Atatürk söylüyor:
- Montesquieu'nun, "Bir milletin musikicilikteki akışına önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olamaz" sözünü okudum, doğrularım. Bunun için, musikiciliğe pek çok özen göstermekte olduğumu görüyorsunuz.
- Biz Batılılara göre, doğu musikiciliğinin kulaklarımıza gelen tuhaflık yönünden söz ettim ve dedim ki; Doğunun tek anlayamadığımız bir tarafı varsa,o da onun musikiciliğidir.

Gazi, itiraz ederek şöyle demiştir:
- Bunlar hep Bizans'tan kalma şeylerdir. Bizim gerçek musikimiz Anadolu halkında işitilebilir.
- Bu ezgilerin geliştirilmesi mümkün değil midir?
- Batı musikiciliği bugünkü durumuna gelinceye kadar, ne kadar zamanlar geçti?
- Dört yüz yıl kadar geçti.

- Bizim bu kadar süre beklemeye zamanımız yoktur. Bunun için, batı musikiciliğini almakta olduğumuzu görüyorsunuz.

Emil LUDWIG

Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana

Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kâğıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kurum mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
O andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hâlâ başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabancı sesiyle

Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
Ve bütün kentte
Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini
Ve isteğimin acı şakaklarından
Fışkırdığında kan
Yaşamım artık
Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvar saatinin
tiktaklarından başka
Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
Çılgınca sevmekten başka

Bir pencere yeter bana bir tek pencere
Bilince ve bakışa ve suskunluğa
İşte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
Ve sor aynadan
Adını kurtarıcının
Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen yeryüzü?
Yıkıntı elçiliğini, peygamberler
Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
Bu patlamalar art arda
Bu zehirli bulutlar?
Ey dost, ey kardeş, ey herkes!
Yazın tarihini gül soykırımının
Aya vardığınızda!

Düşler
Ne kadar safsalar o yükseklikten düşer ölürler
Şimdi dört yapraklı bir yoncayı kokluyorum ben
Eski düşüncelerin gömütünde boy atmış yonca
Ve soruyorum saflığın ve bekleyişin kefeninde toprak olan o kadın
gençliğim miydi benim?
Çıkabilecek miyim yeniden o merak merdivenlerinden?
Merhaba diyebilecek miyim o iyi Tanrı’ya çatılarda dolaşan?

Seziyorum zaman geçip gitti artık
Seziyorum an, tarihin yapraklarından benim payıma düşendir
Seziyorum aldatıcı bir aralıktır bu masa saçlarımla o garip ve kederli
adamın elleri arasında

Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda…

FÜRUĞ FERRUHZAD





Hz Mevlana Mesnevide şöyle bir hikaye anlatır. Huysuz adamın biri herkesin gelip geçtiği yol üzerine dikenli çamlar diker.Yoldan geçenler her ne kadar bunları yoldan sök at deseler de o bunların hiç birine kulak asmaz. O dikenli çalılar büyür. Yoldan geçen halkın ayağına takılır. Perişan olurlar. Hal Valiye intikal eder. Vali adamı yanına çağırır.

Dikenleri sökmesini emreder. O da sökerim diye söz verir. Ama bugün yarin diye ertelemeye devam eder. Ne sökmem der ne sökerim der. Bir gün Vali yanına çağırır. Verdiği sözde durmayan adam emrimi hemen yap. Der. İkaz eder. Huysuz adam önümde uzun günler var nasıl olsa sökerim der.
Vali adamı uyarır ama adam sözden anlamaz. Dikenler kök salip büyümeye devam eder.


Mevlana burada şöyle der. Her gün sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama günler akıp geçtikçe o dikenler dahada kuvvetleniyor. Onu sökecek de ihtiyarlıyor kuvvetten düşüyor. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil o dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı, kaç kere oldu kötü huyun seni yaraladı çirkin huyun başkalarını da rahatsız ettiğini bilmiyorsun. Sen şu dikeni gül fidanı haline getir gül fidanı ile onu işle böylece sendeki dikenler gül fidanı haline gelsin. Eğer sende şerri gidermek istersen ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök o zaman laleler ak güller güzel kokulu çiçekler yetişir.




