GABRİEL GARCİA MARQUEZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GABRİEL GARCİA MARQUEZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Yağmurun üçüncü günü evin içinde öyle çok yengeç öldürmüşlerdi ki, sonunda Pelayo onları denize atmak için seller altındaki avludan bata çıka geçmek zorunda kaldı, çünkü yeni doğmuş bebek bütün gece ateşler içinde yatmıştı, bunda o leş gibi kokunun suçu olduğunu sanıyorlardı. Salıdan beri dünyanın tadı kaçmıştı. Gökyüzü ve deniz birleşip aynı kül rengini almış, martta parıl parıl yanan kumsal, çürümüş istiridye artıkları ve balçıktan oluşan bir bulamaca dönüşmüştü. Gün ışığı öğleyin o derece ölgündü ki, Pelayo yengeçleri attıktan sonra geri dönerken avlunun arka tarafında bir şeyin kımıldadığını, inildediğini ancak büyük çabayla fark edebildi. Bunun yüzü koyun balçığa gömülü yaşlı bir adam olduğunu ve pek çok güç sarf ettiği halde koskoca kanatları yüzünden bir türlü doğrulamadığını görmesi için oraya iyice yaklaşması gerekti.

Pelayo bu kabusun verdiği telaş içinde o sırada hasta bebeğe ıslak bezler sarmakta olan karısı Elisenda’ya koşarak onu avluya sürükledi. Büyük bir şaşkınlık içinde yan yana durup ağızlarını açmadan yere düşmüş adamın vücuduna bakmağa koyuldular. Sokaktan geçen eskiciler gibi giyinmişti. Dazlak kafasında ancak birkaç tutam ak saç, ağzında iki üç diş kalmıştı; sırılsıklam ıslanmış bir dedeyi andıran bu acıklı durumu adamcağızın bütün saygınlığını alıp götürmüştü. Kirli ve yoluk olan iri akbaba kanatları sanki bir daha hiç çıkmamacasına çamura batmıştı. Pelayo ile Elisenda onu öyle uzun, öyle dikkatli izlediler ki, hemen şaşkınlıktan kurtulup sonunda ona bayağı alıştılar. Ona seslenmeğe, onunla konuşmaya kalkıştılar, o da gür bir denizci sesiyle anlaşılmaz bir dilde karşılık verdi. Böylece bir süre sonra kanatlarının yakışıksızlığını görmemezlikten gelip akıllarını kullanarak onun fırtınada kaybolmuş yabancı bir gemiden kalan bir kazazede olduğu sonucuna vardılar. Bununla birlikte, adamı bir görsün diye ölüm ve dirimle ilgili her şeyi bilen bir komşularını çağırdılar; komşu kadın bir bakışta durumu kavrayarak onlara düştükleri hatayı açıkladı. 

“Bu bir melek,” dedi. “Mutlaka çocuk yüzünden gelmiştir, ama zavallı öyle kocamış ki, yağmur iyice belini bükmüş.”

Ertesi gün Pelayo’nun evinde kanlı canlı bir meleğin tutulduğu haberi her yana yayıldı. Zamanın meleklerinin göklerdeki bir komplodan kaçıp hayatta kalanlar olduğunu ileri süren bilgiç komşunun kesin sözleri karşısında adamı sopalarla döve döve öldürecek cesareti bulamadılar. Pelayo polis copuyla silahlanarak bütün öğleden sonra mutfaktan onu gözetledi, yatmadan önce de onu çamurların içinden çekip çıkardı, telle çevrili tavuk kümesinde tavukların yanına kapadı. Gece yarısına doğru yağmur dindiği sıralarda Pelayo ile Elisenda hala yengeç öldürmeye devam ediyorlardı. Az sonra bebek uyandı, ateşi düşmüş, iştahı yerine gelmişti. O zaman üzerlerine bir gönül yüceliği, bir cömertlik havası yayıldı ve meleği açık denizde kaderiyle baş başa bırakmak üzere yanında üç günlük azık ve içecek suyla bir sala bindirmeye karar verdiler. Ama günün ilk ışıklarıyla birlikte arka avluya çıktıklarında bütün yöre halkının kümesin başına üşüşmüş olduğunu ve melekle saygısızca şakalaştığını, sanki doğaüstü bir yaratık değil de bir sirk hayvanıymış gibi ona tel örgünün deliklerinden yiyecek attıklarını gördüler.

