Arzularımızın
inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve gözlenen
bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış
algılanır. İnançlarımızın büyük bölümünün bazı rasyonel
temellere dayandığını; arzunun ise yalnız arada bir işi
karıştırdığını varsaymak alışkanlık haline gelmiştir.
Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük
yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü
arzularımızın şekilleşmesinden ibarettir; ancak orada burada
bazı izole noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola
yöneltilirler.
İnsan
genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı
zorlayıcı bir etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden
düş aleminin tatlı uykusuna yeniden dalar. Freud geceleri
gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde, arzularımızın
görüntü şeklinde gerçekleşmesi olduğunu göstermiş; bunun,
gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru
olduğunu söylemiştir. İnançlar dediğimiz gündüz düşlerini
de buna eklemesi yerinde olurdu.
Doğru
olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olmayan kökenini göz
önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin
incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastaların temelde normal
sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan
psikanaliz yöntemi; ikincisi, en değerli görüşlerimizin rasyonel
kanıtlarının ne kadar zayıf olduklarını gösteren kuşkucu
filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel olarak
gözlemleme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde
duracağım.
Antropologların
uzun çalışmalarından öğrendiğimize göre, en ilkel insanlar
anlamadıklarının farkında oldukları olaylarla karşılaştıklarında
cahilliklerinin bilinci içinde çırpınıp durmazlar; tersine,
bütün önemli eylemlerini yönetecek ölçüde sıkıca
bağlandıkları sayısız inançları vardır. Bir hayvanın veya
savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip olduğu
erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile
reisinin adını ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek
büyük bir günah olduğuna inanır, hatta ismin bir hece olarak yer
aldığı bütün sözcükleri değiştirecek kadar ileri giderler.
Örneğin John adında bir kralınız varsa Jonquil yerine
George-quil veya dungeon yerine dun-george demeniz gerekir. Tarım
düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi nedeniyle hava durumu önem
kazanıyor; bazı büyülerin yağmur getireceğine veya ufak ateşler
yakmakla güneş açacağına inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde
kanının veya hayaletinin öç almak için öldüreni izlediğine,
onun ancak yüzü kırmızıya boyama veya matem tutma gibi basit
yöntemlerle aldatılabileceğine inanıyorları. Bu inancın ilk
bölümünün öldürülmekten korkanlardan, ikinci bölümünün de
öldürenlerden kaynaklandığı açıkça görülüyor.
Rasyonel
olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan ırkının
büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal
olarak, aslı esası bulunmayan dinsel inançlara
sahiptir.
Önyargısız
herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın olanaksız
olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikacı olmayan
kişiler çok güçlü kanılara sahiptirler.
Çekişmeli
bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarının
kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden
birçok neden bulunmasının bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında
Alman ulusunun çok büyük bir bölümünün Almanya'nın zaferinden
kesinlikle emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte gerçek işe
karışmış, düşleri altüst etmiştir. Alman olmayan bütün
tarihçilerin önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları
önlenebilseydi yine düşler canlanır, sadece başlangıçtaki
zaferler anımsanır ve savaşın sonunda yaşanan felaketler
unutulurdu.
Nezaket,
bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin meziyetlerine
ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes,
her gittiği yerde, rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile
sarılmıştır; bu kanılar, yazın uçuşan sinekler gibi,
kendisiyle beraber hareket eder. Bunların bazıları kişiseldir;
kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının
sevgisiden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak
geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen
enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüstü
yüceliği hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender
rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarının şimdiki modern
ana-babalarda bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş olması;
oğullarının okul sporlarında herkesi nasıl geride bıraktığı;
kızının kendini uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olmadığı
gibi. Daha sonra, ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları
gelir. Toplumdaki konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar
içinde ya sosyal açıdan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da
ahlak yönünden en değerlisidir -her ne kadar bu değerlerden
birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok
aranılan nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus
konusunda da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı
kuruntular besler. "Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi
bildikleri gibi davranıyorlar." Mr. Podsnap bu sözleriyle
insan kalbinin en köklü duygularından birini dile getirmiş
oluyordu.
Son
olarak da genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya
karşılaştırmayla "hayvani yaratıklar"dan üstün tutan
kuramlara geliyoruz: İnsanın ruhu vardır, ama hayvanın yoktur;
insan "rasyonel bir hayvan"dır. Aşırı acımasız veya
anormal bir eylem "hayvan gibi", veya "vahşi"
olarak nitelenir (halbuki böyle eylemler kesinlikle insanlara
özgüdür, Tanrı insanı kendi görüntüsünden yarattı ve
evrenin nihai amacı İnsan'ın mutluluğudur.
