EDEBİYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EDEBİYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Yüreğinizi yazıya dökün.

Asla konunuzdan ve konunuza karşı olan tutkunuzdan utanç duymayın.
"Yasaklanmış" tutkularınız, büyük olasılıkla yazmanız için sizi tetikleyecek. Tıpkı uzun zaman
önce ölmüş babasına karşı yaşamı boyunca öfke duymuş olan Amerikalı büyük oyun
yazarımız Eugene O'Neill, yaşamı boyunca annesine karşı öfke içinde olan Amerikalı büyük
nesir ustamız Ernest Hemingway, yaşamları boyunca kendini öldürmenin coşkunluğuyla
akıllarını çelen baştan çıkarıcı Ölüm Meleği'yle mücadele veren Sylvia Plath ve Anne Sexton
gibi. Dostoyevski'de şiddetli bir kendini yaralama ve Flannery O'Corınor'da "inanmayanlar'ın
sadistçe cezalandırılmaları içgüdüsü. Edgar Allan Poe'daki delirme ve geriye döndürülmez,
ağza alınmaz bir suç işleme korkusu bir ihtiyarı ya da bir eşi öldürme, birisinin "çok sevilen"
kedisinin gözlerini çıkarma. Saklı kalmış benliğinizle ya da benliklerinizle mücadeleniz
sanatınıza yol verir; bu hisler, yazmanızı yönlendiren ve başkalarına belirli bir uzaklıktan
"çalışmak" olarak görünecek saatleri, günleri, haftaları, ayları ve yılları olanaklı kılan ateştir.
Zar zor anlaşılan bu dürtüler olmasa, görünüşte daha mutlu bir insan ve toplumunuzun daha
ilgili bir yurttaşı olabilirsiniz fakat muhtemelen esaslı bir şeyler yaratmazsınız.
Daha yaşlı bir yazar, yeni bir yazara ne tür bir öneri vermeye cesaret eder? Ancak yıllar önce
kendisine söylenmiş olmasını isteyebileceği şeyi: Cesaretiniz kırılmasın! Etrafınıza yan yan
bakışlar atmayın ve kendinizi akranlarınız arasındaki başkalarıyla kıyaslamayın! (Yazmak bir
yarış değildir. Aslında "kazanan" kimse olmaz. Tatmin, çabada ve nadiren neticede gelen
ödüllerdedir.) Ve yine; yüreğinizi yazıya dökün.
Farklı şeyleri ve gerekçelendirme yapmadan okuyun. Okumak istediğinizi okuyun,
başkalarının size okumanız gerektiğini söylediği şeyi değil (Hamlet'in dediği gibi,
"'meli,malı'nın ne demek olduğunu bilmiyorum"). Sevdiğiniz bir yazara dalın ve onun ilk
yapıtları da dahil olmak üzere yazdığı her şeyi okuyun. Özellikle de ilk yapıtlarını. Büyük bir
yazar, büyük, hatta iyi olmadan önce, belki de tıpkı senin gibi bir yol arıyor, el yordamıyla bir
ses edinmeye çalışıyordu.
Özellikle kendi kuşağınız için değilse de, kendi zamanınız için yazın. "Gelecek nesil" için
yazamazsınız öyle bir şey yok. Mazi olmuş bir dünya için yazamazsınız. Bilinçsizce var
olmayan bir okuyucuya sesleniyor olabilirsiniz; memnun olmayacak birini ve memnun
etmeye değmeyen birini memnun etmeye uğraşıyor olabilirsiniz.
(Fakat kendinizi "yüreğinizi yazıya dökmek" konusunda yetersiz hissederseniz ürkek,
utangaç, başkalarının hislerini incitmekten ya da yaralamaktan korkmuş gibi, makul bir
çözüm bulmayı ve takma isimle yazmayı isteyebilirsiniz. "Kalem adı"nda mükemmel bir
biçimde özgürleştiren, hatta çocuksu bir şey var: yazı yazdığınız ve size ekli olmayan bir
araca verilen hayali bir isim Koşullarınız değişirse, yazan kimliğinize her zaman sahip
çıkabilirsiniz. Her zaman yazan kimliğinizi terk edebilir ve bir yenisini yaratabilirsiniz. Erken
yayımlanmak, şüpheli bir lütuf olabilir: hepimiz ilk kitaplarını yayımlatmamış olmak için her
şeyi verebilecek ve var olan tüm kopyaları satın almak için dolanan yazarlar tanırız. Çok geç!)
(Pek tabii ki, öğretmeyi, dersleri, okumaları içeren profesyonel bir yaşam istiyorsanız toplum
içinde bilinecek bir isim kullanmak durumunda kalacaksınız. Fakat yalnızca bir isim.)
Dünyanın size adil davranmasını beklemeyin. Hatta merhametlice davranmasını bile
beklemeyin.
Hayat, tepe üstü yaşanır; tıpkı lunapark treninde yol almak gibi: "sanat" soğukkanlı bir
biçimde seçicidir ve yalnızca geçmişe bakılarak yaratılabilir. Fakat hayatı, onun hakkında
yazmak için yaşamayın çünkü böyle yaşanan bir "hayat" yapay ve anlamsız olacaktır.
Büsbütün alternatif bir yaşam keşfetmek daha iyi. Çok daha iy