Olağanüstü haberler karşısında şaşırıp telaşa kapılan Peder Gonzaga , saat daha yedi olmadan oraya geldi. Bu saatte gelenler, sabah karanlığında beliren meraklılardan biraz daha ciddi tavırlıydılar, bunlar tutuklunun geleceğine ilişkin çeşitli tahminler yürüttüler. İçlerinde en saf olanlar onun milletler meclisi başkanlığına getirileceğini düşünüyorlardı. Daha sert yaradılışta olanlar onun bütün savaşları kazanmak üzere beş yıldızlı generalliğe yükseltileceğini sanıyorlardı. Bazı kehanet meraklıları ise, kanatları olan bilge bir insan türü yeryüzünde yönetimi devralabilsin diye onun damızlık hayvanı olarak saklanacağı umudundaydılar. Bununla birlikte Peder Gonzaga’nın papaz olmadan önce iri kıyım bir oduncu olduğunu unutuyorlardı. Peder tel örgünün yanı başında durarak kısa bir süre İncil’ine bakıp imanını tazeledikten sonra, ürkmüş tavuklar arasında yaşlılıktan içi geçmiş koskocaman bir tavuk gibi duran bu zavallı adamcağızı yakından inceleyebilmek için kendisine kümesi kapısını açmalarını istedi. Adam kümesin bir köşesine çekilmişti, ilk gelen meraklıların attıkları kahvaltı artıkları ve meyve kabukları ortasında kanatlarını açmış güneşte kurutuyordu. Peder Gonzaga kümese girip ona Latince günaydın deyince, yeryüzünün küstahlıklarından hiç etkilenmeyen haliyle antikadan anlayan bakışlarını yerden kaldırmadan kendi dilinde bir şeyler mırıldandı. Adamın Tanrı dili olan Latince’den pek anlamadığını, Tanrı hizmetindekileri selamlamayı da bilmediğini gören köy papazı bu işte bir hile, bir bit yeniği olduğundan işkillenmeye başlamıştı. Sonra iyice yakından bakınca yabancının bayağı insana benzediğini fark etti: üzerine sinmiş olan açık hava ve rüzgarın kokusu dayanılacak gibi değildi, kanatlarının alt yüzü asalak yosunlardan geçilmiyordu , en iri kanat tüyleri yeryüzü rüzgarlarından zedelenmişti, bu perişan halinde meleklerin yüceliğine yakışacak tek şey yoktu. Peder Gonzaga kümesten dışarı çıktıktan sonra, meraklı seyirciler önünde kısa bir vaız vererek, onları safdilliğin tehlikelerine karşısında uyanık olmaya çağırdı. Onlara şeytanın her türlü karnaval kılıklarına bürünerek gafilleri şaşırtmak gibi kötü bir alışkanlığı olduğunu hatırlattı. Bir uçakla bir doğan arasındaki en önemli farkın kanatlardan ileri gelmediğini, bununla birlikte ne uçağın ne de doğanın melek olmadığını herkesin kolayca anlayacağını belirtti. Bağlı olduğu piskoposa bir mektup yazarak onu başpiskoposa, başpiskoposun da papaya yazmasına çalışacağına ve böylece kesin kararın en yüce makamdan alınacağına söz verdi.

Yaptığı uyarılar dinleyenlerin gönlünde meyvesini vermedi. Bir meleğin tutulduğu haberi öyle büyük bir hızla yayıldı ki, birkaç saat geçmeden avlu pazar yeri bağrışmalarıyla doldu. Neredeyse evi yıkacak derecede yığılan kalabalığı dağıtmak için süngü takmış bir birlik çağırmak gerekti. Avluyu Pazar yerine çeviren kalabalığın yerlere attığı çöpleri aralıksız süpürmekten sırtı kamburlaşan Elisenda’nın aklına birden, dışardan gelenlere avluyu kapayıp meleği görmek isteyenlerden beş Centavo giriş ücreti almak gibi parlak bir fikir geldi.

