ALINTI YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALINTI YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yüreğinizi yazıya dökün.
Asla konunuzdan ve konunuza karşı olan tutkunuzdan utanç
duymayın.
"Yasaklanmış" tutkularınız, büyük olasılıkla
yazmanız için sizi tetikleyecek. Tıpkı uzun zaman
önce ölmüş babasına karşı yaşamı boyunca öfke duymuş olan
Amerikalı büyük oyun
yazarımız Eugene O'Neill, yaşamı boyunca annesine karşı
öfke içinde olan Amerikalı büyük
akıllarını çelen baştan çıkarıcı Ölüm Meleği'yle mücadele
veren Sylvia Plath ve Anne Sexton
gibi. Dostoyevski'de şiddetli bir kendini yaralama ve
Flannery O'Corınor'da "inanmayanlar'ın
sadistçe cezalandırılmaları içgüdüsü. Edgar Allan
Poe'daki delirme ve geriye döndürülmez,
ağza alınmaz bir suç işleme korkusu bir ihtiyarı ya da
bir eşi öldürme, birisinin "çok sevilen"
kedisinin gözlerini çıkarma. Saklı kalmış benliğinizle ya
da benliklerinizle mücadeleniz
sanatınıza yol verir; bu hisler, yazmanızı yönlendiren ve
başkalarına belirli bir uzaklıktan
"çalışmak" olarak görünecek saatleri, günleri,
haftaları, ayları ve yılları olanaklı kılan ateştir.
Zar zor anlaşılan bu dürtüler olmasa, görünüşte daha
mutlu bir insan ve toplumunuzun daha
ilgili bir yurttaşı olabilirsiniz fakat muhtemelen esaslı
bir şeyler yaratmazsınız.
Daha yaşlı bir yazar, yeni bir yazara ne tür bir öneri
vermeye cesaret eder? Ancak yıllar önce
kendisine söylenmiş olmasını isteyebileceği şeyi:
Cesaretiniz kırılmasın! Etrafınıza yan yan
bakışlar atmayın ve kendinizi akranlarınız arasındaki
başkalarıyla kıyaslamayın! (Yazmak bir
yarış değildir. Aslında "kazanan" kimse olmaz.
Tatmin, çabada ve nadiren neticede gelen
ödüllerdedir.) Ve yine; yüreğinizi yazıya dökün.
Farklı şeyleri ve gerekçelendirme yapmadan okuyun. Okumak
istediğinizi okuyun,
başkalarının size okumanız gerektiğini söylediği şeyi
değil (Hamlet'in dediği gibi,
"'meli,malı'nın ne demek olduğunu bilmiyorum").
Sevdiğiniz bir yazara dalın ve onun ilk
yapıtları da dahil olmak üzere yazdığı her şeyi okuyun.
Özellikle de ilk yapıtlarını. Büyük bir
yazar, büyük, hatta iyi olmadan önce, belki de tıpkı
senin gibi bir yol arıyor, el yordamıyla bir
ses edinmeye çalışıyordu.
Özellikle kendi kuşağınız için değilse de, kendi
zamanınız için yazın. "Gelecek nesil" için
yazamazsınız öyle bir şey yok. Mazi olmuş bir dünya için
yazamazsınız. Bilinçsizce var
olmayan bir okuyucuya sesleniyor olabilirsiniz; memnun
olmayacak birini ve memnun
etmeye değmeyen birini memnun etmeye uğraşıyor
olabilirsiniz.
(Fakat kendinizi "yüreğinizi yazıya dökmek"
konusunda yetersiz hissederseniz ürkek,
utangaç, başkalarının hislerini incitmekten ya da
yaralamaktan korkmuş gibi, makul bir
çözüm bulmayı ve takma isimle yazmayı isteyebilirsiniz.
