DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DÜNYA EDEBİYATI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

...O günden beri sanırım sevmenin ne olduğunu da öğrendim: atılganca kendi duyguları üstüne "abartmalı" iddialara girmek değil, karşıdakine özenle davranmak, onun arzularına ve ritmine saygı göstermek; hiçbir şey istememek, verileni kabul etmeyi öğrenmek; her armağanı yaşamın bir sürprizi olarak kabul etmek; aynı armağanı ve aynı sürprizi iddiasızca, hiçbir zorlamaya başvurmadan, karşıdakine de yapabilmek. Özetle, yalın özgürlük! Cézanne neden Sainte-Victoire dağının her anının ayrı resmini yapmıştı? Her anın ışığı ayrı bir armağandır da ondan.

Demek ki yaşam, tüm dramlarına karşın, hala güzel olabilirmiş. Altmış yedi yaşındayım; kendim için sevilmediğimden gençlik tanımamış olan ben, şimdi kendimi hiç olmadığım kadar genç hissediyorum. Bu iş yakında bitecek olsa da.


Evet, bazan gelecek uzun sürüyor.

l'avenir dure longtemps




Louis ALTHUSSER

Çeviri - İsmet BİRKAN 
Can Yayınları, İstanbul - 1998






Sevenler büyük insanlardır.
Sevgi, iyi ya da kötü yönde olmak üzere, sevenleri ve sevilenleri değiştirir. Daha dışarıdan bakıldığında, sevenler yüksek bir düzenin üreticileri olarak görünürler. Tutkuludurlar ve engel tanımazlar; yumuşak başlıdırlar; ama zayıf değildirler. Her zaman ne gibi sevecen davranışlarda bulunabileceklerini araştırırlar -ve bunu yalnız sevdikleri için değil, herkes için yaparlar- Sevgileri için sürekli olarak yapıcıdırlar; sanki bir gün gelip de tarihini yazacakmışcasına, o sevgiyi tarihsel kılarlar. Sevenler için hiç yanlış yapmamakla tek bir yanlış yapmak arasındaki fark çok büyüktür; oysa dünya böyle bir fark üzerinde rahatlıkla durmayabilir. Sevgilerini olağanüstü kıldıklarında, teşekkür edecekleri yalnızca kendileridir; başarısızlığa uğradıklarında ise, nasıl halkın yöneticileri, halkın kusurlarını ileri sürerek kendilerini aklayamazlarsa, sevenler de sevdiklerinin kusurlarıyla kendilerini aklayamazlar. Sevenlerin üstlendikleri görevler, kendilerine karşı görevlerdir; bu görevlerin yüklediği borçları yerine getirmek için gösterdikleri titizliği kimse gösteremez. Sevenlerin başkalarının ciddiye almadığı pek çok şeyi, en küçük dokunmaları ve en algılanamaz gibi görünen sesleri bile ciddiye almaları, gerek sevginin gerekse başka büyük üretimlerin özünden ileri gelir. Sevenler arasından en iyileri, sevgileri ile başka üretimler arasında tam bir uyum sağlamayı başarırlar; o zaman sevecenlikleri genel bir nitelik kazanır; yaratıcı yetenekleri çoğunluğa yarar sağlar ve bu türden sevenler, üretici olan ne varsa desteklerler.



Bertolt BRECHT





Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.

Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım yere.

Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde.
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.

Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme;
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde; demir, dümen ne varsa tarumar.

O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine,
İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığım yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.

Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.

Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir âyinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperip uzaklaşan dalgalar, sıra sıra.

Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı;
Görülmedik usareler geçer döne döne.

Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni;
Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.

Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.

Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.

Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları boz, bulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer,
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.

Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgârı.

Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
Deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım diz çökmüş bir kadın gibi.

Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
Akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularla sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.

Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik meduzaları.

Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır  dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.

Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın.

Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarla altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.

Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başında çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk.
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.

Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkûm gemilerinin sularında yüzemem.
Arthur RIMBAUD

Çeviri: Sabahattin EYUBOĞLU







İşte yine yaptım
Her on yılda bir
Böyle bir tane beceririm
Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağım
Tüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.
Çözün kundağı
Ah, sevgili düşmanım.
Korkutuyor muyum? -
Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi?
Acı nefesi
Ertesi gün yok olacak.
Yakında, çok yakında
Vahim bir öldür gücü
Evimde, etimde olacak
Ve ben işte gülümseyen bir kadın.
Daha sadece otuzunda.
Ve kedi gibi dokuz canlıyım.
Bu Üçüncü Sefer.
Ne lüzumsuzluk
On yılda bir imha.
Bu ne çok iplik.
Çekirdek yiyen kalabalık
İtişir içeri görmek için
Ellerimi ayaklarımı çözmelerini -
Muhteşem soyunmalar.
Baylar, bayanlar
Bunlar ellerim benim,
Bunlar dizlerim.
Bir deri bir kemik olabilirim, fark etmez,
Ben de onlardandım, tek tip kadın işte
İlk seferinde on yaşındaydım.
Kazaydı.
İkinci seferinde istedim
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi.
Üst üstüme kapaklandım.
Tıpkı bir midye gibi.
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan
Solucanları
Ölmek
Bir sanattır, her şey gibi.
Özellikle iyi yaparım.
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi
Güneşli bir günde geri gel
Aynı yere, aynı yüze, zalim
Eğlenen çığrışlara:
'Mucize!'
İşte bu yere yıkar beni.
Ama bir bedeli var.
Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var.
Kalbimi dinlemenin ----
Hakikaten çalışıyor.
Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var.
Bir sözün, veya bir dokunuşun.
Ya da biraz kanımı akıtmanın.
Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın.
Eee, Herr Doktor.
Eee, Herr Düşman.
Sizin eserinizim ben,
Paha biçilmez,
Altın topu bebeğinizim
Bir çığlığa eriyen
Dönüyorum ve yanıyorum.
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın.
Kül, kül -
Külü eşele bak.
Etten kemikten eser yok----
Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.
Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.

Sylvia PLATH
Çeviren : Enis AKIN





Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünümüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile, bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. İşte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahtın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzulayacağı gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.

Şüphesiz, aşk denilen olgunun bütünüyle öznel yapısını ve aşkın fazladan bir kişi, bu dünyada aynı ismi taşıyan kişiden ayrı, özelliklerinin çoğunu bizden almış bir kişi yaratmak anlamına geldiğini çok az insan kavramıştır. Yine pek az insan, kendilerinin gördüğü varlıkla aynı olmayan bir varlığın bizim için zamanla dev boyutlara ulaşmasını doğal kabul edebilir. 

Aşk başladığında, sevdiğimiz kişinin gözünde, sevebileceği yabancı olarak kalmak isteriz; ama ona ihtiyaç duyarız; bedeninden çok dikkatine, kalbine dokunma ihtiyacı hissederiz. İlgisiz kadını bizden bir ricada bulunmak zorunda bırakacak bir fesatlık sıkıştırırız bir mektubumuza; aşk, yanılmaz bir teknikle, nöbetleşe olarak sevmemenin de, sevilmenin de artık mümkün olmadığı çarkı bizim için çalıştırır. 
Ne var ki, genellikle felaketlerin sebebini gözlerden gizleyen muamma, aşk söz konusu olduğunda, aynı şekilde, ani birtakım mutlu çözümleri de kuşatır. Mutlu ya da en azından öyle görünen çözümlerdir bunlar; çünkü isteklerinin yerine getirilmesi çoğunlukla acının yerinin değişmesinden başka işe yaramayan türden bir duygu söz konusu olduğu zaman, gerçekten mutlu olan bir çözüm yoktur denebilir. Bununla birlikte, bazen bir mola verilir ve insan bir süre iyileştiği yanılgısına kapılır.

Mutluluk aşkta anormal bir durumdur; görünürde çok basit, her an ortaya çıkabilecek bir aksaklığa bu aksaklığın kendi başına içermediği bir ağırlık yükleyiverir. O büyük mutluluğun nedeni, kalpte değişken, durmadan tutmaya çalıştığımız, yer değiştirmediğinde neredeyse fark edilmez olan bir şeyin varlığıdır. Aslında aşkta sevincin etkisiz hale getirdiği, gizli bir güce indirgediği, ertelediği; ama -istediğimizi elde etmesek, uzun süredir zaten olacağı gibi- her an çekilmez olabilecek, daimi bir ıstırap mevcuttur.