Ta Martinik’ten bile meraklılar geliyordu. İçlerinde havada uçan bir akrobat da bulunan gezgin bir panayır kuruldu; bu akrobat kalabalığın tepesinde defalarca oradan oraya uçtuğu halde kimse başını kaldırıp onunla pek ilgilenmedi, çünkü taktığı kanatlar melek kanatları değil, uzaydan gelme yarasa kanatlarıydı. Karaiplerin en bahtsız hastaları iyileşmek umuduyla koşuşturdu: çocukluğundan beri kendi kalp atışlarını sayan ve saya saya çoktan sayıları tüketmiş olan zavallı bir kadıncağız, yıldızların çıkardığı gürültülerden bir türlü uyuyamayan bir Jamaikalı, uyanıkken kendi elleriyle yaptıklarını gece kalkıp paramparça eden bir uyurgezer ve bunlardan başka daha hafif bir sürü vaka. Yeryüzünü zangır zangır titreten bu kıyamet kargaşasının göbeğinde Pelayo ile Elisenda yorulmaktan pek mutluydular, çünkü bir haftadan az zamanda yatak odalarını parayla tıka basa doldurdukları halde giriş için sırada bekleyen hacı adaylarının kuyruğu hala ufkun öbür yanına kadar uzayıp gidiyordu. Bütün bu olanlara katılmayan tek kişi meleğin kendisiydi. Onun adına tel örgünün dibine dizilen adak mumları ve kandillerden çıkan cehennem sıcağından yarı baygın bir halde, vaktini iğreti köşesinde bir parça rahat etmeye çalışarak geçiriyordu. Bir ara ona naftalin topakları yedirmeye kalkıştılar, çünkü pek bilmiş komşu kadının aklınca naftalin meleklerin özel besiniydi. Ama o, kilise kapısında nedamet getirip tövbe etmişlerin taşıdığı, papanın ağzına layık, öğle yemeklerini geri çevirdiği gibi, naftalin topaklarına da elini sürmedi, melek olduğundan mı, yoksa kocamış bir ihtiyar olduğundan mı patlıcan püresinden başka şey yemediğini, daha doğrusu patlıcan püresinden başka şey yeyip yemediğini kimse öğrenemedi. Tek olağanüstü yanı , galiba sabrıydı. En çok ilk günlerde, tavuklar kanatlarında yaşayan uzaydan gelme küçük asalakları yutabilmek için onu gagaladıkları zaman , sakatlar hasta yerlerine sürmek için üzerinden tüylerini yolduklarında, en merhametli olanlar bile bütün vücudunu görebilmek için taşlar atarak onu ayağa kalkmaya zorladıklarında hep sabretti. Yalnız bir defasında genç boğaları dağladıkları kızgın demirle sırtını yaktıkları zaman sabrını taşırdılar. Saatlerce hiç kımıldamadan olduğu gibi yattığından onu öldü sanmışlardı. Birden çok korkarak yerinden fırladı ve gözlerinden yaşlar boşanarak o anlaşılmayan diliyle çığlıklar atmaya , her yanı çınlatmaya başladı, birkaç kere hızla kanatlarını çırptı, bu yüzden yerdeki bütün tavuk pisliği ve uzaydan gelme tozları havalara kaldırdı, bu dünyadakilere hiç benzemeyen büyük bir panik, kızılca bir kıyamet kopardı. Çoğu kimse bu tepkinin kızgınlıktan çok, duyduğu acının bir sonucu olduğuna inanmakla birlikte, bundan böyle onu rahatsız etmekten kaçınır oldular, çünkü çoğunlukta olanlar onun bu kayıtsızlığının boş saatlerin tadını çıkaran bir kahramanın değil, dinmiş bir Tufanın kayıtsızlığı olduğunu anlamışlardı.

Peder Gonzaga tutuklunun doğal kimliğine ilişkin son ve kesin yargıyı yetkili makamdan beklerken halkın çeşitli saçmalıklarına bazı gündelik formüllerden esinlenerek göğüs germenin yollarını aradı. Çünkü Roma’dan beklenen posta, konunun önem ve ivediliğini kulak arkası etmişe benziyordu. Böylece vakti, tutuklunun göbek deliği olup olmadığını, konuştuğu dilin Arami dilleriyle ne ilişkisi olduğunu, vücudunun kaç iğne ucu kadar yer kapladığını, yoksa sadece kanatları olan bir Norveçli mi olduğunu inceleyerek geçirdiler. Eğer ilahi bir olay köy papazının , papalık nezdindeki girişimine son vermemiş olsaydı bu eşsiz mektuplar herhalde yüzyıllar son bulana değin durmadan gidip gelecekti.