"Kalem adı"nda mükemmel bir
biçimde özgürleştiren, hatta çocuksu bir şey var: yazı
yazdığınız ve size ekli olmayan bir
araca verilen hayali bir isim Koşullarınız değişirse,
yazan kimliğinize her zaman sahip
çıkabilirsiniz. Her zaman yazan kimliğinizi terk edebilir
ve bir yenisini yaratabilirsiniz. Erken
yayımlanmak, şüpheli bir lütuf olabilir: hepimiz ilk
kitaplarını yayımlatmamış olmak için her
şeyi verebilecek ve var olan tüm kopyaları satın almak
için dolanan yazarlar tanırız. Çok geç!)
(Pek tabii ki, öğretmeyi, dersleri, okumaları içeren
profesyonel bir yaşam istiyorsanız toplum
içinde bilinecek bir isim kullanmak durumunda
kalacaksınız. Fakat yalnızca bir isim.)
Dünyanın size adil davranmasını beklemeyin. Hatta
merhametlice davranmasını bile
beklemeyin.
Hayat, tepe üstü yaşanır; tıpkı lunapark treninde yol
almak gibi: "sanat" soğukkanlı bir
biçimde seçicidir ve yalnızca geçmişe bakılarak
yaratılabilir. Fakat hayatı, onun hakkında
yazmak için yaşamayın çünkü böyle yaşanan bir
"hayat" yapay ve anlamsız olacaktır.
Büsbütün alternatif bir yaşam keşfetmek daha iyi. Çok
daha iy
Çoğumuz, hayatımızın akışı içinde pek çok kez sanat
yapıtlarına aşık oluruz. Kendinizi bir
başkasının yapıtına hayranlık duymaktan, hatta tapmaktan
alıkoymayın. (Degas Manet'ye
nasıl tapardı! Melville Hawthorne'a nasıl aşıktı! Ve
Whitman genç, tutkulu ve coşkuyla dolup
taşmış kaç şaire baba olmuştu!) Heyecan verici, dikkat
çekici, rahatsızlık verici bir ses ya da
düşünce bulursanız, kendinizi ona verin. Ondan
öğrenecekleriniz olacaktır. Hayatım boyunca
Lewis Carroll, Emily Bronte, Kafka, Poe, Melville, Emily
Dickinson, William Faulkner,
Charlotte Bronte, Dostoyevski gibi çok farklı yazarlara
aşık oldum (ve hiçbir zaman da aşık
olmaktan tam olarak vazgeçmedim). Bir süre önce, Mark
Twain'in Huckleberry Finn’ini
okurken, romanın tüm bölümlerini ezberlemiş olduğumu fark
ettim. James T. Farrell'in şimdi
adeta okunmamış gibi olan Studs Lonigan adlı üçlü
yapıtını yeniden okurken, tüm bölümleri
ezberlemiş olduğumu fark ettim. Emily Dickinson'ın, büyük
olasılıkla kendisinden bile daha
ayrıntılı bildiğim şiirleri var; bu şiirler belleğime
öyle bir biçimde kazınmışlar ki, onunkinde
böylesine yer edemezlerdi. William Butler Yeats'in, Walt
Whitman'ın, Robert Frost'un, D.H.
Lawrence'ın, ilk keşfedişimin üzerinden yıllar geçtikten
sonra bile içimi hala heyecanla
titreten şiirleri var.
Bir idealist olmaktan, romantik ve "arzulu"
olmaktan utanç duymayın. İlginize karşılık
vermeyecek insanları arzularsanız, arzunuzun muhtemelen
onlara dair en değerli şey
olduğunu bilmelisiniz. Karşılıksız olduğu sürece.