Çoğumuz, hayatımızın akışı içinde pek çok kez sanat yapıtlarına aşık oluruz. Kendinizi bir
başkasının yapıtına hayranlık duymaktan, hatta tapmaktan alıkoymayın. (Degas Manet'ye
nasıl tapardı! Melville Hawthorne'a nasıl aşıktı! Ve Whitman genç, tutkulu ve coşkuyla dolup
taşmış kaç şaire baba olmuştu!) Heyecan verici, dikkat çekici, rahatsızlık verici bir ses ya da
düşünce bulursanız, kendinizi ona verin. Ondan öğrenecekleriniz olacaktır. Hayatım boyunca
Lewis Carroll, Emily Bronte, Kafka, Poe, Melville, Emily Dickinson, William Faulkner,
Charlotte Bronte, Dostoyevski gibi çok farklı yazarlara aşık oldum (ve hiçbir zaman da aşık
olmaktan tam olarak vazgeçmedim). Bir süre önce, Mark Twain'in Huckleberry Finn’ini
okurken, romanın tüm bölümlerini ezberlemiş olduğumu fark ettim. James T. Farrell'in şimdi
adeta okunmamış gibi olan Studs Lonigan adlı üçlü yapıtını yeniden okurken, tüm bölümleri
ezberlemiş olduğumu fark ettim. Emily Dickinson'ın, büyük olasılıkla kendisinden bile daha
ayrıntılı bildiğim şiirleri var; bu şiirler belleğime öyle bir biçimde kazınmışlar ki, onunkinde
böylesine yer edemezlerdi. William Butler Yeats'in, Walt Whitman'ın, Robert Frost'un, D.H.
Lawrence'ın, ilk keşfedişimin üzerinden yıllar geçtikten sonra bile içimi hala heyecanla
titreten şiirleri var.
Bir idealist olmaktan, romantik ve "arzulu" olmaktan utanç duymayın. İlginize karşılık
vermeyecek insanları arzularsanız, arzunuzun muhtemelen onlara dair en değerli şey
olduğunu bilmelisiniz. Karşılıksız olduğu sürece.
Klasikler hakkında çabucak peşin hüküm vermeyin. Çağdaş eserler hakkında da. Okumak için
zaman zaman beğeninize ya da beğeniniz olduğuna inandığınız şeye aykırı kitaplar seçin. Bu,
erkek dünyasıdır; duyarlılığı feminizmle ateşlenen bir kadın, burada can sıkıcı ve rahatsız
edici pek çok şey bulur, fakat gözlerini dikip içeriye bakan bir yabancı olmanın ne anlama
geldiğini bilmekte öğrenecek ve esinlenecek çok şey vardır. Yirmi birinci yüzyılın bakış
açısıyla okunan ve biri kendi dehası içinde ilkel, diğeriyse cesaret kırıcı bir biçimde "modern"
olan Homeros'un Odysseia'sı ve Ovidius'un Metamorfoz’u gibi büyük yapıtlar, kadın ve erkek
okuyucuları çok farklı şekillerde etkiler. Bir kadın acısının, öfkesinin ve "adalet" umudunun
gerçekliğini kabul eder; hatta intikam umudu bile, yaşamında olmasa da yapıtlarında iyi bir
şey olabilir.
Dil, sayfa üzerinde buz gibi soğuk bir araçtır. Bizler, oyuncular ve sporculardan farklı olarak,
dilersek yeniden hayal edebilir, gözden geçirip düzeltebilir ve tamamen yeniden yazabiliriz.
Çalışmamız tıpkı bir taşa basılır gibi bir kitaba basılmadan önce üzerindeki hükmümüzü
koruruz. İlk karalama tökezletebilir ya da bitkin düşülebilir, fakat bir sonraki karalama ya da
karalamalar daha yüksek bir seviyeye geçirecek ve ferahlatacaktır. Yeter ki inancınız olsun:
ilk cümle, son cümle yazılana dek yazılamaz. Ancak o zaman nereye gittiğinizi ve nerede
olduğunuzu bilirsiniz.