Köye gelen Karaip’li gezgin panayırların çeşit çeşit gösterileri arasında o günlerde birde anne babasına itaatsizlik ettiğinden örümcek haline getirilmiş gudubet bir kadın bulunuyordu. Onu görmek için ödenen giriş ücreti meleğe ödenenden daha düşük olduğu gibi, ona ucubeliğine ilişkin her türlü soru sorulabiliyor, garip yaratık tepeden tırnağa rahat rahat incelenebiliyor ve böylece hiç kimsenin bu dehşet verici yaratığın gerçekliği konusunda kuşkusu kalmıyordu. Kadını vücudu koç büyüklüğünde dev bir tarantula, başı ise üzgün bakışlı bir genç kız başıydı. İşin asıl yürek parçalayan yanı akılları oynatan dış görünüşü değil, başına gelen felaketin ayrıntılarını anlatırken kapıldığı derin üzüntüydü. Daha çocuk denecek yaştayken bir gün baba evinden gizlice kaçarak danslı bir eğlenceye gitmiş, bütün gece izinsiz dans ettikten sonra ormandan geçerek evine döndüğü sırada müthiş bir gümbürtüyle gökyüzü orta yerinde ikiye ayrılmış, aradaki yarıktan beliren yıldırım kükürtler saçarak yeryüzüne düşüp onu örümcek haline getirmişti. Tek gıdası, iyiliksever kimselerin ağzına verdikleri küçük et parçalarından ibaretti. İnsana özgü bunca acı, gerçek ve ibretle yüklü olan böyle bir yaratığın , başını kaldırıp çevresindeki ölümlülere bir bakmaya bile tenezzül etmeyen kibirli meleği ister istemez gölgede bırakacağı apaçık ortadaydı. Üstelik meleğe atfedilen bir takım yarım yamalak mucizelerde bulanmış, sapıtmış bir kafanın işleri gibi görünüyordu. Örneğin kör bir adamın gözleri açılacağı yerde ağzında üç yeni dişi çıkmış , kötürüm biri yürüyeceği yerde nerdeyse piyangoda büyük ikramiyeyi kazanmış, cüzamlı bir adamın ise yaralarında ay çiçekleri fışkırmaya başlamıştı. Daha çok can sıkıntısı giderici birer şaka etkisi bırakan, teselli mükafatı görünümündeki bu mucizelerin meleğin ününe çoktan gölge düşürdüğü bir sırada ortaya çıkan örümcek kadın ona son darbeyi indiriverdi. Böylelikle Peder Gonzaga’nın uykusuzluğu kesin olarak son buldu, Pelayo’nun avlusu da yağmurun üç gün sürekli yağdığı ve yengeçlerin yatak odalarında dolaştığı günlerdeki kadar ıssızlaştı.

Ev sahiplerinin bu durumdan yakınmalarına bir neden yoktu. Topladıkları paralarla balkonları ve bahçesi olan, kışın yengeçlerin girmemesi için tel ve ağlarla çevrili iki katlı bir kaşane yaptırdılar. Melekler içeri giremesin diye pencerelere demir parmaklık taktırdılar. Pelayo köyün hemen yanı başında bir tavşan çiftliği kurup pek rezil bir iş olan polislikten ayrıldı. Elisenda en gözde hanımların o sıralar pazar günleri giydiklerine benzer parıl parıl ipek elbiseler, yüksek topuklu saten iskarpinler satın aldı. Özen gösterilmeyen tek yer kümesti. Ara sıra orayı katran ruhuyla yıkasalar da, içinde lavanta sakızları yaksalar da, bunu meleğe iyilik olsun diye değil, bir hortlak gibi çevrede dolanan, arsızca yayılan ve yeni evi eskisine benzeten leş gibi gübre kokusundan kurtulmak için yapıyorlardı. Çocuk yürümeye başlayınca kümesin yakınlarına gitmemesi için bütün tedbirleri aldılar. Ama çok geçmeden bütün kaygılarını unutup gübre kokusuna alışmaya başladılar. Çocuk daha esas dişlerini çıkarmadan bir gün oynamak için her nasıl olduysa paslı telleri dökülen kümese girdi. Melek çocuğa diğer ölümlülerden daha yakın davranmamakla birlikte, onun en can alıcı, en kurnaz küstahlıklarına bile hayali daracık, umudu kıt bir köpek sabrıyla katlandı. İkisi birden su çiçeğine yakalandılar. Çocuğa bakan doktor, meleğin göğsünü dinlemek gibi insanı ayartan bir işin cazibesine karşı koyamadı ve onun kalbinden gelen hırıltılı ıslık seslerini, böbreklerinden gelen çeşitli gürültüleri dinledikten sonra kanısınca artık pek uzun zaman yaşayacak durumda olmadığını söyledi. Aslında onu en çok şaşırtan şey, kanatlarının yapısına esas olan mantıktı. Tam anlamıyla bir insan organizması olan bu bedende o derece doğal ve gerekli duruyorlardı ki, nasıl olup da diğer insanların kanatları olmadığına akıl erdirmek iyice güçleşiyordu.