Marcel Proust 




....

Sevdiğimiz kişiyi bir daha görmek istemediğimizi söylerken tam anlamıyla samimi değilizdir; ama görmek istediğimizi söylesek de daha samimi olmayız. Hiç şüphesiz, ayrılığa, kısa olacağını umarak, kavuşacağımız günü düşünerek katlanabiliriz ancak; öte yandan, çok yakındaki, sürekli ertelenen bir birleşmeyi her gün hayal etmenin kıskançlığa yol açabilecek bir görüşmeden daha az sancılı olduğunu da sezeriz; öyle ki, sevdiğimiz kişiyi göreceğimiz haberi bizde pek hoş olmayan bir sarsıntı yaratır. Artık günden güne geciktirdiğimiz şey, ayrılığın sebep olduğu dayanılmaz iç daralmasının sona ermesi değil, çıkışı olmayan heyecanların korkulan tekrarıdır. Gerçekte bizi sevmeyen kişinin, tek başımızayken, aksine bize ilanı aşk ettiği, hayallerle keyfimizce tamamladığımız tatlı hatıraları, gerçek bir görüşmeye kat kat tercih ederiz. Azar azar, arzularımızın birçoğunu içine katarak istediğimiz kadar tatlı kılabileceğimiz bu hatıraları artık keyfimizin istediği kelimelerle konuşturamayacağımız, yeni soğukluklarına, beklenmedik şiddetlerine maruz kalacağımız bir varlıkla yüz yüze geleceğimiz, geciktirilmiş görüşmeye bin kat tercih ederiz. Hepimiz, artık sevmediğimiz zaman, biliriz ki, unutmak, hatta bulanık hatıralar bile, mutsuz aşk kadar ıstırap vermez.

Marcel Proust & Kıskançlık
Kısmi Alıntıdır.




“Kendinizi başkasına anlatmayın.. Sizi sevenin buna ihtiyacı yoktur. Sevmeyen de inanmayacaktır zaten… Onun hayatında bir seçeneksen, Onun senin bir önceliğin olmasına izin verme. İlişkiler en iyi dengeli olduğunda yürür… Uyandığında iki seçeneğin var… Tekrar uyuyup bir rüya görmek, ya da uyanıp rüyanın peşinde koşmak… Bize değer verenleri ağlatır, vermeyenler için ağlarız… Bizim için hiç ağlamayacaklara değer veririz… Garip ama gerçek… Bir kez bunu anlasak değişmek için hiçbir şey geç değil… Mutluyken söz, üzgünsen cevap, öfkeliysen karar verme… Zaman nehir gibidir… Aynı suda iki kez yıkanılmaz… An’ı yaşa, geçen su bir daha gelmez… Hep meşgulsen, hiç müsait olamazsın… Hep zamanının olmadığnı söylersen, hiç zamanın olamaz… Hep “yarın yapacağım” dersen, yarın hiç gelmez…“

HERAKLEİTOS






Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırk beşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniye tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içinden bir elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi, eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı, bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü, gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı, bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın, bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır  işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek aynı lavabonun başında dururlar, arada itişir, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi, sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederlerken, araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş,” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken, fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu, ayakta durur, sigarasını içerek ona bakardı, her seferinde de hiçbir şey yapamadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağıya indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren ‘on bir’ numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı, sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hala karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.

Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu, ocağı yakar, pişmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri, yemekten önceki bir iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkanlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.

Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu, çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket yüklü tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için akşam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.

Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu, dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda, zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı, çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.

Masa hazırlandıktan, her şey, bir daha kalkılmayacak biçimde yerine koyulduktan sonra, ikisini de, bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği, kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.

Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.

Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendisinin yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi, Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.


Italo CALVİNO







Bir ben biliyorum

yorgun gözlerinin altındaki halkaların
ebem kuşağı olduğunu ve
istediğinde yedi renk bakabileceğini.