Böylece,
bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip bulunuyoruz:
kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları, sınıfında veya
ulusunda yaygın olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı
ölçüde hoş gelenler. Bir kimseyle iyi ilişkilerimiz olmasını
istiyorsak onun inandıklarına saygı göstermemiz beklenir. Bu
nedenle de insanların yüzlerine karşı, arkalarından konuştuğumuz
gibi konuşmayız. Bu fark, onların bizim kişiliğimizden olan
farkları arttıkça daha da belirginleşir. Kardeşimizle konuşurken
ana-babalar konusunda bilinçli bir nezaket göstermeye gerek
görmeyiz. Yabancı ülke insanlarıyla konuşurken nazik olma gereği
doruk noktasındadır ve yalnız kendi vatandaşlarına alışık
olanlara dayanılmaz ölçüde sıkıcı gelir.
Bir
keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir Amerikalıya İngiliz
Anayasası'nın birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden daha
iyi olabileceğini söylemiştim. Hemen büyük bir öfkeye kapıldı;
bu türden bir düşünceyi daha önce hiç duymamış olduğundan,
bir kimsenin gerçekten böyle bir şey düşünebileceğini aklı
almamıştı. İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da bir
felaket olmuştu.
Sosyal
amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş değilse de
mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal kanılarımızı
düzeltmenin iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir
bir mantar sanıp sonuçta acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek;
diğeri de kanılarımızın, gerçek olgulara değil, diğer
insanların inançlarına ters düşmesi durumudur. Bazıları domuz
eti yemenin helal, dana eti yemenin haram olduğunu düşünür;
başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş ayrılığı çoğu
zaman kan dökülmesine yol açmıştır. İkisinin de belki
gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir görüş yavaş
yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile yakından
bağıntılı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde olan
şeyleri, karşımızdakilerden veya onlarda bulunan şeylerden üstün
tutmuyor gibi davranmayı gerektirir. Bu hüner sadece Çin'de tam
olarak anlaşılmıştır.
Bana
anlattıklarına göre, Çin'de bir Mandarin'e karısının ve
çocuklarının sağlığını sorarsanız size şöyle cevap
verirmiş: "Zatıalilerinin sormaya tenezzül buyurdukları o
pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç yumurcakları tam bir sağlık
içindedirler." Ne var ki, böyle incelikler sakin ve dingin bir
yaşam tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve
önemli ilişkilerinde ise bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan
ilişkiler, en başarılı olan kişiler dışında kalan herkesin
mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel övünçleri kardeşler,
aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri
politika, milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar
ortadan kaldırmaktadır. Ancak insan olmanın övüncü varlığını
sürdürür; ve sosyal sohbetler sırasında, mit-yaratma yetisi bu
alanda serbestçe at koşturur. Bilim bu tür hayallerin
düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir. Ancak bu düzeltme hiçbir
zaman kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü biraz safdillik
olmazsa bilimin kendisi de çöker.
***************
İnsanların
kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak toplumsal
düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün
vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok büyüktür.
Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz;
ancak bilebildiğimiz kadarı akılalmaz büyüklüktedir. Samanyolu
bu bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün
içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek,
gezegenimiz ise beneğin mikroskopik bir noktasıdır. Bu nokta
üzerinde, karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve
kimyasal özellikleri olan, su ve saf olmayan karbon karışımı
minik topaklar birkaç yıl sürüklenir durur; ta ki bileşimi
oluşturan elementlere tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini
iki iş arasında bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını
ertelemek ve telaşlı bir çaba ile, kendi türlerinden olan
başkaları için bu anı çabuklaştırmak. Doğal sarsıntılar
belirli aralıklarla binlercesini, hatta milyonlarcasını yok eder;
hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu
olaylar felaket olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok
edişi kendi çabalarıyla başarırlarsa çok sevinir ve Tanrı'ya
şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel olarak var
olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrünün çok ufak
bir bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme
çabalarıyla, bu süre dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini
düşündüren nedenler var. Dışarıdan bakıldığında insan
yaşamı böyle görünüyor.
Yaşama
böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun, insanların var
olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini
söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve
felsefedir.
Dış dünya
her ne kadar yabancı ve duyarsız görünse de, bizi teselli
edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu
çatışmaların gerisinde bir uyum vardır. İlk nebuladan bu yana
süregelen uzun gelişimin, en son aşama olarak insanoğluna
eriştiği varsayılmaktadır. Hamlet çok ünlü bir yapıttır;
ancak onu okuyanların pek azı Birinci Denizci'nin "Tanrı sizi
kutsasın, efendim" şeklindeki dört sözcükten oluşan rolünü
anımsar. Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü oynamak olan bir
topluluk düşünelim; onların Hamlet'lerle, Horatio'larla, ve hatta
Guildenstern'lerle hiç bir temasları olamayacak bir şekilde izole
edilmiş olduklarını varsayalım. Bu kişiler Birinci Denizci'nin
dört sözcüğünün bütün oyunun temelini oluşturduğu yolunda
bir takım edebi eleştiriler icadetmezler miydi? İçlerinden biri
öteki rollerin de belki aynı ölçüde önemli olabileceğini öne
sürseydi, onu aşağılama veya dışlamayla cezalandırma yoluna
gitmezler miydi? Evrende insanoğlunun yaşamı Birinci Denizci'nin
Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer tutmaktadır. Ancak
sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz olanaksızdır;
oyunun konusu ve kişileri hakkında da çok az şey
biliyoruz.