Çocuk okula başladığı sıralarda güneş ve yağmurun etkisiyle kümes çoktan yıkılıp gitmişti. Melek ölmek üzere olan bir kimsesiz gibi oradan oraya sürüklenip duruyordu. Onu yatak odasından kovalıyorlar, hemen arkasından mutfakta yine karşılarına çıkıyordu. Aynı anda sanki öyle çok yerde bulunabiliyordu ki , sonunda onun bütün evde kendini durmadan yineleyerek çoğaldığını, her yana suretlerini dağıttığını düşünmeye başladılar. Hırsından deliye dönen Elisenda, bu meleklerle dolu evde yaşamanın cehennem azabından başka bir şey olmadığını avaz avaz bağırmaya başladı. Melek artık ağzına lokma koymuyordu, bir antikacınınkini andıran gözleri öyle bulanmış, öyle dumanlanmıştı ki, durmadan direklere, kalaslara çarpıyordu. Üzerinde yalnız son tüylerinin çıplak sapları kalmıştı. Pelayo cömertliği kabardığından onun sırtına bir battaniye atıp evin yanındaki barakada uyumasına merhamet etti. Ancak o zaman geceleri ateşlendiğini ve tarihi bir Norveç lehçesiyle gırtlağını yırtarcasına sayıkladığını fark ettiler. Bu, onların telaşa kapıldıkları pek ender vesilelerden biriydi, çünkü onu ölecek sandılar, her şeyi bilen komşu kadın bile onlara ölü meleklerin ne yapıldığını söyleyemeyecekti.

Ama o, ömrünün en berbat kışını atlatmakla kalmadı, ilk güneş ışıklarıyla birlikte bayağı canlandı, kendine gelir gibi oldu. Avlunun bütün gözlerden uzak, en kuytu köşelerinden birine çekilip günlerce hiç kımıldamadan bekledi. Aralık başlarında kanatlarında iri ve sert tüyler çıkmaya başladı. Kuşları ürkütecek kadar acayip olan bu tüyler, daha çok iğrenç bir bunaklık belirtisi gibi duruyordu. Ama o bütün bu değişikliklerin nedenini biliyor olmalıydı, çünkü ne bu tüyleri, ne de yıldızların altında söylediği gemici şarkılarını hiç kimsenin fark etmemesine büyük bir dikkat gösteriyordu. Bir sabah Elisenda öğle yemeği için soğan doğrarken sanki açık denizlerden geliyormuş gibi esen güçlü bir rüzgar mutfağı doldurdu. Pencereye yaklaşan Elisenda dışarıda meleği ilk uçma deneylerini yapar buldu. Bunlar öyle sarsak, öyle hantal deneylerdi ki , tırnakları sebze tarhları arasında saban izini andırır derin bir yarık bıraktı. Üstelik ışığın üzerinde de kayıp tökezleyen , havalarda bir türlü tutunacak yer bulamayan beceriksiz kanatlarıyla neredeyse barakayı yıkacaktı. Ama sonra gitgide yükseldi. Elisenda onun bunak bir leş akbabasının uğursuz kanat çırpışlarıyla kendini zar zor da olsa havada tutarak en son evlerin üzerinden kayıp gittiğini görünce hem kendini hem de onu düşünerek rahatladı, derin bir oh çekti. Son soğanlarını da doğradıktan sonra başını kaldırıp bir daha arkasından baktı, artık gözden kaybolduğu zaman bile arkasından bakmaktaydı, çünkü o artık hayatında bir yük olmaktan çıkmış, denizle göğün birleştiği çizgi üzerinde hayali bir nokta olmuştu.