Lou Salomé








Yaşamın bazı anları, inancımıza ve iyi niyetimize güç veren ve çoğu zaman beklenmedik, kendiliğinden gelen bir hediyedir.

Yaratıcının işi bedava değildir; yaratıcılığın şartı olan çile de bedava değildir; mutsuzluğu da bedavaya vermezler. Yazarlık işi, niteliği ne olursa olsun, yüreği, sinirleri ve aklı, sıradan yaşam algısından daha kavurucu ısıda tutmayı gerektirir. Pazarlık yoktur; "değer mi" diye de sorulmaz. İnsan, başkalarının "misyon" adını verdikleri, hoş simgelerle etiketledikleri saplantılarıyla pazarlık yapamaz. "Mutlu" insan yaratamaz; mutlu insan sadece mutludur, o kadar.

Çeviri özel bir ustalıktır ve iki sanatçı ister: Çevirmen her zaman yitik bir yazardır; tıpkı fotoğrafçının kayıp bir ressam oluşu gibi.

Zaman büyük bir duyarsızlaştırıcıdır; bazen yaralar tümüyle iyileşmiş gibi görünür ama çok sonraları, 15-20 yıl sonra şaşırtıcı biçimde "nedensiz yere" kanar ve katlanılmaz derecede ağrır; sonra yine uyuşur.

İnsan bir kere loş ışıkta yaşamaya alışınca, sis bir gün dağılsa da aydınlık çok işe yaramaz artık. İnsan niçin bir gün bir "neden" olmadan çekip gider; iyi, güvenli aileden, bu sıcak yuvadan, vıcık vıcık ve tatlı gizemden, ana rahminden başlayan ve sonra da sadık kalanları koruyan ve gizleyen aidiyet duygusundan ayrılır? Aileden başlayarak, "sınıfa", devlete doğru genişleyen bu diğer daha büyük ailede kalmak varken..

Güçlü bağlarımız olan insanları, ölümlerinde tam olarak anlarız.

İnsanın ölümcül bir doğallıkla üzerine çöken hem maddi hem manevi bir yazgısı vardır.

Ne saf, ne eşsiz, ne yeri doldurulamaz bir anıdır iki erkek arasındaki ilk arkadaşlık! Sonraları insanlardan bu çocukluk arkadaşlığından aldığım tadı asla almadım; başka bir dostum daha olmadı hayatımda. Aile içinde ilişkileri körükleyen; kıskançlık, ihtiras ve çıkarlardır; aşkın acı tatlı, marazi, gerçekdışı ve ateşli harareti de iki erkek arasındaki ilk arkadaşlığın huzurlu, çıkar ve amaç gözetmeyen iyi niyetinin tadını karşılayamaz. Hiçbiri hiçbir şey beklemez; sadakat bile.

Bir kültürün ruhunun sınır bölgesi, zaman ve ülke sınırlarının üzerinde yayılır.

Kendinden geçercesine yaşanan tutkuların, o dizginlenmeyen ruh halinin bedeli vardır; bu bedel tutkularımız için feda ettiğimiz saygınlığımızdır. Bir insanın kendisini sınıf dayanışmasının bağlarından koparmaya ve mutluluğun bedelini ödemeye cesaret göstermesi karmaşık bir sorumluluktur.

"Hiçlikten kendi suretini yaratmak" buydu işte: Kusurlu da olsa yalnızca kendisine ait, önünde ve ardında başka hiç kimsenin onun yerine yapamayacağı bir şeyi. Dehşetli bir duygu bu. İnsan bir kez bu duyguyla tanışırsa yaşamı adına kayıptır; her şeyini kaybeder ve ne yapacağını bilemez.

Gülüşü bizi bir an aydınlatan bir insan hakkında ne bilebiliriz? "Tanıma", karmaşık ve tehlikeli bir girişimdir ve sonuçları da çoğu zaman ilkeldir.

İnsanların genellikle içinde taşıdığı bir yarası vardır; bir gün buna dayanamaz olur. O zaman içmeye başlar.

Hiçbir zaman esinlenme anlarında ölümsüz cümlelerini "bulan" yazarları anlayamamışımdır; iş bizi bulur, biz işi değil! Ve yapabileceğimizin en fazlası, onun önünden kaçmamaktır.

