha şanslıdır…

Bir kadını mutlu etmek o kadar da zor değil, çünkü çok şey istemez bir kadın. Onu gülümsetebilmek için pahalı hediyelere ihtiyacın yok aslında. Ona kendini hediye et, ona ait olduğunu hissettir… Biraz ilgi göster, onu sevdiğini söyle, kendini değerli ve özel hissetmesini sağla yeter. Çünkü bir kadını fethetmek, ona teslim olmaktan geçer…


Ezgin KILIÇ




Nefreti aşmanın tek yolu var: Affetmek. Başkalarını affettiğimizde özgürleşiriz.

Nefret yaşamdan zevk almamızı, insanların güzel yanlarını görmemizi engeller. Hiç kimse saf iyi ya da saf kötü değildir. Salt kötülükleri görmek bir süre sonra şüphe, depresyon ve umutsuzluk denizinde boğar insanı. Nefret dolu bir yaşam umutsuz bir yaşamdır. Affetmek insanı derinleştirir. Affetmek için, insanın ruhsal ve zihinsel olarak kendisini hazır hissetmesi gerekir. Çünkü affetmek bir seçimdir. Kimsenin zorlamasıyla affetmek mümkün değildir. Affetmek bir süreçtir. Birdenbire affedilişler bile bir sürecin ürünüdür. Affetmeyi seçtiğinizde kimse size borçlanmayacaktır. Yani koşullu affetme yoktur. Diğer insanın da sizi affetmesini, değişmesini veya sizin istediğiniz gibi olmasını beklemeyin. Affetmek bir seçimdir. Amacı sizin rahatlamanızdır, sizin özgürleşmenizdir. 

Nefret duyduğunuz kişinin yaşıyor yada ölmüş olması sizin affetme sürecinde duyduğunuz acıların yoğunluğunda bir farklılık yaratmayacaktır. O acılar sizin acılarınız. Affetmek kolay değildir. Fakat özgürleşmek için gereklidir. Çoğu insan affetmenin nefret ettiği kişiyi suçsuz ya da haklı bulduğu anlamına geleceğini sanır. Oysa affetmek, geçmişteki anıların boyunduruğundan kurtulmak, yaşamımızı kontrol altında tutmasına son vermek demektir.

Affetmek, o kişiyi sevmek değil. Affetmek, o kişiyle konuşmak zorunda olmak değil. Affetmek, o kişiyle ilişkiyi sürdürmek değil. Affetmek, o kişinin beklentileri doğrultusunda davranmak değil. Affetmek o kişiyi kucaklamak değil. Affetmek o kişiyi suçsuz bulmak değil. Affetmek o kişiyi haklı bulmak değil. Affetmek o kişinin vermiş olduğu zararları telafi etmek için çaba göstermemek değil. Affetmek kırgınlığın, küskünlüğün, nefretin hapishanesinden özgürlüğe kavuşmaktır. Affetmek, artık acıyı hissetmemektir. Yapılanları zihinsel olarak unutmak zaten mümkün değildir. "DUYGUSAL UNUTMA" affetmenin diğer adıdır.



Alıntıdır…



Bir zaman gelir, bütün çıkış yolların kapatılmıştır. Odanda oturursun, bedenindeki, boğazını sıkıştıran, gözlerinin ardındaki gözyaşı torbacıklarında tehlikeli bir biçimde sıkışan o batışan ağrıyı duyarsın. Tek bir sözcük, tek bir el kol devinimi, derken içinde sıkışıp kalmış her şey -irinleşmiş pişmanlıklar, kangrenleşmiş kıskançlıklar, yerine getirilmemiş fazla istekler- öfkeli, erksiz gözyaşları, belli bir kişiye yönelik olmayan boğucu hıçkırıklar ve zırlamalarla dışına taşar. Seni kucaklayan kollar yoktur. "Hadi, uyu, yok bir şey" diyecek bir ses yoktur. Yeni ve korkunç bağımsızlığında, az uykudan, gergin, aşırı duyarlı sinirlerden kaynaklanan o tehlikeli uyarıcı ağrı, kartların bu kez sana karşı hileli biçimde karılmış olduğu, hala da üst üste yığılmakta oldukları duygusuna kapılırsın. Senin bir çıkışa gereksinimin vardır, çıkışlarsa mühürlenmiştir. Gece gündüz kendin için yarattığın o daracık tutukevinde yaşarsın. İçinde fokurdayıp duran o dağarcığı serbest bırakmaz, setteki bir yarıktan dalga dalga akmasını sağlamazsan patlayacağını, parçalanacağını duyumsarsın. Böylece alt kata iner, piyanonun başına geçersin. Tüm çocuklar dışarıdadır; ev dingindir. Klavyede keskin akorların sesi duyulur, omuzlarındaki ağır yükün birazını yitirmenin ferahlığını duyumsamaya başlarsın.