Klasikler hakkında çabucak peşin hüküm vermeyin. Çağdaş
eserler hakkında da. Okumak için
zaman zaman beğeninize ya da beğeniniz olduğuna
inandığınız şeye aykırı kitaplar seçin. Bu,
erkek dünyasıdır; duyarlılığı feminizmle ateşlenen bir
kadın, burada can sıkıcı ve rahatsız
edici pek çok şey bulur, fakat gözlerini dikip içeriye
bakan bir yabancı olmanın ne anlama
geldiğini bilmekte öğrenecek ve esinlenecek çok şey
vardır. Yirmi birinci yüzyılın bakış
açısıyla okunan ve biri kendi dehası içinde ilkel, diğeriyse
cesaret kırıcı bir biçimde "modern"
olan Homeros'un Odysseia'sı ve Ovidius'un Metamorfoz’u
gibi büyük yapıtlar, kadın ve erkek
okuyucuları çok farklı şekillerde etkiler. Bir kadın
acısının, öfkesinin ve "adalet" umudunun
gerçekliğini kabul eder; hatta intikam umudu bile,
yaşamında olmasa da yapıtlarında iyi bir
şey olabilir.
Dil, sayfa üzerinde buz gibi soğuk bir araçtır. Bizler,
oyuncular ve sporculardan farklı olarak,
dilersek yeniden hayal edebilir, gözden geçirip
düzeltebilir ve tamamen yeniden yazabiliriz.
Çalışmamız tıpkı bir taşa basılır gibi bir kitaba
basılmadan önce üzerindeki hükmümüzü
koruruz. İlk karalama tökezletebilir ya da bitkin
düşülebilir, fakat bir sonraki karalama ya da
karalamalar daha yüksek bir seviyeye geçirecek ve
ferahlatacaktır. Yeter ki inancınız olsun:
ilk cümle, son cümle yazılana dek yazılamaz. Ancak o
zaman nereye gittiğinizi ve nerede
olduğunuzu bilirsiniz.
Roman, tek çaresi roman olan bir derttir.
Ve son bir kez daha: Yüreğinizi yazıya dökün
Joyce CAROL QUATES
Anatole France
Londra’yı gezen bir Fransız, bir gün
büyük Charles Dickens’i görmeye gitmiş. Kabul edilmiş ve
hayranlığı sebebiyle pek değerli bir
insanın böyle bir kaç dakikasını aldığı için özür dilemiş.
— Şanınız ve uyandırdığınız genel sevgi,
şüphesiz sizi sayısız rahatsızlıklarla üzmektedir.
Kapınız her zaman sarılmış bir haldedir.
Her gün prensleri, devlet adamlarını, bilginleri,
yazarları, sanatçıları, hatta delileri
bile kabul etmek zorunda kalıyorsunuzdur, her halde.
Dickens hayatının son günlerinde sık sık
yakalandığı sinir buhranıyla ayağa kalkarak:
— Evet, delileri, delileri, delileri.
Yalnız onlar eğlendiriyorlar beni, diye bağırmış, sonra
şaşıran ziyaretçiyi yakasından tuttuğu
gibi dışarıya atmış.
Şu uysal M. Dick’in masumluğunu bize
içli bir üzüntü ile tasvir eden Charles Dickens delileri
her zaman sevmiştir. Herkes David
Copperfield’i okuduğu için M. Dick’i tanır. Fransa'daki
herkesi kastediyorum. Çünkü en mükemmel
İngiliz hikayecisini ihmal etmek bugün
İngiltere’de moda haline gelmiştir. Bir
genç estetikçi birkaç gün önce Dombey and Sonun
ancak tercümelerinden okunabildiğini
bana [1] itiraf etti. Byron’un da tatsız bir şair, bizim
Ronsard’ımız gibi bir şey olduğunu
söyledi. Ben buna inanmıyorum. Byron’un yüzyılın en
büyük şairlerinden olduğuna inanıyorum.
Dickens’in duyma yetisini her yazardan daha iyi
kullandığına, inanıyorum. Romanlarının,
onları ilham eden aşk ve merhamet kadar güzel
olduklarına inanıyorum. David
Copperfield'in bir yeni İncil olduğuna inanıyorum. En sonra
burada ayrıca üzeride durduğum. M. Dick’in
de iyi niyetli bir deli olduğuna inanıyorum.