Yaşamda, edebiyatta olduğu gibi, çok önemli açıklama, insanı tümüyle anlatan söz ya da düşünce çoğu kez oldukça basittir.

Babanın ölümü her zaman büyük bir patlamadır; aile infilak eder ve herkes bir anda kendi yoluna gider.

Sandor MARAİ





Uyandı, gözlerini açtı. Oda ona pek bir şey ifade etmedi; içinden yeni çıktığı o var olmama durumunun derin etkisinden tam sıyrılamamıştı henüz. Zaman ve mekan içindeki yerini saptayacak enerji bir yana, bunu yapacak istekten de yoksundu. Bir yerdeydi.. Uçsuz bucaksız yerlerden geçerek yokluktan yeni gelmişti oraya; bilincinin çekirdeğinde sonsuz bir hüzün vardı ama o hüzün güven verici bir şeydi; çünkü ona tanıdık gelen tek duygu buydu. Başka bir avuntuya gerek duymuyordu. Salt bir rahatlık, salt bir gevşeme durumunda, bir süre kıpırdamaksızın yattı, sonra da uzun derin uykuların sonrasında gelen o hafif, kısa süreli uykulardan birine doğru kaydı. Birden gözlerini tekrar açıp kolundaki saate baktı. Bu aslında istemdışı bir davranıştı; çünkü saatin kaç olduğunu görmek sadece kafasını karıştırmıştı. Doğrulup oturdu, çevresine baktı, elini alnına götürdü, derin derin içini çekerek kendini yeniden yatağa attı ama artık uyanmıştı. Birkaç saniye içinde nerede olduğunu ayrımsadı, zamanın akşama doğru olduğunu ve öğle yemeğinden beri uyuduğunu fark etti. Bitişik odada karısının yumuşak terlikleriyle dümdüz kara taşlı zeminde gezindiğini duydu, bu ses de rahatlattı onu.. Çünkü artık bilinci yeni bir düzeye varmış, yalnızca sağ olduğunu bilmek ona yetmemeye başlamıştı. Bu daracık, kirişli, yüksek tavanlı odayı, duvarlara delikli kalıpla rastgele renklerde kopya edilmiş koca koca sıkıcı desenleri, kırmızı ve turuncu camlı pencereleri kabullenmek ne kadar zordu! Esnedi; oda çok havasızdı. Az sonra yüksek yataktan inecek, pencereyi açacak, o anda rüyasını da anımsayacaktı. Çünkü hiçbir ayrıntısını anımsamasa da rüya görmüş olduğunu biliyordu. Pencerenin dışında hava olacaktı.. Damlar, kent ve deniz olacaktı. O durup seyrederken, akşam rüzgarı yüzünü serinletecek, aynı anda rüya da belirginleşecekti. Şimdilik ancak öyle yatabiliyor, ağır ağır soluk alıp veriyor, yeniden uyumaya hemen hemen hazır durumunu koruyordu.. Bu havasız odada adeta felç olmuş gibiydi.. Ortalığın kararmasını bekliyor değildi ama kararana kadar yerinden kıpırdamayacaktı.

Paul BOWLES





Dokunabilir ve sessiz olmalı şiir
Yuvarlak bir meyve gibi,

Başparmağa bir şey söylemeyen
Eski madalyonlar gibi dilsiz,

Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun -

Kuşların uçuşu gibi
Sözsüz olmalı şiir.

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi,

Geceye takılan ağaçları dal dal
Özgür bırakır ya ay,

Kış yapraklarının gerisinde
Anı anı bellekte kalır ya -

Zamanda kımıltısız olmalı şiir
Ayın tırmanışı gibi.

Gerçeğe eşit olmalı şiir:
Gerçeğin kendisi değil.

Acının bütün tarihi çünkü
Boş bir eşik, bir akçaağaç yaprağı.

Çünkü aşk
Yan yana yatmış otlar ve denizin üstünde iki ışık -

Bir şey anlatmamalı şiir
Olmalı.