İnceden inceye içime işlenen
Nakış nakış dokunuyorsa sevdan yüreğime
Bil ki beklenensin gönlüme giren
Gönlümde yer edinen
En güzel duamsın sevginle
Çaresiz kalınan gecelerde
Kaçışlarımın diğer yanı
Söylediğim şarkıların en güzel nakaratı
İçtiğim su kadar aziz
Bastığım toprak kadar kutsal
Gökyüzü kadar derin
Yeryüzü kadar güzel
Söylediğim şarkılarda
Hüznümün diğer adı
Mutluluğum
Eksik yanım
Kalp hırsızım
Ve daha binlerce kelimeye sığdırmaya çalıştığım
Gideni aratmayan sevdam
Kollarında kaybolduğum
Sarıldığımda her şeyi unuttuğum
Biriciğim, özüm, sözüm, iki gözüm
Ömrümün kalan yüzü
Birlikte daha nice yıllara…

Seni Seviyorum…

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL
15 Ağustos 2018




Anatole France

Londra’yı gezen bir Fransız, bir gün büyük Charles Dickens’i görmeye gitmiş. Kabul edilmiş ve
hayranlığı sebebiyle pek değerli bir insanın böyle bir kaç dakikasını aldığı için özür dilemiş.

— Şanınız ve uyandırdığınız genel sevgi, şüphesiz sizi sayısız rahatsızlıklarla üzmektedir.
Kapınız her zaman sarılmış bir haldedir. Her gün prensleri, devlet adamlarını, bilginleri,
yazarları, sanatçıları, hatta delileri bile kabul etmek zorunda kalıyorsunuzdur, her halde.

Dickens hayatının son günlerinde sık sık yakalandığı sinir buhranıyla ayağa kalkarak:
 
— Evet, delileri, delileri, delileri. Yalnız onlar eğlendiriyorlar beni, diye bağırmış, sonra
şaşıran ziyaretçiyi yakasından tuttuğu gibi dışarıya atmış.

Şu uysal M. Dick’in masumluğunu bize içli bir üzüntü ile tasvir eden Charles Dickens delileri
her zaman sevmiştir. Herkes David Copperfield’i okuduğu için M. Dick’i tanır. Fransa'daki
herkesi kastediyorum. Çünkü en mükemmel İngiliz hikayecisini ihmal etmek bugün
İngiltere’de moda haline gelmiştir. Bir genç estetikçi birkaç gün önce Dombey and Sonun
ancak tercümelerinden okunabildiğini bana [1] itiraf etti. Byron’un da tatsız bir şair, bizim
Ronsard’ımız gibi bir şey olduğunu söyledi. Ben buna inanmıyorum. Byron’un yüzyılın en
büyük şairlerinden olduğuna inanıyorum. Dickens’in duyma yetisini her yazardan daha iyi
kullandığına, inanıyorum. Romanlarının, onları ilham eden aşk ve merhamet kadar güzel
olduklarına inanıyorum. David Copperfield'in bir yeni İncil olduğuna inanıyorum. En sonra
burada ayrıca üzeride durduğum. M. Dick’in de iyi niyetli bir deli olduğuna inanıyorum.
Çünkü kendisine kalan tek akıl kalbin aklıdır, o da hiçbir zaman yanıltmaz. Üstüne I.
Charles’in ölümü ile ilgili bilmem hangi hayalleri yazıp uçurtmalar uçurtmasından ne çıkar. O,
iyiliksever bir insandır, kimsenin kötülüğünü istemez. Bu, birçok aklı başında insanların
erişemedikleri bir olgunluktur. M. Dick için İngiltere’de doğmuş olmak bir mutluluktur. Orada
birey hürriyeti Fransa’da daha üstündür. Orijinallik orada daha iyi karşılanır ve bizde
olduğundan daha çok saygı görür. Hem delilik bir çeşit zihin orijinalliği değil de nedir?
Delilikten söz ediyorum, yoksa bunamadan değil. Bunama düşünce yetisini kaybetmektir.
Delilik ise bu yetilerin garip ve tuhaf bir şekilde kullanılışından başka bir şey değildi.