Roman, tek çaresi roman olan bir derttir.

Ve son bir kez daha: Yüreğinizi yazıya dökün

Joyce CAROL QUATES





"Güzel ama bu neyi kanıtlar?"Bir matematikçi, Goethe'nin "Iphigenie"sini okuduğunda söylemişti bunu: Güzel ama bu neyi kanıtlar? Pek yerinde olmayan bir tümce ama binlerce şiiri karşısına alıyor. Bu tür şiirleri eleştirmek isteyen biri ne yapacağını bilemeyebilir, eleştirilecek birşey yokmuş gibi gelir ona, bildiği tek şey şiirin yazılıp basılmış olduğudur yalnızca. Doyurucu bir yapıtla ilgili olarak söylendi diye, matematikçimizin bu düşüncesini tümüyle yadsımak doğru olmaz. Ona Iphigenie'nin neyi kanıtladığı anlatılabilir; ama eğer bu herhangi başka bir yapıt için yapılamıyorsa, o zaman o yapıt önemsizdir, çünkü içerdiği bir anlam yoktur.

Bir şiirden ilk beklenen, okurunu içerdiği tinsel ortama çekmesidir. Bu, pek önemi olmayan, belirsiz, formal diyebileceğimiz bir işlemdir. Bir şiirin etkileme gücü, yerel, kişiye özel, ulusal ya da sınıfsal alanda kısıtlı kalabilir. Çoğu kişiyi etkisi altına alan şiirlerin, ille de en iyi şiirler olmaları gerekmez. Halkın söylediği şiirler, hiçbir zaman yalnızca halk şiirleri değildir. "Halk"ı etkilemeyen halk şiirleri de vardır. Şunu bilmemiz gerekir: Etkileme gücünü en üst düzeydeki sanat şiirlerinde bulabileceğimiz gibi,en değersiz şiirlerde de bulabiliriz; halk şiirleri kadar sone de, operet şarkıları da, doğum günü şiirleri de etkileyici olabilir.

Bir şiirin, herhangibirini hatta seni, içerdiği tinsel ortama çekiyor olması, henüz bir şeyi kanıtlamaz. -Sana henüz onu okuman gerektiğini kanıtlayamam demek istiyorum.-Şiirlerin bir şeyi kanıtlaması da zor gibi görünüyor. Diyelim ki, bizim matematikçinin karşısına Pisagor teoremini kanıtlayan bir şiir çıktı. O Zaman bu şiirin bir şeyi kanıtladığı sonucuna mı varacaktı acaba? Belki; ama biz ona,"Iphigenie"nin bir şeyi kanıtlamadığını söylediğinde yaptığımız gibi, belki yine karşı çıkardık. Evet, eğer şiir olarak boş ise, derinliği yoksa ve hiçbir ipucu vermiyorsa karşı çıkardık. Matematikçimizi etkisi altına alsa bile, belki de yine karşı çıkardık.