Archibald MACLEISH
Çeviren : Cevat ÇAPAN






Bir kapı kaç kez çarpar ? Ne kadar sert kapattığına bakar.
Bir ekmekte kaç dilim var ? Ne kadar ince kestiğine bakar.
Bir günün içinde ne kadar iyi var ? Ne kadar iyi yaşadığına bakar.
Bir dostun içinde ne kadar iyilik var ? Ne kadar verdiğine bakar.

Shel Silverstein






Bir ağaç bir ormanın başlangıcı olabilir.
Bir kuş, baharın müjdecisi olabilir.
Bir gülümseme bir dostluğu başlatabilir.
Bir tokalaşma moralinizi yükseltebilir
Bir yıldız, denizde bir gemiye yön gösterebilir.
Bir tek kelime, büyük bir ideali anlatabilir.
Bir huzme güneş ışığı, bir odayı aydınlatabilir.
Bir mum , karanlığı yırtabilir.
Bir gülüş, hüznü fethedebilir.
Bir adım, uzun bir yolculuğu başlatabilir.
Bir dua, bir kelimeyle başlar.
Bir umut ışığı ruhumuzu besleyebilir.
Bir dokunuş, ne kadar önemsendiğinizi hissettirebilir.
Bir ses, bilgelikle konuşabilir.
Bir yürek, gerçek olanı anlayabilir.
Bir yaşam çok şeyi değiştirebilir.
Görüyorsun ya. 
Her şey sana bağlı!. 
Ne kadar önemli olduğunuzu asla unutmayın.

MARGO DANIEL





Adamın biri küçük bir kasabada yaşar, ama hep başka yerleri görme ve gördüğü yerleri başka insanlara anlatma arzusundadır.Nihayet bir gün yola koyulur ve yaşadığı ülkenin başkentine gelir. Bir hana girer ve odasına çıkar, akşam olur mumlar yanar ve adam mum ışığında hanın tam karşısındaki evde çok güzel bir kız olduğunu farkeder. Ancak adamın güzel kızla konuşmaya, onun yanına gitmeye cesareti yoktur. Bir de bakar ki gölgesi mumun ışığında uzamış ve karşı evin penceresinden içeri akmış.

Gölgesine yalvarmaya başlar "Ne olur git o kıza iyice bak ve bana endamını anlat başka birşey istemem" Gölge bu teklife direnir, bir gölge, gölgesi olduğu kişiyi terketmez diye. Ancak adam o kadar yalvarır ki gölge mecbur olur ve adamdan kopar karşı eve girer. Sabah olur gölge gelmez. Adam, akşama kadar gölgesini bekler ama gölgesi onu terk etmiştir.

Adam gölgesini bırakır ve yola devam eder. Çok ülkeler gezer, gördüklerini başka insanlara anlatır ama diğer insanlar onun anlattıklarını hiç ilginç bulmaz. Adam bir türlü istediği ilgiyi ve sevgiyi görmez. Gel zaman git zaman ülkesine geri dönmeye karar verir. Gölgesini bıraktığı kente gelir ki etrafta bir şenlik havası. Ne olduğunu sorar, ülkenin prensesinin evleneceğini söylerler. Düğünü beklemeye karar verir ve ertesi gün prensesin yanında damat olarak gölgesini gördüğünde duruma el koymaya karar verir.

Prensesin yanına güç bela ulaşır ve düğünün durdurulmasını prensesle evlenenin gerçek bir insan olmadığını kendi gölgesi olduğunu söyler. Bunun üzerine gölge, gölgesi olmayan bir adama güvenilmeyeceğini prensese belirtir. Prenses, kısa bir tartışmadan sonra kararını verir : Adamı idam eder ve gölgeyle evlenir.

Ursula K.LeGuin masalı izah ederken şöyle yazmış, mealen. Gölge bizim çirkin, karanlık taraflarımızı simgeliyor. İnsan kendi gölgesiyle yürümesini bilmeli, kendi çirkin , kötü taraflarını görebilmeli. Kimse pür iyi olamaz,bu nedenle de kimse kendini inkar etmemeli.

