MUTLULUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MUTLULUK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Nefesinizin ve sağlığınızın değerini bilin..
Heyecanınızı ve içinizdeki çocuğu yitirmeyin..
Doğayla bütünleşin.. …
Sevginizi esirgemeyin ..
ve içinizde tutmayın sık sık paylaşın..
Sıkı sıkı sarılın ki sevginiz çoğalsın..
Sağlıklı beslenin..Ama arada çikolatayı unutmayın..
Yaşamınızdaki tüm güzellikler için şükran duyun..
Asla pişmanlık duymayın..
Affedici olun ki yüklerinizden kurtulun..
Eskiyi atın yeniye yer açın..
Geçmişin acıları ve geleceğin kaygısı yerine anı yaşamaya çalışın..
Bol bol gülümseyin..
Egzersiz yapın ,bedeninize iyi bakın..
Mümkünse sevdiğiniz işi yapın..
Hobiler edenin..Resim,müzik .dans..sizi ne mutlu ediyorsa..
Yaşamı ertelemeyin ve sevdiklerinize zaman ayırın..


Alıntı











Dostum birden soruverdi:
- “Bir insanın mutlu olduğu nasıl anlaşılır?”

Şöyle düşünmüş olmalıyım:
- “Bilmem gözlerinin parlaklığından, neşesinden, belki yüzüne vuran iç aydınlığından.”

Dostum hepsini kabul eden, ama yeterli bulmayan bir el işareti yaptı:
- “Bunlar doğrudur. Mutluluk saklanamaz. Mutluluk insanın içinden sızar,bir yerlere girer, orayı değiştirir. Bir de kokusu vardır. Bilir misin mutluluk kokar.”
- “Mutluluğun kokusu mu?”

Doğrusu duymamıştım. Dostum anlayışla baktı:
- “Doğrudur, duymamışsındır. İnsanlar pek fark etmezler. Oysa, her ruh halinin kendine özgü bir kokusu vardır. Eğer insanlar koku duygularını kaybetmeselerdi, bunları da bilirlerdi. Ama bir çok şey gibi bunu da kaybettiler.”
- “Yani, önceden biliyorlar mıydı?”
- “Elbette, biliyorlardı. Bak hayvanların birbirleriyle iletişim kurmalarında koku nasıl önemli bir rol oynar.”
- “Evet ama konuşamadıkları için..”

Dostum biraz sabırsız, sözümü kesti:
- “İnsanlar konuştukları için artık kokuya gerek duymuyorlar değil mi? Şimdi sen bana insanların konuştuklarını mı söylüyorsun?”

Artık yanıt vermiyordum. Dinlemeyi sürdürdüm. Dostum:
- “Sen de biliyorsun ki insanlar gerçekte konuşmuyorlar. Konuşur gibi yapıyorlar. Öğrendikleri sözcükler var. Birbirlerine onları söylüyorlar. Gerçekte çok azı, çok az zaman için konuşuyor. Onlara da dikkat et, duygu sözcükleri yoktur. Birbirlerine söylemeleri gereken sözleri söylerler., Onun için de çoğunlukla birbirlerini dinlemezler. Gerçekte konuşmayan,gerçekte dinlemeyen insanlar iki önemli iletişim aracını da kaybettikleri için artık anlaşamıyorlar. Koku ve dokunma. İşte gerçek iletişimin iki yolu. İnsanlar ikisini de unuttu.”

Onu biraz kışkırtmayı denedim.
- “Şimdi insanların birbirlerini koklamalarını mı söylüyorsun?”

Umutsuz ve kırgın bir bakışla baktı:
- “Keşke ne dediğimi anlasalardı da söyleseydim. Koklamak, öyle incelikli bir duygudur ki, bugünün insanına öğretilmesi gerekir. Zavallı koku alma duygumuz. Öylesine kötü kokularla bozuldu ki, yeniden eğitilmesi gerekiyor. Biliyor musun, insanlar insan kokusunu bile alamıyor. Bir kadının kokusu. Bir erkeğin kokusu. Çocuğun kokusu. Yaşlı insanın kokusu. Umudun kokusu. Bezginliğin kokusu. Hayata kırılmanın kokusu. Mutluluğun kokusu. İnsanlar bütün bunları unuttular. Dokunma da öyle insanlar bunu da unuttu.
Bir elin el üstüne konması. Bir omuzun omuza dayanması. Bir sırtın sırta dayanması. Ayakların birbirine sarılması. Bedensel dokunma. Unuttuğumuz ne çok şey var.”

Günümüz insanını savunmak istedim:
- “Ama sözcükler var, yazı var. Belki o yüzden unutmuşuzdur.”

Dostum biraz dalgınlaştı:
- “Evet yalanların aracı sözler, yalanların aracı yazılar. Bir türlü içimizden geleni söylemeyi, yazmayı bilemediğimiz için yalanlarımızın aracı olanlar. Beden yalan söylemez, dokunuşun yalan söylemez. Bunlar gerçekleri iletir. Sadece gerçekleri. Parfüm dünyasının gerçek bir uzmanı şunları söylemişti: Parfümler doğanın verdiklerine insan ustalığının katılmasının ürünüdür, ama hiçbir parfüm kadın tenine değmeden gerçek bir koku değildir. Parfüme kişiliğini veren, kadının özel ten kokusudur. Onun içinde parfüm her kadında birbirinden farklı özellikler kazanır. Parfüm sürmenin ustalığı, bu karışımın oluşmasına yardımcı olacak ölçüde biçimde sürmeyi bilmektir. Böyle sürülmediği zaman kadın sadece parfüm kokar, ama sürmesini bilen kadının kendisi kokar. Önemli olan da parfüm değil, kadının özel kokusudur. Bu özel kokuyu kadının kadının giydiği eşyaların durduğu gardıropta, çamaşırlarında, özel yerlerinde bulabilirsiniz. Dikkat edin özel kokusunu tanımadığınız hiç bir kadını gerçekte tanımış sayılmazsınız.