Gabriel Garcia MARQUEZ
Kaynak: Sevgide Öte Sürekli Ölüm,
Çeviren : Ahmet Seven, Cem Yayınları, İstanbul  



Doğum Tarihi: 06.03.1928
Ölüm Tarihi : 17 Nisan 2014
Ülke: Kolombiya


1928'de kuzey Kolombiya'da küçük bir şehir olan Aracataca'da doğdu. Márquez 12 yaşında kazandığı bir burs sonucu başkent Bogota'nın 30 km kuzeyindeki Zipaquirá şehrinde Compañía de Jesús 'da eğitim gördü.1946 yılında ebeveynlerinin isteği üzerine Universidad Nacional de Colombia 'da hukuk eğitimi almaya başladı. Márquez burada, daha sonra karısı olacak Mercedes Barcha Pardo ile tanıştı.


Hukuk eğitiminden sıkıldığından 1950 yılında okulu yarım bırakan Márquez, şiir ve edebiyatla igilenmeye başladı. Özellikle igilendiği eserler Ernest Hemingway, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner 'a ait olanlardı. Ama yazarın üzerinde en fazla etkiye sahip yazar Franz Kafka ve onun öyküsü "Dönüşüm" olmuştur..

1954 yılından sonra küçük öykü ve film senaryoları da yazdığı "El Espectador" gazatesinde çalışmaya başlamıştır. Gazatecilik mesleği onu Roma, Polonya, Macaristan, Paris, Karakas ve New York gibi yerlere sürüklemiştir.Bu arada da sürekli öykü ve senaryo yazmaya devam eden yazar 1967'de yazdığı "Yüzyıllık Yalnızlık" adlı romanı 10 milyon adetten fazla satınca yazarlığa başarılı bir geçiş yapmıştır.

Gabriel Marquez editörlerin ricası ile batmak üzere olan Cambio adlı dergiyi satın alarak kendisi de bu dergide haberci olarak çalışmaya başlamıştır. Dergiyi satın alışını "Nobel ödülü aldıktan sonra çok para isterim diye kimse beni işe almak istemiyordu. Neyse, dergi aldım da bu dertten kurtuldum." sözleri ile açıklamıştır.


"Büyülü gerçekçilik" akımının en önemli isimlerinden Marquez, 31 Mart'ta hastaneye kaldırılmıştı. Ünlü yazara aşırı su kaybının yanı sıra akciğer ve idrar yolları iltihabı teşhisi konulmuş, antibiyotik tedavisinin ardından taburcu edilmişti."

Marquez'in ailesine yakın kaynaklar, Marquez'in, Meksiko'daki evinde 87 yaşında hayata veda ettiğini açıkladı.


Yazarın 70. yaşgününü kutladığı 1997 yılı medya tarafından Gabriel Marquez yılı olarak ilan edilmiştir.

"Yüzyıllık Yalnızlık", "Kolera Günlerinde Aşk", "Kırmızı Pazartesi", "Albaya Mektup Yazan Kimse Yok", "Labirentteki General", "Aşk ve Öbür Cinler" ve "Bir Kayıp Denizci" gibi unutulmaz eserlere imza atan Marquez, 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. Yaklaşık 30 yıldır Meksika'da yaşayan Marquez, yaşam öyküsünü anlattığı "Anlatmak için Yaşamak" adlı son eserini 2002'de yayımlamıştı."

Ve bir sözünde de şöyle diyordu Gabriel Garcia Marquez;

Aslında kötü insan yoktur hayatın hiçbir evresinde, her insan huzur verir; kimi geldiğinde, kimi gittiğinde.”

Aslında bu sözünün üzerine de söylenecek pek fazla bir şey bırakmıyor bizlere. 
Dünyanın neresinde olursa olsun tüm Gabriel Garcia Marquez sevenlerinin ve edebiyat dünyasının başı sağolsun...