İnsanlık
denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi düşünürüz.
Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını
önemli buluruz. Nonkonformist (İngiltere Kilisesi'nden ayrılmış
bir tarikatın mensubu. (Ç.N.)) bakkal Mr. Jones kendisinin
ölümsüzlüğe layık olduğundan emindir; bunu kendisinden
esirgeyecek bir evrenin de dayanılmaz ölçüde kötü olduğu
kanısındadır. Ancak şekere kum karıştıran ve pazar günleri
kiliseyi ihmal eden Anglikan (İngiltere Kilisesi mensubu. (Ç.N.))
rakibi Mr. Robinson'u düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla
merhametli davrandığı görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz
olması, Mr. Robinson için yakılacak bir cehennem ateşine
bağlıdır. Bu şekilde hem insanın evrensel önemi korunmuş, hem
de dost ve düşman arasındaki yaşamsal farklılık evrensel
merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkmamış olur. Mr. Robinson
da aynı kanıdadır; ancak roller değişmiş olarak. Sonuçta
herkes mutludur.
Korpenik'ten
önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü savunmak için
felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya çevresinde
döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan, çevresindeki
bütün hayvanlara hükmetmekteydi. Ancak dünya merkezi konumunu
yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi. Bunun üzerine,
bilimin "kabalığını" düzeltecek bir metafiziğe gerek
duyuldu. Bu görev de "idealist" denilen kişilerce yerine
getirildi. Onlara göre maddesel dünya gerçek olmayan bir
görünümden ibarettir; gerçek olan ise Akıl veya Ruh'tur; o,
filozofun akıl ve ruhundan üstündür; tıpkı filozofun sıradan
insandan üstün olduğu gibi. "İnsanın evi gibisi yoktur"
deyiminin tersine, bu düşünürler bize her yerin kendi evimiz gibi
olduğu güvencesi verirler. En iyi olan her şeyimizde, yani söz
konusu filozofla paylaştığımız her şeyde, evrenle uyum
içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki Prusya Devleti'ne
benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz ardılları da evreni
daha çok iki meclisli plütokratik bir demokrasiye benzetirler. Bu
görüşler için öne sürülen gerekçelerde, bunların insancıl
özlemlerle olan bağıntısı, o görüşün sahiplerinden bile
gizlenecek biçimde kamufle edilmiştir: bu gerekçeler
görünüşte
mantık ve önermelerin tartışılması gibi kuru kaynaklardan
çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda yanlışlar
yapılmış olması, özlemlerin etkisini açığa vurmaktadır. Bir
aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış yapması,
aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi, bir
kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar
yapması, özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha
olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan
kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaptıkları
yanlışlardan anlaşılabilir.
Çok
kişi insanların icat ettiği sistemlerin, gerçek olmasalar bile
zararsız ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara dokunulmaması
gerektiğini savunur. Ancak onlar gerçekte zararsız değildirler ve
insanları önlenebilecek acılara katlanmaya yönelttikleri için
getirdikleri rahatlık çok pahalıya malolmaktadır. Yaşamdaki
kötülükler kısmen doğal nedenlerden, kısmen de insanların
birbirlerine olan düşmanlığından kaynaklanmaktadır.
Eskiden
rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak için gerekliydi; bu
yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Şimdi
bilim sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine
göre, insanlar birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı
fethetmeye adarlarsa herkes daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir
dost, bazen de başka insanlarla kavgalarımızda bir müttefik
olarak takdim edilmesi, insanın dünyadaki gerçek konumunu
belirsizleştirmekte ve insanoğlunun kalıcı mutluluğunu
sağlayacak yegane savaşım olan bilimsel güç arayışına giden
çabaları saptırmaktadır. Bütün bu faydacı gerekçeler yanında
gerçekdışı inançlara dayalı bir mutluluk arayışının yüce
ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki gerçek konumumuzu korkusuzca
algılamakta tam bir mutluluk, ve mit duvarları arkasına
saklananların görebileceklerinden çok daha canlı bir dram
vardır.
Düşünce
dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye hazır
olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır.
Bütün bunlardan daha önemli olarak da gün ışığını karartan,
insanları kavgacı ve acımasız yapan Korku'nun zulmünden kurtuluş
vardır. Dünyadaki konumunu olduğu gibi görme yürekliliği
göstermeyen hiç kimse bu korkudan kurtulamaz; kendisine, kendi
küçüklüğünü görme olanağı vermeyen hiç kimse muktedir
olduğu yüceliğe erişemez.
Bertrand RUSSELL