Çünkü kendisine kalan tek akıl kalbin
aklıdır, o da hiçbir zaman yanıltmaz. Üstüne I.
Charles’in ölümü ile ilgili bilmem hangi
hayalleri yazıp uçurtmalar uçurtmasından ne çıkar. O,
iyiliksever bir insandır, kimsenin
kötülüğünü istemez. Bu, birçok aklı başında insanların
erişemedikleri bir olgunluktur. M. Dick
için İngiltere’de doğmuş olmak bir mutluluktur. Orada
birey hürriyeti Fransa’da daha üstündür.
Orijinallik orada daha iyi karşılanır ve bizde
olduğundan daha çok saygı görür. Hem
delilik bir çeşit zihin orijinalliği değil de nedir?
Delilikten söz ediyorum, yoksa bunamadan
değil. Bunama düşünce yetisini kaybetmektir.
Delilik ise bu yetilerin garip ve tuhaf
bir şekilde kullanılışından başka bir şey değildi.
Çocukluğumda, yirmi yaşındaki biricik
oğlunun Righi dağında bir çığ altında öldüğünü
öğrenince deliren bir ihtiyar adam
tanımıştım. Deliliği yatak çarşafına sarınmaktı. Bunun
dışında tamamıyla akıllı uslu bir
adamdı. Mahallenin bütün küçük yaramazları vahşice
çığlıklar atarak arkasına takılırlardı.
Onda bir çocuk tatlılığıyla bir dev gücü birleştiği için
hiçbir kötülük yapmadan onları bir hayli
korkutur yanma yaklaştırmazdı. Bu haliyle
mükemmel bir polis örneği idi. Bir dost
evine girdiği zaman ilk işi kendini gülünç eden o iri
damalı garip paltosunu çıkarmak olurdu.
Mümkün olduğu kadar bir insan vücudunu
örtüyormuş sanısını uyandıracak bir
şekilde onu güzelce bir koltuk üstüne yerleştirdi. İçine
bel kemiği gibi bastonunu sokar, sonra
bu bastonun sapma kenarlarını aşağıya indirdiği
şapkasını, parmaklan arasında hayali bir
manzara alan o büyük fötr şapkasını geçirirdi. Bu işi
bitirince uyuyan ihtiyar bir dostu
seyreder gibi perişan halini bir zaman seyreder, bir
karnaval elbisesi içinde sanki önünde
uyuyan kendi deliliği imiş gibi birdenbire dünyanın en
akıllı insanı olurdu. Üstünde XVI. Louis
devrinde bir ceket adı verilen elbiseye oldukça benzer
pek derli toplu bir çeşit kollu siyah
yelek kalıyordu. Kaç defa onu zevkle seyretmiş,
dinlemişimdir. Her konu üzerinde büyük
bir muhakeme ve anlayış ile konuşurdu. Dünyayı ve
insanları tanıtan bütün bilgilerle
beslenmiş bir bilgindi. Kafasında zengin bir yolculuk
kütüphanesi vardı. Midus’ün batışını,
yahut Denizcilerin Okyanus’da başlarından geçeni
anlatmakta eşsizdi.