Çocukluğumda, yirmi yaşındaki biricik oğlunun Righi dağında bir çığ altında öldüğünü
öğrenince deliren bir ihtiyar adam tanımıştım. Deliliği yatak çarşafına sarınmaktı. Bunun
dışında tamamıyla akıllı uslu bir adamdı. Mahallenin bütün küçük yaramazları vahşice
çığlıklar atarak arkasına takılırlardı. Onda bir çocuk tatlılığıyla bir dev gücü birleştiği için
hiçbir kötülük yapmadan onları bir hayli korkutur yanma yaklaştırmazdı. Bu haliyle
mükemmel bir polis örneği idi. Bir dost evine girdiği zaman ilk işi kendini gülünç eden o iri
damalı garip paltosunu çıkarmak olurdu. Mümkün olduğu kadar bir insan vücudunu
örtüyormuş sanısını uyandıracak bir şekilde onu güzelce bir koltuk üstüne yerleştirdi. İçine
bel kemiği gibi bastonunu sokar, sonra bu bastonun sapma kenarlarını aşağıya indirdiği
şapkasını, parmaklan arasında hayali bir manzara alan o büyük fötr şapkasını geçirirdi. Bu işi
bitirince uyuyan ihtiyar bir dostu seyreder gibi perişan halini bir zaman seyreder, bir
karnaval elbisesi içinde sanki önünde uyuyan kendi deliliği imiş gibi birdenbire dünyanın en
akıllı insanı olurdu. Üstünde XVI. Louis devrinde bir ceket adı verilen elbiseye oldukça benzer
pek derli toplu bir çeşit kollu siyah yelek kalıyordu. Kaç defa onu zevkle seyretmiş,
dinlemişimdir. Her konu üzerinde büyük bir muhakeme ve anlayış ile konuşurdu. Dünyayı ve
insanları tanıtan bütün bilgilerle beslenmiş bir bilgindi. Kafasında zengin bir yolculuk
kütüphanesi vardı. Midus’ün batışını, yahut Denizcilerin Okyanus’da başlarından geçeni
anlatmakta eşsizdi.