"Güzellik" kavramını ele almaksızın daha fazla ilerleyemeyeceğimiz ortaya çıkıyor. Bu kavrama gereksinim duymamız hiç de ayıp değil, ama biraz sıkılıyor insan. Çünkü son derece belirsiz, çok anlamlı bir kavram; tümüyle "zevk"e bağlı olduğu düşünülüyor, zevk de "bilindiği gibi " bireysel, bu nedenle de "tartışılamaz".

Eğer fizyolojik alandan yola çıkar ve zevki fizksel olarak ele alırsak, o zaman tartışmaya da pek gerek kalmaz. Ağzımıza bir lokma alır, yüzümüzü buruşturur ve "çok ekşi" deriz. Bir mısra okuduğumuzda da, yine tatsız tuzsuz, yavan, zevksiz hatta iğrenç bir şey karşısında olduğu gibi hoşnutsuzluk duygusuna kapılabiliriz. Ayrıca fizyolojik zevkte bile, zevk almayı öğrenme diye bir şey vardır. Bu öğrenme yoluyla olabileceği gibi, yalnızca koşullarımızın değişmesine debağlı olabilir. Zevk değişebilir -fizyolojik olan da değişir-.

Mimariden bir örnek verebiliriz. ileri mimarlarımız son yıllarda yalın bir yapı sanatı üzerinde duruyorlar. Özetlersek, pratik olanı güzel buluyorlar. Burada ilginç olan, işçilerin reaksiyonu. Genel olarak bu yapı sanatını onaylamıyorlar. Düz çizgileri olan evleri beğenmiyor, onları kışla ya da tutukevi olarak adlandırıyorlar, yeni fonksiyonel mobilyaları da zevsiz bulup alabildiğine eleştiriyorlar. Yalın yapı sanatının tüm ürünleri onların ağızlarında yavan bir tat bırakıyor. Neden?
Mimarların çoğu gelişmiş kişiler olduklarından, en önemli ve en ileri sınıf olarak gördükleri işçilere yöneliyorlar ama bir işçi için evin ne demek olduğunu da unutuyorlar. Bir işçi için ev, hiçbir zaman sığınalacak bir yer, tüm gereksinimlerin olabildiğince pratik çözümlendiği bir mekanizma değildir.

Şairin Akıldan Korkması Gerekmez
Şiirlerini okuduğum birkaç kişiyi yakından tanıyorum. Bunlardan bazılarının şiirlerinde, şiir dışı alanlardaki konuşmalarına oranla çok daha az akıl ögesi görülmesi beni hep şaşırtmıştır. Acaba bunlar şiirin salt duygu işi mi olduğunu düşünüyorlar? Acaba salt duygu işi olan bir şey var mı? Eğer var olduğuna inanıyorlarsa, o zaman en azından şunu bilmelidirler: Duygular da aynı düşünceler gibi yanlış olabilir. Bu gerçeğin onları uyarması gerekir.

Birtakım şairler, özellikle de çiçeği burnundakiler, şiir yazarken havaya girdiklerinde, mantığın süzgecinden geçen herşeyin şiirsel atmosferi bozacağından korkarlar. Bu konuda söylenmesi gereken, bu korkunun ahmakça bir korku olduğudur. Büyük şairlerin yaratma eylemlerini konu alan yazılardan bilindiği üzere, onların şiir yazarken içine girdikleri atmosfer hiçbir zaman, öyle sağgörülü, soğukkanlı bir düşüncenin bozabileceği türden, yüzeysel, dengesiz, çabucak geçecek bir ruh durumuna benzemiyor. Belirli bir coşku ve uyarılma durumu hiçbir zaman soğukkanlılığın doğrudan doğruya karşıtı değildir. Hatta şunu da kabul etmek gerekir; düşünsel ölçütlere uyma konusundaki isteksizlik, şairin içinde bulunduğu atmosferin son derece verimsiz olduğunun bir göstergesidir. O zaman şiir yazmayı bırakmak gerekir.
Şiirin başarısı, duygu ve aklın eksiksiz uyumuna bağlıdır. Birbirlerini çağırıyorlar mutlu: Karar ver hangisi, o mu, bu mu!