Ursula K. Leguin'in bir kitabında Andersen'in bir masalından özetle






Güneşin olsun gönlünde
Kar bile yağsa, ya da fırtına olsa
Gök bulutlarla ve dünya kavgayla dolsa..
Güneşin olsun gönlünde
O zaman gelsin ne gelirse
Doldurur ışıklarla en karanlık gününü..
Bir şarkın olsun dudaklarında
Sevinçli ezgilerle
Seni günlük tasalar bunalıma boğsa bile..
Bir şarkın olsun dudaklarında
O zaman gelsin ne gelirse
Yardım eder savuşturmaya en yalnız gününü..
Başkaları için de bir diyeceğin olsun
Tasada ve bunalımda
Ve kendi ruhunu şenlendirecek her şeyi
Söyle onlara da, bir şarkın olsun dudaklarında
Yitirme sakın yüreğini..
Güneşin olsun gönlünde
Ve her şey iyi olacak...

Casar FLAİSCHLEN 








Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey.

J.D Salinger - The Catcher in The Rye / Çavdar Tarlasında Çocuklar



''Kendi kendine yalan söyleyip, söylediği yalana inanan kimse sonunda işi, kendi içindeki, çevresindeki gerçekleri tanımamaya, bunun sonucu olarak da kendisine ve çevresindekilere saygı duymamaya dek vardırır. Kendi kendine saygısını yitirince içinde sevgi diye bir şey de kalmaz insanın. İçinde sevgi olmayınca oyalanmak, eğlenmek için kötü tutkulara, iğrenç şehvete bırakır kendisini, hayvanca yaşamaya başlar.bütün bunların tek nedeni insanın, çevresindekilere ve kendi kendine yalan söylemesidir. Kendine yalan söyleyen kimse herkesten çabuk da gücenebilir. Gel gelelim, gücenmek bazen hoş bir şeydir, ne dersiniz? Onu hiç kimsenin incitmediğini, hakaret etmediğini bile bile, hiç yoktan bir hakaret yaratmak, iş olsun diye kendi kendine yalan söylemek, olayları büyütmek, bir sözcüğü diline dolamak, pireyi deve yapmak bazen insana zevk verir. Bunun böyle olduğunu bilir, bilir ya gene de önce kendisi gücenir, sonra da yürekten kin beslemeye başlar kendine hakaret eden insana...''


Dostoyevski - Karamazov Kardeşler


Dedin, "Bir başka ülkeye, bir başka denize gideceğim.
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Yazgıdır yakama yapışır neye kalkışsam;
ve yüreğim gömülü bir ceset sanki.
Aklım daha nice kalacak bu ülkede.
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam
hayatımın kara yıkıntıları çıkıyor karşıma,
yıllarımı kıydığım boşa harcadığım."
Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler
bulamayacaksın.
Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda
dolaşacaksın. Aynı mahallede yaşayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma --
Bir gemi yok, bir yol yok sana.
Değil mi ki hayatını kıydın burada.
bu küçük köşede, ona kıydın demektir bütün dünyada.

Konstantinos KAVAFİS





Hiç kimse sonuna kadar yaşamaz,
kardeş ve hiç bir şey de ebedî olarak sürmez. Bunu aklında tut ve eğlen, neş'elen.
Hayatımız ağır bir yük değildir, yolumuz da uzun bir yol_culuk hiç değil.
Tek bir şair, yıllanmış bir türküyü söylemeğe borçlu olamaz.
Çiçek solar ve ölür; fakat çiçeği takan, ebediyen yas tutmıya mecbur değildir.
Bunu aklında tut ve neş'elen, kardeş.
Musikide (Kemal) i dokumak, yaratmak için tam bir vakfe olmalıdır.
Hayat, altın gölgelerinde boğulmak için, grubuna doğru iğilir.
Kederini içmek ve gözyaşları semasına götürmek için, sev_giyi oyunundan çağırmalı.
Bunu aklında tut ve neş'elen, kardeş.
Geçici rüzgârların yağmasına uğramasınlar diye, çiçekleri_mizi toplamak için acele ediyorum.
Gecikirsek, uçup gidecek olan öpücükleri yakalayabilmek kanımızı coşturuyor, hızlandırıyor, ve gözlerimizi revnaklandırıyor.
Hayatımız coşkun, arzularımız keskindir, zira zaman ay_rılış çanını çalıyor.
Bunu aklında tut ve neş'elen, kardeş.

Sir Rabindranath Tagore