Yetkin bir hümanist olduğunu unutursam affedilmez bir kusur işlemiş olurum. Çünkü
düpedüz iyiliksever göstererek bana bilgilerimi epey ilerleten birçok Latince ve yunanca ders
vermişti. İyilik etme çabası her rastlayışta kendini gösteriyordu. Bir astronomi bilginin ona
verdiği karışık hesaplan çözdüğünü, bir ihtiyar hizmetçiye yardım olsun diye, odun
parçaladığını görmüştüm. Hafızası yerinde idi, onu altüst eden hadise dışında hayatının
bütün hadiselerini hatırlıyordu. Oğlunun ölümü hafızasından büsbütün silinmiş gibiydi, hiç
değilse bu müthiş felaketin oluşunu aklına getirdiği sanısını uyandırabilecek tek kelime
söylediği işitilmemişti. Hemen hemen neşeli, değişmez bir mizacı vardı ve kafasını tatlı,
samimi, iç açıcı hayallerle dinlendiriyordu. Gençlerin arkadaşlığını arıyordu. Onlarla sık sık
görüşmesi kafasına pek belirgin eğitsel bir cerbeze kazandırmıştı. Rollin’in o mükemmel
Traite des etudes'nü okuyalıdan beri hep onu düşünürüm. Şunu söylemeyeyim ki, genç
arkadaşlarının fikrine hiçbir zaman kapılmazdı. Hiçbir şeyin değiştiremeyeceği inatçı bir
akışla kendi fikrini izlerdi. Ama sık sık konuşma fırsatını bulduğum gerçekten üstün
insanlarda buna benzer bir hal dikkatimi çekmişti. Yirmi yıl, kış yaz, yatak çarşafına
sarındıktan sonra bir gün artık gülünç olmayan küçük damalı bir ceketle göründü. Elbisesi
gibi hali de değişmişti. Ama bu değişikliğin mutlu bir değişme olması için çok şeylere ihtiyaç
vardı. Zavallı adam, kederli, sessiz, az konuşur olmuştu. Ağzından dökülen, hemen hemen
anlaşılmaz birkaç lakırdı korkusunu ve endişesini açığa vuruyordu. Her zaman kıpkırmızı olan
yüzünü geniş mor halkalar kaplamaya başladı. Dudakları siyah sarkıktı. Bütün yiyecekleri
reddediyordu. Bir gün oğlunun kayboluşundan söz etti. Ertesi sabah onu odasında asılmış
olarak buldular. Bu ihtiyar adamın hatırası, bende bütün ona benzeyenler için gerçek bir
sevgi uyandırır. Ama onların sayıca az olduğunu sanıyorum. Deliler de bir bakıma öbür
insanlar gibidir. İyileri tek tüktür. İnsan, birçok tımarhaneleri dolaşır da yatak çarşafı
örtünen ikinci bir ihtiyarı veya başka bir M. Dick’i yine de bulmayabilir. M. Paul Hervieu de
tıpkı Dickens gibi yalnız delilerin ilgi uyandırıcı oldukları düşüncesinden uzaklaşmış değildir.
Bize İncorınu’de korkunç bir delilik hikayesi anlatır. Sonunda bunun sadece bir rüya olduğu
anlaşılır; ama rüyaların hem en fazla korku vereni, hem de en mantığa uygun olanıdır. Bu bir
delinin rüyasıdır. Bir deliyi kusursuz olarak bir kabusa sürüklemek ancak böyle olur. İşte M.
Paul Hervieu, binde bir rastlanır bir kabiliyetle bunu göstermiştir. Kafası tersine işleyen bir
Descartes'ci gibi bize deliliğin sebeplerini anlatmıştır. Usta bir saatçinin son derece kötü bir
saati muayene ederken göstermesi gereken titizlikle düşünme makinesini, bir biri ardına
sıralanan bozukluklarını izleyerek incelemiştir. Kitabı pek ilgi çekici ve tamamıyla kendine
göre bir eserdir. İnsanlarda iki etki uyandırır; önce korkutur, sonra da düşündürür. Bu korku
— sizi ondan esirgerim — hiç de sebepsiz değildir. Beni sarsan ürpertiyi size aktarabilmem
için M. Paul Hervieu'nün bu yoldaki bütün kabiliyetini edinip onun gibi kullanmam gerekirdi.
Kitabın ilham ettiği derin düşüncelere gelince, bunlar pek çoktur.

Hiç olmazsa bin ianesini olsun söyleyivereyim. Felsefe yapmak ne güzel bir şey. Yazı
yazarken bir akasya o ince, çiçekli dallarını pencereden sallıyor. Antolojideki şairin bir
beyitini tekrarlıyorum: “bu güzel ağaç altında oturalım gel, gölgesinde konuşmak ne tatlıdır
kim bilir.” Bir güzel ağaç ve sakin düşünceler... Dünyada bundan daha güzel ne vardır? Bir
meltemin yavaş yavaş oynattığı akasyam, çiçeklerinin kokulu karını masamın üstüne kadar
getiriyor. Bu hoş etki altında pek zararı dokunmayan delilere karşı gerçek bir sevgiyi
kendime yasak etmek elimden gelmez. Bu yolda hiçbir şey yapmamak, ister deli ister akıllı
olsun, insanlar için büsbütün yasak edilmiştir. Dünyada zarar vermeden yaşamanın çaresi
yoktur. Delilerden hiçbir zaman nefret etmemeliyiz. Onlar da bizim benzerlerimiz değil midir?
Hiç de deli değilim diye kim güvenebilir? Az önce Littre ile Robin Sözlüğü'nde deliliğin tarifini
aradım. Ama bulamadım. Daha doğrusu orada okuduğum tarif hemen hemen manasız bir
şeydi. Bunun üzerinde biraz durdum; çünkü delilik vücutta hiçbir yara bere ile
nitelendirmedikçe tarif edilemez halde kalır. Bir insana bizim gibi düşünmediği zaman deli,
diyoruz, hepsi bu kadar. Felsefe bakımından delilerin fikri, bizim fikirlerimiz kadar haklıdır.
Dış alemi edindikleri izlenimlere göre tasavvur ederler. Akıllı geçinen bizlerin yaptığı bundan
başka nedir ki. Dünya onlara, bize aksettiğinden başka türlü akseder. Bizim edindiğimiz
hayalin doğru olduğunu onların edindiği hayalin yanlış olduğunu söyleriz. Gerçekte hiçbir şey
salt olarak doğru olamaz, hiçbir şey salt olarak yanlış olamaz. Onlarınki kendilerine göre
doğrudur, bizimkiler bize göre doğrudur. Şu masalı dinleyiniz: bir gün bir bahçede düz bir
ayna konveks bir ayna ile karşılaşır, ona:

— Tabiatı kendi yapınıza göre göstermenizi pek münasebetsizce bir hareket buluyorum.
Bütün sıska bacaklı, ufacık kafalı insanları koca karınlı, bütün doğru çizgileri iğri göstermeniz
için deli olmalısınız, demiş.

Konveks ayna öfke ile cevap vermiş:

— Tabiatın biçimini bozan sizsiniz. Yassı vücudunuz onları bu hale soktuğu, dışınızdaki her
şey içinizdeki gibi düz olduğu için ağaçları dümdüz sanıyorsunuz. Ağaçların gövdeleri eğridir.
İşte gerçek budur. Siz yalancı bir aynadan başka bir şey değilsiniz.
Öteki karşılık vermiş:

— Ben kimseyi aldatmıyorum, konveks kardeş. İnsanların, eşyaların karikatürünü yapan
sizsiniz.

Oradan bir geometri bilgini geçerken kavgada kızışmaya başlamış. Hikayenin anlattığına
göre bu bilgin büyük d’Alambert’miş.

Aynalara demiş ki:

— Her ikiniz de hem haklısınız, hem haksızsınız. Her biriniz eşyaları optik kanunlara göre
düşünüyorsunuz. Aldığınız şekillerin her biri geometriye göre doğrudur, her ikisi de
kusursuzdur. Bir konkav ayna çok başka bir üçüncü hayal verir. O da kusursuzdur. Tabiatın
kendisine gelince, hiç bir şey gerçek şeklini tanımaz. Hatta kendisini aksettiren aynadaki
şekilden başka bir şekil olmaması ihtimali de vardır. Sayın aynalar şunu biliniz ki eşyaların
akislerini aynı şekilde almadığınız için deli sayılmazsınız.
İşte bence güzel bir masal, bu hikayeyi, duyguları ve tutkuları kendiliğinden hissedilecek derecede ayrı insanları hücrelere kapatan akıl hastalıkları uzmanlarına armağan ediyorum. Aşırılıkta, aşkta, sanki cimrilikte, bencillikte olduğu kadar akıl yokmuş gibi tutumsuz adamı, sevdalı kadını akıldan yoksun sanıyorlar. Onlar başkalarının işitmediğini işitince, başkalarının görmediğini görünce bir insanı deli sayarlar. Bununla beraber Sokrates de Tanrısından fikir danışırdı, Jeanne d’Arc da sesler duyardı. Zaten hepimiz garip fikirli hepimiz hayal görücü klişeler değil miyiz? Dış alemin ne olduğunu biliyor muyuz? Bütün hayatımızda duygu sinirlerimizle ışık ve ses titreşimlerinden başka bir şey kavrayabiliyor muyuz? Gerçi sanrılarımız genel ve göreneğe dayanan düzen içinde devamlı, alışılmış bir haldedirler. Delilerin algılan az rastlanır. Ayrık ve farklı algılarda. Başlıca bu halleriyle tanınırlar. Hikayeciler şahı Maupassant’nın Horla'da bize tarattığı da bir delidir. Uykusun bozan ve gece masası üstündeki sütünü içen bir cadı, zavallı adamı sık sık ziyaret etmektedir. Bu yüzden hem çaresizlik içindedir, hem öfkelidir Bu da sebepsiz değildir. Çünkü kendini görünmez bir düşmana kaptırdığını hissetmek kadar korkunç bir şey olamaz. Ama hemen düşüncemi söyleyeyim mi? Bir deliye göre bu