Şiiri Elekten Geçirmek
Amatör şair, şiire düşkünlüğü arttığında, şiirinin yaprakları tek tek koparılan bir çiçek gibi incelemesinden hoşlanmaz; tomurcuk gibi narin oluşumlardan koparılan sözcük ve imgeler ile getirilen katı mantık onu rahatsız eder. Buna karşı söylenecek söz, çiçeklerin bile içine birşey batırıldığında solmadığıdır. Şiir eğer, yaşayacak güçteyse, zaten yaşar ve en güçlü operasyonlara bile dayanır. Yek bir kötü mısranın bir şiiri hiçbir zaman tümüyle yok edemeyeceği gibi, tek bir iyi mısra da onu kurtaramaz. Kötü mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma, bir başka yeteneğin öteki yüzüdür; kendisi olmadan şiirden gerçek anlamda zevk almanın söz konusu olamayacağı bu yetenek, iyi mısraları duyumsayıp ortaya çıkarma yeteneğidir. Bir şiir bazen çok çabuk yazılır, bazen de uzun çalışmalar gerektirir. Amatör şair, eğer şiiri ulaşılmaz görüyorsa, birşeyi unutuyor demektir; şiiri yazan şair, okurun da yaşayabileceği türden sıradan duyguları onunla paylaşmak istemektedir; ancak, şiirin formüle edilmesi bir işlem sonucudur; geçici olan durağanlaştırılmış, bir ölçüde masif bir görünüm kazanmıştır. Şiiri uzlaşılmaz gören kişinin, ona yakınlaşması da zordur. Eleştirel ölçütlerin uygulanmasında özde yatan yine de hazdır. Bir gülün yaprakları tek tek koparıldığında, her biri ayrı güzeldir.

Eleştirel Tutum
Eleştiriyi ölü, verimsiz, zaman aşımına uğramış bir şey olarak düşünmek çok yanlış.Kritiğin böyle algılanmasının yaygınlaşmasını Bay Hitler ister. Gerçekte ise eleştirel tutum, tek verimli olan, insana özgü olandır. Eleştirel tutum, işbirliği, ileriye yöneliş ve yaşam demektir. O olmadan, sanattan gerçek tat alınamaz.

Varoluşumuzun artık politikadan soyutlanamadığı günümüzde, eğer şiirin üretim ve tüketimi mantık ölçütlerinin ortadan kaldırılmasına bağlı olsaydı, o zaman şiirin varlığını sürdürmesi de söz konusu olamazdı. Duygularımız (içgüdüler, coşkular) tümüyle paslanmış durumda olup, maddesel gereksinimlerimizle sürekli bir çatışma içinde bulunmaktadır.

Eleştiri, hoşa gitmeyen bir kusur bulma işlemi biçiminde olsa bile, hiçbir zaman haz almayı engellemez. Proleterya eğer eleştiriyi zevkle yerine getirme yeteneğine sahip olmazsa, burjuva kültür mirasına nasıl sahip çıkabilir? Tarihsel bilinç eleştirel bilincin kendisidir; o olmadan proleteryanın bunu gerçekleştirmesi olanak dışıdır; bu bilinmelidir. Burada yapılması gereken, nesnenin içinde bir zamanlar yetkin olanın duyumsanmasıdır; bu yetkinlik zamanla olumsuza doğru bir değişim göstermiş, yetkinliğin içindeki öz artık görünmez, kırıcı bir deyişle, artık tat alınamaz duruma gelmiştir.

Bertolt BRECHT

Çeviren: Yıldız ECEVİT
 Kaynak : http://www.halksahnesi.org/yazilar/siir_mantik/siir_mantik.htm