Yetkin bir hümanist olduğunu unutursam
affedilmez bir kusur işlemiş olurum. Çünkü
düpedüz iyiliksever göstererek bana
bilgilerimi epey ilerleten birçok Latince ve yunanca ders
vermişti. İyilik etme çabası her
rastlayışta kendini gösteriyordu. Bir astronomi bilginin ona
verdiği karışık hesaplan çözdüğünü, bir
ihtiyar hizmetçiye yardım olsun diye, odun
parçaladığını görmüştüm. Hafızası
yerinde idi, onu altüst eden hadise dışında hayatının
bütün hadiselerini hatırlıyordu. Oğlunun
ölümü hafızasından büsbütün silinmiş gibiydi, hiç
değilse bu müthiş felaketin oluşunu
aklına getirdiği sanısını uyandırabilecek tek kelime
söylediği işitilmemişti. Hemen hemen
neşeli, değişmez bir mizacı vardı ve kafasını tatlı,
samimi, iç açıcı hayallerle
dinlendiriyordu. Gençlerin arkadaşlığını arıyordu. Onlarla sık sık
görüşmesi kafasına pek belirgin eğitsel
bir cerbeze kazandırmıştı. Rollin’in o mükemmel
Traite des etudes'nü okuyalıdan beri hep
onu düşünürüm. Şunu söylemeyeyim ki, genç
arkadaşlarının fikrine hiçbir zaman
kapılmazdı. Hiçbir şeyin değiştiremeyeceği inatçı bir
akışla kendi fikrini izlerdi. Ama sık
sık konuşma fırsatını bulduğum gerçekten üstün
insanlarda buna benzer bir hal dikkatimi
çekmişti. Yirmi yıl, kış yaz, yatak çarşafına
sarındıktan sonra bir gün artık gülünç
olmayan küçük damalı bir ceketle göründü. Elbisesi
gibi hali de değişmişti. Ama bu
değişikliğin mutlu bir değişme olması için çok şeylere ihtiyaç
vardı. Zavallı adam, kederli, sessiz, az
konuşur olmuştu. Ağzından dökülen, hemen hemen
anlaşılmaz birkaç lakırdı korkusunu ve
endişesini açığa vuruyordu. Her zaman kıpkırmızı olan
yüzünü geniş mor halkalar kaplamaya
başladı. Dudakları siyah sarkıktı. Bütün yiyecekleri
reddediyordu. Bir gün oğlunun
kayboluşundan söz etti. Ertesi sabah onu odasında asılmış
olarak buldular. Bu ihtiyar adamın
hatırası, bende bütün ona benzeyenler için gerçek bir
sevgi uyandırır. Ama onların sayıca az
olduğunu sanıyorum. Deliler de bir bakıma öbür
insanlar gibidir. İyileri tek tüktür.
İnsan, birçok tımarhaneleri dolaşır da yatak çarşafı
örtünen ikinci bir ihtiyarı veya başka
bir M. Dick’i yine de bulmayabilir. M. Paul Hervieu de
tıpkı Dickens gibi yalnız delilerin ilgi
uyandırıcı oldukları düşüncesinden uzaklaşmış değildir.
Bize İncorınu’de korkunç bir delilik
hikayesi anlatır. Sonunda bunun sadece bir rüya olduğu
anlaşılır; ama rüyaların hem en fazla
korku vereni, hem de en mantığa uygun olanıdır. Bu bir
delinin rüyasıdır. Bir deliyi kusursuz
olarak bir kabusa sürüklemek ancak böyle olur. İşte M.
Paul Hervieu, binde bir rastlanır bir
kabiliyetle bunu göstermiştir. Kafası tersine işleyen bir
Descartes'ci gibi bize deliliğin
sebeplerini anlatmıştır. Usta bir saatçinin son derece kötü bir
saati muayene ederken göstermesi gereken
titizlikle düşünme makinesini, bir biri ardına
sıralanan bozukluklarını izleyerek
incelemiştir. Kitabı pek ilgi çekici ve tamamıyla kendine
göre bir eserdir. İnsanlarda iki etki
uyandırır; önce korkutur, sonra da düşündürür. Bu korku
— sizi ondan esirgerim — hiç de sebepsiz
değildir. Beni sarsan ürpertiyi size aktarabilmem
için M. Paul Hervieu'nün bu yoldaki
bütün kabiliyetini edinip onun gibi kullanmam gerekirdi.
Kitabın ilham ettiği derin düşüncelere
gelince, bunlar pek çoktur.