adamda biraz incelik noksanı vardır. Onun yerinde olsam, cadının istediği gibi sütü içmesine müsaade eder, kendi kendime de şöyle derdim: “bak, işler yolunda gidiyor. Bu kalevi sıvıyı yutmakla bu hayvan saydamsız bir elemanı sindirmek ve görünür bir hal alacaktır. Beklerken, saydam kalamayacağı için görünmez halini devam ettiremez. Böylece onu görmesem de vücudunda içtiği sütü olsun görürüm." Hoşunuza giderse sütle yetinmezdim, tepeden tırnağa kadar kırmızıya boyamak için ona gök boyası yuttururdum. Bundan başka suyu da sütü de içmediklerine göre görünmezler pekala var olabilirler. Hem rica ederim neden olmasın? Onların varlıklarını farzetmekte ne gibi bir saçmalık vardır? Bunu biraz düşündük mü bu zıt faraziye aklımızı altüst eder. Çünkü, hayat, bütün şekilleriyle duygularımıza çarpsaydı ve biz varlıkların bütün derecelerini kucaklayacak bir şekilde yaratılsaydık bu büyük bir talih eseri olurdu. Hayat, sıcaklığın pek özel şartlan içinde belirince bize görünür. Görünmesi imkansız gaz halindeki çevrelerde hayat varsa — ki hiç de imkansız değildir — onu anlayamayız. Ama bu onu inkar etmek için de bir sebep olamaz. Gaz halinde bulunan maddede katı halinden daha az enerjili değildir. Evren içinde, her sistemin merkezinde, babaların, kralların vazifelerini gördükleri anlaşılan güneşler neden sonsuz sessizlik içinde kalsınlar? Neden o geniş vücutlarında ısıyı ve ışığı taşıdıkları gibi hayatı ve zekayı taşımasınlar? Neden dünyanın hava tabakasında da, gezegenlerin hava tabakasında da insanlar yerleşmiş olmasınlar? Yiyeceklerini üst hava tabakasından sağlayan tamamıyla yan saydam, pek hafif varlıklar tasavvur edilemez mi? Deniz çocuklarının, kara çocuklarının var olduğu gibi hava çocuklarının da var olmasına hiçbir şey engel değildir.

[1] L'İnconnu, yazan: Paul Hervieu — Le Horla, yazan Guy de Maupassant.




Çoğunlukla, yeterince sevilmediğimizi hissederiz. Bu, bizim sevmediğimiz, sevme
yeteneğimizi açığa çıkaramamamız gerçeğinin bir yansımasıdır.

Sevgi, bizim başkası için yaptığımız bir şey değildir. Sevgide hiçbir nesne ya da özne yoktur.

Sevgi, nesne-özne olmadığında, iki ayrı şey olmadığında varolan şeydir.

Aslında bu sevilmeme hissi, sevgi ihtiyacıdır, egolarımızın varolduğu bölünmüş dünyanın
durması ihtiyacıdır.

Bu durma, bizi seven biri aracılığıyla olmaz.

Bir başkasını seven bizler aracığıyla da olmaz.

Sevgi rastlantısal değildir. Yaratılamaz, uygulaması yapılamaz, öğretilemez.

Ne olduğumuzu derinden gözden geçirip böylece düşünce, bellek ve egoda gerçekte varolan
bölünmenin yapısını görebiliriz. Durabiliriz. Sakinleşebiliriz.