Sylvia PLATH



Bir insanı tanımak istiyorsanız.

İnsanları tanımak bir sanattır.

Bir insanı tanımak istiyorsanız, onu dinleyin kafanızdaki tüm sesleri susturun ve açık yüreklilikle karşınızdakini dinleyin bırakın, o dakika karşınızdaki insana ait olsun.
Bir insanı tanımak istiyorsanız diline, tarzına dikkat edin. İnsanın dili ve tarzı bilgi ve bilinç seviyesi ile ilgilidir. Bilgi ve bilinç seviyesi ise okuması ile ilgilidir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, bir dakikalığına iyi bir insan olma çabanızı unutun, kendi yaşamınızdan örnekler vererek kişiyi anladığınızı gösterme çabanızı bırakın, onun dakikalarını çalmadan, o insana zaman ayırın. Çünkü bir dakikalığına hiç bir şey düşünmeyen, fikri olmayan, tecrübesi olmayan bir insan oluverin ve karşınızdakini bütün dikkatinizle dinleyin.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; bazen de hiç konuşmayın. Sadece tanımak istediğiniz kişi ile zamanı paylaşın, sessizliği yaşayın. Konuşma zorunluluğundan kurtarın kendinizi. Bir insanı tanımak için onu sessizken dinlemeyi de öğrenmek gerekir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız; kendiniz olun, tıpkı hiç kimse olmadığı zaman olduğunuz gibi ve sözcüklerin, seslerin, görüntülerin ötesinde konuşun, hissedin. İşte o zaman karşınızdaki insan size güvenebileceğini hissedecektir.
Bir insanı tanımak istiyorsanız, önce gerçekten o insanı tanımayı istemekle başlayın. O sizi konuşmadan anlayacaktır tıpkı sizin anladığınız gibi..
Bir insanı tanımak istiyorsanız, Bir insanın eşyalarla ilişkilerine bakarak o insan hakkında çok şey fark edebilirsiniz. Evinde çok fazla eşyası olan biri, uzun süre zemin değiştirememiş, olduğu zemindeki farkındalığı onun bir üst zemine geçmesi için yeterli olamamış demektir. Ya da bir diğer bakış açısıyla bu zemindeki konfor alanı o kadar büyüktür ki, terk etmekte zorlanıyordur.
Bir insanı tanımak istiyorsan ona; yaşını, doğduğu yeri, bitirdiği okulları, memleketini değil hayallerini sor. Çünkü, bir insanı tanımak istiyorsanız, borç verin ve onu büyük bir mevkie getiriniz.
Bir insanı tanımak istiyorsanız onunla seyahat edin ya da yemek ye derler. İstedikleri olmadığında takındığı tutum da çok şey gösterir bana göre. Özellikle de menfaati varsa bir kişi, doğasında olmasa bile çok tatlı bir maske takabilir, eğer yol yordam öğrenmişse.
O yüzden;
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.

Alıntıdır.





Doğan Cüceloğlu'ndan Bütün Anne Babaların Ve Öğretmenlerin Okuması Gereken Bir Hikaye...  

Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.

O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, "Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır."Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, "Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır." Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. "Oğlum bugün ödevini yaptın mı?" Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, "cık" sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, "Niye yapmıyorsun ödevini!" diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. "Ben ne biçim babayım," diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul'dan çalışma yerim olan Kayseri'ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!*
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?*
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, "Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz."

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve "Hayır!" anlamına gelen "cıkk" dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

"Ne büyük tehlike!" diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, "Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın," demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!*
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. "Çok mu kötü hocam?" diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. "Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?"

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. "O kadar mı kötü?" diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum.Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
"Gel seni yeniden kucaklayayım!" dedim. Kucaklaştık.
"Çocuklar Gülsün diye!" yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!


Doğan CÜCELOĞLU