Hiç olmazsa bin ianesini olsun
söyleyivereyim. Felsefe yapmak ne güzel bir şey. Yazı
yazarken bir akasya o ince, çiçekli
dallarını pencereden sallıyor. Antolojideki şairin bir
beyitini tekrarlıyorum: “bu güzel ağaç
altında oturalım gel, gölgesinde konuşmak ne tatlıdır
kim bilir.” Bir güzel ağaç ve sakin
düşünceler... Dünyada bundan daha güzel ne vardır? Bir
meltemin yavaş yavaş oynattığı akasyam,
çiçeklerinin kokulu karını masamın üstüne kadar
getiriyor. Bu hoş etki altında pek
zararı dokunmayan delilere karşı gerçek bir sevgiyi
kendime yasak etmek elimden gelmez. Bu
yolda hiçbir şey yapmamak, ister deli ister akıllı
olsun, insanlar için büsbütün yasak
edilmiştir. Dünyada zarar vermeden yaşamanın çaresi
yoktur. Delilerden hiçbir zaman nefret
etmemeliyiz. Onlar da bizim benzerlerimiz değil midir?
Hiç de deli değilim diye kim
güvenebilir? Az önce Littre ile Robin Sözlüğü'nde deliliğin tarifini
aradım. Ama bulamadım. Daha doğrusu
orada okuduğum tarif hemen hemen manasız bir
şeydi. Bunun üzerinde biraz durdum;
çünkü delilik vücutta hiçbir yara bere ile
nitelendirmedikçe tarif edilemez halde
kalır. Bir insana bizim gibi düşünmediği zaman deli,
diyoruz, hepsi bu kadar. Felsefe
bakımından delilerin fikri, bizim fikirlerimiz kadar haklıdır.
Dış alemi edindikleri izlenimlere göre
tasavvur ederler. Akıllı geçinen bizlerin yaptığı bundan
başka nedir ki. Dünya onlara, bize
aksettiğinden başka türlü akseder. Bizim edindiğimiz
hayalin doğru olduğunu onların edindiği
hayalin yanlış olduğunu söyleriz. Gerçekte hiçbir şey
salt olarak doğru olamaz, hiçbir şey
salt olarak yanlış olamaz. Onlarınki kendilerine göre
doğrudur, bizimkiler bize göre doğrudur.
Şu masalı dinleyiniz: bir gün bir bahçede düz bir
ayna konveks bir ayna ile karşılaşır,
ona:
— Tabiatı kendi yapınıza göre
göstermenizi pek münasebetsizce bir hareket buluyorum.
Bütün sıska bacaklı, ufacık kafalı
insanları koca karınlı, bütün doğru çizgileri iğri göstermeniz
için deli olmalısınız, demiş.
Konveks ayna öfke ile cevap vermiş:
— Tabiatın biçimini bozan sizsiniz.
Yassı vücudunuz onları bu hale soktuğu, dışınızdaki her
şey içinizdeki gibi düz olduğu için
ağaçları dümdüz sanıyorsunuz. Ağaçların gövdeleri eğridir.
İşte gerçek budur. Siz yalancı bir
aynadan başka bir şey değilsiniz.
Öteki karşılık vermiş:
— Ben kimseyi aldatmıyorum, konveks
kardeş. İnsanların, eşyaların karikatürünü yapan
sizsiniz.
Oradan bir geometri bilgini geçerken
kavgada kızışmaya başlamış. Hikayenin anlattığına
göre bu bilgin büyük d’Alambert’miş.