Yaşam enerjisi ve dışavurumu olan sevgi, bütündür. Düşünce bu enerjiye yaklaşamaz.
Sözcükler onu yakalayamaz. Bütünlüğün bu enerjisi kullanılamaz, bölünemez ya da
harcanamaz.

O biziz, hepimiziz.

Bu, sorumuzun yanıtı değil sessiz kalan sorudur.

Düşünce ve egomuzun doğasını görmüş olan bizler sessizliğe açılan bu kapıdan geçebiliriz.

Parçalanmış bir dünyayı geride bırakıp bütün ama boş bir şeye girmiş bulunuyoruz. İsim
veren yoksa isimler de yoktur. Özne yoksa nesne de yoktur. Bu, boşluktur.

Burada muazzam bir enerji vardır çünkü onu harcayacak hiçbir şey yoktur. Büyük bir
yaratıcılık vardır çünkü yaratıcılığı kısıtlayan hiçbir şey yoktur.

Ben merkez, psikolojik benlik aracılığıyla sessizliğe gömülmüştür, hiçbir şey kaybolmamıştır.
Dinginliğin böyle engince yayılışından yaşam enerjisi açığa çıkar.

Neden ve sonuç ötesinde olduğu için bu enerjinin doğası bilinmez. Kavrama sığmaz, düşünce
tarafından şekillendirilmez ya da herhangi bir şekilde kullanılamaz.

Biz bu enerjiyi deneyimleyenler ya da keşfedenler değiliz. Bizler, ifade ederek, keşfeden,
açığa çıkaran ve dağılan bu enerjinin kendisiyiz.


Steven HARRİSON



'Dişi aslan avladığı ceylanı yemeğe başlarken karnında yavrusu olduğunu fark eder..
Yavruyu ölmüş ceylanın karnından çekip çıkarır lakin iş işten geçmiş, yavru çoktan ölmüştür..
Aslan, annesi ölmüş yavruyu yere koyar ve ağır adımlarla bir kenara çekilip yere uzanır..
Bu fotoğrafları çeken fotoğrafçı uzun süre aslanın hareketsiz kalmasından şüphelenir ve cesaretini toplayarak aslanın yanına yaklaştığında onun öldüğünü görür..
Aslanını ölüm nedenini öğrenmek için götürdüğü veteriner karnını yarar ve kalbinin patlayarak parçalandığını tespit eder..
Bu fotoğrafı gördükten ve altındaki bu bu yazıyı okuduktan sonra anladım ki; Aslan yürekli olmak,
gücüne dayanarak senden zayıfların hayatına kast etmek değil;
masum bir annenin yada bir yavrunun ölümüne sebebiyet vermiş olmanın üzüntüsüne yüreğinin dayanamaması demekmiş..
Bu yüzdendir ki hayvan dediğimiz o varlıklar,
insanlardan binlerce kat daha iyiler..




Efsaneler bilindiği üzere sözlü kültür ortamında yaratılan ve sözlü kültür edebiyat geleneğinin bir türüdür. 

Efsane terimi dilimize, Farsça'dan girmiş olup Eski Türkçe'de “sab”, “saw”, ”kep” ve “irtegi” kelimeleriyle ifade edilmiştir. 

Batı dillerinde Latince “legendus” kökünden kaynaklanan “legand”, “leganda”, “leyanda” gibi kelimeler efsane karşılığı olarak kullanılmaktadır. 

TDK Türkçe Sözlükte ise efsane tanımı edebi anlamda şöyle yapılmaktadır...!
Efsane; “Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayali hikaye, söylencedir.”
Mecazi anlamda ise; Gerçeğe dayanmayan asılsız söz, hikaye vb şeklinde tabir edilmektedir. 