Ne yazık ki insanın kokusuna önem vermeyi bilmiyoruz. Sonra bir gün “mutluluğun kokusunu” tanıyacaksınız. Tenin hafifçe pembeleştiğini göreceksiniz.

Güneşin ilk ışıklarına eşlik eden tozpembedir bu. Mutluluğun biraz utangaç, biraz ürkek, biraz çekingen başlayan, ama sonra cesaretle yayılan, güç veren, kendini duyuran özel pembesi. Bu pembeliğin üzerine dikkatle bakacaksınız. Orada buğulu bir nemlenme göreceksiniz. Hep uçan, hep havaya karışan, hep yenilenen uçucu bir nemlenme. Görenlere Sende bir şey var, aşıksın galiba dedirten bir bahar tazeliği, filiz tadı. Yaklaşın o tene. Yaklaşın ve mutluluğun kokusunu duyun. Birbiriyle uyum içinde binlerce kokunun süzülmüş kokusunu duyun. Pembeden eflatuna, deniz mavisinden güneş sarısına değişen gökkuşağı renklerindeki özel kokuyu. İnsanı rahatlatan, dinlendiren, coşturan, kıpırdatan, susturan, konuşturan mutluluk kokusunu duyun. Dünyanın en güzel kokusu budur. Bebeğin annesinden aldığı koku budur. Annenin bebeğinden aldığı koku budur. Seven insanın sevilen insandan aldığı koku budur.

Ama bu koku kendiliğinden olmuyor. Buna emek vermek gerekiyor. Sabahların, gecelerin, günışıklarının birbirine karışması gerekiyor. Umutsuz günlerde, umutlu günlerde birbirinin değerini bilmek gerekiyor. mutluluk kokusu dağlarda, ırmaklarda değil.

Bu koku yalnız insanda. İnsanın insan da yarattığı koku bu. İnsanı insan kılmanın kokusu. Sevginin kokusu. Güvenin kokusu. “İyi ki sen varsın”ın kokusu. “Keşke şimdi yanımda olsaydın”ın kokusu. “Seni Seviyorum”un kokusu. “Beni seviyor”un kokusu.

Bir gün mutluluğun kokusunu tanıyacaksınız. O zaman daha da mutlu olacaksınız, biliyorum.”


                                                          Onur ÖZTARHAN





Şükürler olsun huzurluyum son günlerde… Mutluluk şarkıları söylemek, hep gülümsemek, birilerine iyilik yapmak geliyor içimden ve en önemlisi de hep böyle kalmak…Belki de baharın etkisi ama memnunum bu halimden.

Bir ara fazla ciddiydim farkındayım. Kılı kırk yarardım. Her söylenene alınır, kendi iç dünyama kapanırdım. Alınganlıklarım bazen öyle hat safhalara ulaşırdı ki çevremdeki herkesle olan bağlantımı koparır, kimse anlam veremezdi bu halime. Sanki tonlarca yük taşıyan ağır işçisiydim dünyanın. Üzerime ölü toprağı serpilmişçesine boğuşup duruyordum her günle… Şimdi düşünüyorum da ne kadar anlamsız geliyor hepsi de.

Bazen yaraların iyileşmesi zaman alıyor. Ve bazen unutmak zor olsa da her Allah’ın günü kendinizle yüzleşmek, çıkar yollar aramak, elden geleni değil gelmeyeni de yapmak gerekiyordu  işte. Bazen duygularımın düşüncelerime hakim olmasına engel olamazken bazen de olayları akışına bırakıyordum. Büyük sorunlar değildi elbette ve büyük olmadıkları gibi çözümü de bende olan şeylerdi. Aslında sorun filan da yoktu. Çünkü sorun dediğim şeyler kendi içimde büyütüp sorun haline soktuğum bir dizin düşünce ve duygu yumağıydı sadece. Ve zamanla affetmeyi, sevilmeden sevmeyi ve kimseden bir şey beklememeyi öğrendiğim gün yaşamın / yaşadığımın farkına vardım yeniden. Artık yoktu öyle kapıları kapatıp kendi dünyama çekilip yaşamak… Anlaşmak vardı, sevmek vardı. Alınganlıklarımı rafa kaldırıp olaylarla yüzleşmek ve anında çözüme ulaşmak vardı. Ve bunları öğrendiğim gün aradığım mutluluğun kendi benliğimde olduğunu gördüm. Kimseye minnet etmeden mutlu olabilmek ve her doğan güne şükretmeyi yeniden keşfetmenin verdiği hazla, artık etrafımda ki herkese ve her şeye olumlu bakabilmek, işte en büyük mutluluk bana.

İster baharın etkisi isterse olaylara daha güzel bakabilmenin verdiği keyiften olsun, bundan sonra kimsenin bu mutluluğumu bozmasına izin vermek yok,,,yok işte, bu ben olsam bile… J

Mehpare ÖĞÜT






Mutluluk, çoktan vize vermeyi durdurmuş çok uzak bir ülkeydi artık!
Aşk, hiç gidilemeyecek kadar uzak bir ülkeydi ki; orada 6 saat gündüz, 365 gün gece! Yine de kollarından tutup sürükleye sürükleye getirirdim bu ülkeye güneşi duyunca bile senin ayak seslerini! Karanlık durmadan arttırırken çaresizliğimin şiddetini, merhamet dilerdim senin zehirli dilinden; kanserli bir hasta gibi!

Rahmi Vidinlioğlu,  Aşk ve Acı