Aynalara demiş ki:
— Her ikiniz de hem haklısınız, hem
haksızsınız. Her biriniz eşyaları optik kanunlara göre
düşünüyorsunuz. Aldığınız şekillerin her
biri geometriye göre doğrudur, her ikisi de
kusursuzdur. Bir konkav ayna çok başka
bir üçüncü hayal verir. O da kusursuzdur. Tabiatın
kendisine gelince, hiç bir şey gerçek
şeklini tanımaz. Hatta kendisini aksettiren aynadaki
şekilden başka bir şekil olmaması
ihtimali de vardır. Sayın aynalar şunu biliniz ki eşyaların
akislerini aynı şekilde almadığınız için
deli sayılmazsınız.
İşte bence güzel bir masal, bu hikayeyi,
duyguları ve tutkuları kendiliğinden hissedilecek derecede ayrı insanları
hücrelere kapatan akıl hastalıkları uzmanlarına armağan ediyorum. Aşırılıkta,
aşkta, sanki cimrilikte, bencillikte olduğu kadar akıl yokmuş gibi tutumsuz
adamı, sevdalı kadını akıldan yoksun sanıyorlar. Onlar başkalarının
işitmediğini işitince, başkalarının görmediğini görünce bir insanı deli
sayarlar. Bununla beraber Sokrates de Tanrısından fikir danışırdı, Jeanne d’Arc
da sesler duyardı. Zaten hepimiz garip fikirli hepimiz hayal görücü klişeler
değil miyiz? Dış alemin ne olduğunu biliyor muyuz? Bütün hayatımızda duygu
sinirlerimizle ışık ve ses titreşimlerinden başka bir şey kavrayabiliyor muyuz?
Gerçi sanrılarımız genel ve göreneğe dayanan düzen içinde devamlı, alışılmış
bir haldedirler. Delilerin algılan az rastlanır. Ayrık ve farklı algılarda.
Başlıca bu halleriyle tanınırlar. Hikayeciler şahı Maupassant’nın Horla'da bize
tarattığı da bir delidir. Uykusun bozan ve gece masası üstündeki sütünü içen
bir cadı, zavallı adamı sık sık ziyaret etmektedir. Bu yüzden hem çaresizlik
içindedir, hem öfkelidir Bu da sebepsiz değildir. Çünkü kendini görünmez bir
düşmana kaptırdığını hissetmek kadar korkunç bir şey olamaz. Ama hemen
düşüncemi söyleyeyim mi? Bir deliye göre bu adamda biraz incelik noksanı
vardır. Onun yerinde olsam, cadının istediği gibi sütü içmesine müsaade eder,
kendi kendime de şöyle derdim: “bak, işler yolunda gidiyor. Bu kalevi sıvıyı
yutmakla bu hayvan saydamsız bir elemanı sindirmek ve görünür bir hal
alacaktır. Beklerken, saydam kalamayacağı için görünmez halini devam ettiremez.
Böylece onu görmesem de vücudunda içtiği sütü olsun görürüm." Hoşunuza giderse
sütle yetinmezdim, tepeden tırnağa kadar kırmızıya boyamak için ona gök boyası
yuttururdum. Bundan başka suyu da sütü de içmediklerine göre görünmezler pekala
var olabilirler. Hem rica ederim neden olmasın? Onların varlıklarını
farzetmekte ne gibi bir saçmalık vardır? Bunu biraz düşündük mü bu zıt faraziye
aklımızı altüst eder. Çünkü, hayat, bütün şekilleriyle duygularımıza çarpsaydı
ve biz varlıkların bütün derecelerini kucaklayacak bir şekilde yaratılsaydık bu
büyük bir talih eseri olurdu. Hayat, sıcaklığın pek özel şartlan içinde
belirince bize görünür. Görünmesi imkansız gaz halindeki çevrelerde hayat varsa
— ki hiç de imkansız değildir — onu anlayamayız. Ama bu onu inkar etmek için de
bir sebep olamaz. Gaz halinde bulunan maddede katı halinden daha az enerjili
değildir. Evren içinde, her sistemin merkezinde, babaların, kralların
vazifelerini gördükleri anlaşılan güneşler neden sonsuz sessizlik içinde
kalsınlar? Neden o geniş vücutlarında ısıyı ve ışığı taşıdıkları gibi hayatı ve
zekayı taşımasınlar? Neden dünyanın hava tabakasında da, gezegenlerin hava
tabakasında da insanlar yerleşmiş olmasınlar? Yiyeceklerini üst hava
tabakasından sağlayan tamamıyla yan saydam, pek hafif varlıklar tasavvur
edilemez mi? Deniz çocuklarının, kara çocuklarının var olduğu gibi hava
çocuklarının da var olmasına hiçbir şey engel değildir.