Bu kısacık dipnot sonrasında ders kitabımda ilk defa okuduğum, Türk kültüründeki büyük sufilerin, evliyaların hayatlarından, kerametlerinden bahseden efsanelerden biri olan -Taş Kesilme Motifi- olan efsane oldukça ilgimi çekti ve sizlerle paylaşmak istedim. 
Gelin okuyalım birlikte....
-o-o-o-o-o-o-o-o-o-

“Erzurum'un, Karayazı ilçesinin Kız Musa adlı köyünde vaktiyle bir adam yaşarmış. Bu adam veliymiş fakat kızı kendisinin sözünü dinlemezmiş. Aynı köyden Musa adında bir genç varmış. Musa bu kızı seviyormuş. Kızla gizli gizli buluşurlarmış. Gençler bir gün aralarında anlaşırlar ve kaçarlar. Kızın babası kaçtıklarını anlayınca peşlerinden gitmemiş. Köylüler gelip, “Müsaade et, biz gidelim, Musa'yı öldürüp kızını getirelim”demişler. Kızın babası müsaade etmemiş “Siz gelin oturun onlar kaçamaz” demiş. 

Sabah olunca köylüler, köyün dışında iki kişi görürler. Yanlarına yaklaşınca, delikanlıyla kızı taşlaşmış olarak görmüşler. O günden sonra bu köyün adı “Kız Musa” olarak kalmış.Hala köyün girişinde bu taşlaşmış iki insan şeklini görmek mümkündür.”

-o-o-o-o-o-o-o-o-o-

Efsaneler her ne kadar sözlü kültür ortamında yaratılmış da olsa;  kulaktan kulağa ve kuşaktan kuşağa aktarıldığından gerçek olma payı tartışılır ama biz yukarıda paylaşmış olduğum bu kısacık efsaneden yola çıkarak kendi payımıza düşen ve almamız gereken bir takım nasihatlar olduğunu düşünürsek belki de neyi yapmamız ve neyi yapmamız gerektiği konusunda da bir fikir sahibi olacağızdır. Bu efsane ile

1-Köyün adını ve köye yakın olan iki insan şeklindeki kayanın oluşum şeklini,
2-Baba sözünü dinlemenin önemli olduğunun vurgulanması, bir takım toplumsal geleneklerin çiğnenmemesi gerekliliği ve bunun olması halinde Yaradan'ın vereceği cezanın sonucuna katlanmak gerektiği sonucuna varılmaktayız... 

Hepimizin kıssadan hisse kapmış olması dileğiyle...

Mehpare ÖĞÜT ŞENGÜL




“Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnızca bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin medeni durum dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiç bir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzeye erişmek o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla bağdaşan hiç yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum, hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi değer verdiğiniz için. İçgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlenizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı dendim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.”

Alıntı
― Tezer ÖZLÜ, Yaşamın Ucuna Yolculuk




Abdullah bin Mübârek anlatıyor:

Bir sene hacdan sonra rüyâsında gökten inen iki melekten birinin diğerine;

"Bu sene kaç kişi hacca geldi?" dediğini duydu.

Öbür melek; 

"Altı yüz bin kişi." dedi.

"Peki kaç kişinin haccı kabûl edildi?"

O da; "Bunlardan hiç birinin haccı kabûl edilmedi." diye cevap verdi.

Abdullah bin Mübârek buyurdu ki:

Bunu işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki:

"Bunca insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyânın her tarafından hacca geldiler. Çöller aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara  katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?"
Bunun üzerine o melek; "Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabûl edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar da hepsinin haccı kabûl edildi." dedi.

Abdullah bin Mübârek şöyle anlatıyor:

Bunu işitince uykudan uyandım ve; "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!" dedim. Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince, o zâtın evini araştırıp buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum. "Ali bin Muvaffak." dedi. İsmimi sordu. "Abdullah bin Mübârek." deyince, feryâd edip kendinden geçti. Ayılınca, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım. Haccının kabûl edildiğini ve kendi haccı ile berâber altı yüz bin kişinin ibâdetinin kabûl edildiğini de haber vererek; 

"Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini anlat." dedim. O da anlattı:

Ben ayakkabı tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım hâmileydi. Komşu evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret mikdârınca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz."

Bunu duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; "Bunu çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!" dedim. Abdullah bin Mübârek bunun üzerine; "Allahü teâlâ, doğru rüyâ gösterdi." buyurdu.