[1] L'İnconnu, yazan: Paul Hervieu — Le
Horla, yazan Guy de Maupassant.
Çoğunlukla,
yeterince sevilmediğimizi hissederiz. Bu, bizim sevmediğimiz, sevme
yeteneğimizi
açığa çıkaramamamız gerçeğinin bir yansımasıdır.
Sevgi,
bizim başkası için yaptığımız bir şey değildir. Sevgide hiçbir nesne ya da özne
yoktur.
Sevgi,
nesne-özne olmadığında, iki ayrı şey olmadığında varolan şeydir.
Aslında
bu sevilmeme hissi, sevgi ihtiyacıdır, egolarımızın varolduğu bölünmüş dünyanın
durması
ihtiyacıdır.
Bu
durma, bizi seven biri aracılığıyla olmaz.
Bir
başkasını seven bizler aracığıyla da olmaz.
Sevgi
rastlantısal değildir. Yaratılamaz, uygulaması yapılamaz, öğretilemez.
Ne
olduğumuzu derinden gözden geçirip böylece düşünce, bellek ve egoda gerçekte
varolan
bölünmenin
yapısını görebiliriz. Durabiliriz. Sakinleşebiliriz.
Yaşam
enerjisi ve dışavurumu olan sevgi, bütündür. Düşünce bu enerjiye yaklaşamaz.
Sözcükler
onu yakalayamaz. Bütünlüğün bu enerjisi kullanılamaz, bölünemez ya da
harcanamaz.
O
biziz, hepimiziz.
Bu,
sorumuzun yanıtı değil sessiz kalan sorudur.
Düşünce
ve egomuzun doğasını görmüş olan bizler sessizliğe açılan bu kapıdan
geçebiliriz.
Parçalanmış
bir dünyayı geride bırakıp bütün ama boş bir şeye girmiş bulunuyoruz. İsim
veren
yoksa isimler de yoktur. Özne yoksa nesne de yoktur. Bu, boşluktur.
Burada
muazzam bir enerji vardır çünkü onu harcayacak hiçbir şey yoktur. Büyük bir
yaratıcılık
vardır çünkü yaratıcılığı kısıtlayan hiçbir şey yoktur.
Ben
merkez, psikolojik benlik aracılığıyla sessizliğe gömülmüştür, hiçbir şey
kaybolmamıştır.
Dinginliğin
böyle engince yayılışından yaşam enerjisi açığa çıkar.
Neden
ve sonuç ötesinde olduğu için bu enerjinin doğası bilinmez. Kavrama sığmaz,
düşünce
tarafından
şekillendirilmez ya da herhangi bir şekilde kullanılamaz.
Biz
bu enerjiyi deneyimleyenler ya da keşfedenler değiliz. Bizler, ifade ederek,
keşfeden,
açığa
çıkaran ve dağılan bu enerjinin kendisiyiz.
Steven HARRİSON
O iyi günler,
O sağlıklı, dolu günler
O pullarla kaplı gökyüzü
O kiraz dolu dallar
O sarmaşıkların yeşil sığınağında
birbirine yaslanan evler
O haylaz uçurtma damları
O akasyaların kokusundan başı
dönen sokaklar.
O günler geçip gitti
Kirpiklerimin arasından”
Füruğ Ferruhzad-Yaralarım Aşktandır... Alıntı